Book and Novel Editor (fictional and non-fiction) Prisoner, Pyromania, Antiquity, Ancient Mesopotamia, Published Author of International Books.
27 Eylül 2016 Salı
Oltadaki Balik Türkiye: Emperyalizmin Tuzaklarindaki Ülke
BİZDEN BİRİ *
Rıfat Ilgaz
Hak adamı olduğu kadar halkın da adamı, haksızlıklar karşısında belgeli, becerili
savunucumuz olan Emin Değer'in emek ürünü yapıtıyla başbaşayım.
Tanıdığım, biraz da kendisinden öğrendiğim kadarıyla, yöremizin bu sevilen adamını
sizlere de tanıtayım: M. Emin Değer 1927'de Kastamonu'da doğdu. Orta öğrenimini burada
yaptıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yüksek öğrenimini bitirerek, 1951
yılında Hakim Teğmen olarak Silahlı Kuvvetler'de göreve başladı. 1960'da Milli Savunma
Bakanlığı Hukuk Müşavir Yardımcılığına atanan Değer, 1968'de Hukuk Müşaviri oldu. Bu
görevinde Türkiye-ABD ilişkilerinin bağımsızlığımıza düşürdüğü gölgeyi saptamış, ABD'li
görevlilerin kendilerinden yüksek rütbede olan subay ya da generallerimize karşı üstten
bakışlarını içine sindirememiştir. Yardım mallarının hukuksal statüsünü saptamak için Yardım
Kurulu'ndan bir heyetle yapılan bir görüşmede, açıkça "Bu mallar zaten bizim, siz sadece
kullanıcı durumundasınız, bu koşullarda aramızdaki 1947 sözleşmesi Dışında, bu malların
hukuksal statüsü aranmaz." dediklerini, tutum ve davranışlarıyla, veren insanların üstten
küçümser bakışlarını bugün bile anımsarken, o günkü acıyı duyumsadığını söylemektedir. Ve
Türkiye-Birleşik Amerika ilişkilerini belgeleyerek çalışmaya başlamasının bu olaya bağlı
olduğunu özellikle vurgulamaktadır.
Silahlı Kuvvetler'deki çalışmaları sonucu, Gelibolu'daki İkinci Kolordu Kıdemli
Hakimliğine atanan Değer 1971 yılında bu görevden emekliye ayrılmıştır.
M. Emin Değer, tanık olduğu ilişkileri, belgesel bir çalışmayla ClA KONTRGERİLLA
VE TÜRKİYE adı altında yayınladığı yapıtla büyük ilgi görmüştür.
Değer, bu kez de yeni çalışmalarıyla emperyalizmin yardım adı altında sözleşmelerle
bir ülkeye nasıl girdiğini, ilgili ülkeleri yerli işbirlikçilerle her yönden gizli bir işgale uğrattığını,
ilişki kurduğu ülkeleri bölgesel çıkarları için kullandığını, emperyalizmin kendi belgelerine
dayanarak açıklamaktadır. Bu bağlamda Türk dostu (!) olarak tanınan Richard Perle'nin bir
söyleşideki sözleriyle, Türkiye'nin Ortadoğu'da emperyalizmin bekçiliğine uygun görüldüğünü
çekinmeden söylediği, yine bir başka Türk dostu (!) eski ABD Türkiye Büyükelçisi Mc
Ghee'nin Türkiye'nin sürekli yardım isteğini biraz alaycı bir biçimle söyledikten sonra "bereket
ne Türkler köle, ne de Amerikalılar aptaldı." sözleriyle bize ders verdiği anlaşılmaktadır.
Amerika iç ve dış siyasasını çokuluslu şirketlerin çıkarlarına göre düzenlendiği,
emperyalizmin sömürü ilkelerinin de bu şirketlerce saptandığı, Rockefeller'in Başkan
Eisenhower’a yazdığı 1956 tarihli bir mektup ve daha başka belgelerle değerlendirilmekte ve
Rockefeller'in bu mektubunda Türkiye'nin OLTAYA YAKALANMIŞ BALIK olduğu, bu nedenle
de yeme gereksinimi bulunmadığı açıklanmaktadır.
Türkiye'nin, 1947'lerden bu yana emperyalizmin tuzaklarında geçen yarı bağımlı
yaşamı belgelerle anlatılmaktadır. Emperyalizmin tuzaklarından kurtulmanın yolu, Değer'e
göre bu tuzaklara neden ve nasıl düşürüldüğümüz öğrenmeden bulunamaz.
Demek Orhan Veli'nin dediği gibi, rakı şişesinde değil de, bir de oltada balık olmak
var, bu uçsuz bucaksız sömürü düzeninde. Oltaya yakalanmış balığın yeme gereksinimi
yoktur! Öyle ya... Zokayı yutan balık yemi neylesin!..
Gel gelelim danışmanlar, üzerlerine düşen işi yapacak Başkan Eisenhower’ı
uyaracaklardır mektuplarla:
"İşbirliğine hazır yerli işadamlarına yardımı arttırmalı, buna dayanarak politik
etkilerinin artması sağlanmalıdır."
*
(*) Rıfat Ilgaz 'in ölümünden önce yazdığı son yazıdır.
Kimdir bu oltayı yutturan? Ev sahibi olmak isteyen bir bezirgan mı, kılkuyruk bir kiracı
mı, sıradan bir konuk mu, sırtımızdan geçinmeye kalkışan bir sığıntı mı? Yardım, Dış yardım
diye bize bostan bekçiliği yaptırmaya kalkışan açıkgöz bir toprak ağası da olabilir, hem
bostanımızdan, hem bekçiliğimizden yararlanmaya kalkışan bir ağaların ağası da olabilir.
Türk dostu bir ABD'li şöyle açıklıyor bu ilişkiyi kitapta:
"En iyi yapacağımız iş, Türkiye'nin kendisini korumasını sağlamaktır. Çok daha az
masraflı yaklaşımdır bu. Yeni emperyalizmin amacı da budur. Yeni emperyalizm, ticaretin
bayrağı altında genişleyecek, yayılacak, sermayenin uluslararasılaşması ile başlayacak ve
azgelişmiş ülkeleri işgal altına alacaktır. Güvensizliğini ve bağımsızlığını koruma, ekonomik
gelişmesini yardım anlaşmasıyla sağlayacak! Dost gülü altında, dostluk, özgürlük, eşitlik
aldatmacalarıyla...
Emperyalizm saldırılarla değil, dostluk türküleriyle girecek, yardım anlaşmalarıyla
yerleşecektir. Oyun böyle açıktan açığa oynanıp dururken azgelişmiş ülkelerin siyasal
iktidarları da kendi başarılarıyla durmadan övüneceklerdir.
Azgelişmiş memleketleri özendirmeli, destekli, ödenekler, bir verip yirmi almalısınız
çekişmeleri, bağışlar, az faizli Dış yardımlar derken giydirilmiş canlı savaş araçları çekiç
güçlerin konuşlandırılma eylemleri, üslerden yararlanma biçimlemeleri...
Eğer sömürü düzeninin Ortadoğu'da sürüp gitmesi gerekliyse yeni yeni bölme
yönetme kuralları da uygulanmalı ki emperyalizm tüm kurallarınca uygulanmış olsun."
Bu konuda biraz da Sakıncalı Piyademize kulak verelim. Sömürmek mi gerekiyor,
bunun bir yolu daha var, Şovenizm! Şöyle diyor SAKINCALI PİYADE'miz Uğur Mumcu:
"Şovenizm, emperyalist devletler için birer araç olarak kullanılır."
"Şovenizm kendi soyunu öteki soylardan üstün gören bağnaz ulusçuluk anlamına
gelir. Bu bağnaz ulusçuluk saldırgan siyasetlerin, ideolojilerin de temel kaynağıdır."
"Her ulusun devrimcileri ve sosyalistleri olduğu gibi Şovenleri de vardır. Almanın da
vardır, kalyanın da vardır... İspanyol'un da vardır... Türkün de... Kürdün de vardır!
Şovenizmin barış getirdiği ve adına serüvenlere çıkılan uluslara yarar sağladığı hiç
görülmemiştir. Şovenizmin sonu hep kan ve gözyaşı doludur."
"kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrasında Arap-Kürt liderleri İngiliz İstihbarat
Servislerince kullanıldılar."
"1919 yılında 10 Temmuz günü Lord Curzon'a gönderilen gizli telgrafta da Kürtlerin
manda istedikleri bildirilmekteydi. İngilizler bölgede bir Kürt Devleti kurdurmak istiyorlardı."
"Bölge bir petrol bölgesiydi, İngilizler Kürtlerle bu nedenle ilgileniyorlardı. Bu amaç
Sevres Antlaşması ile gerçekleşiyordu. 1925 yılında Musul Sorunu da bu yüzden patlak
vermiştir."
"70'li yıllarda da Irak'taki Kürtler, ABD tarafından destekleniyorlardı."
"Her şoven akım, başka bir şoven akımı doğurur. Etki ve tepki kuralı en çok bu
alanlarda geçerlidir."
"Kürt sorununun ABD desteği ile çözümleneceği, ABD destekli Kürt Şovenizminin
bölgede yeni sorunlar doğuracağı da pek yakında anlaşılacaktır!"
ABD'nin şovenizmden yararlanarak azgelişmiş ülkeleri oluşturan halkları, azınlıkları
hatta dinleri, mezhepleri, tarikatları birbirine kapıştırıp çıbanbaşları oluşturmaya kalkışırken,
bastığı dalı kesmekte yine kendisinin getirdiği çokuluslu şirketler oluşturup sömürme kuralını
geçersiz duruma düşürmektedir. Ki bu çokuluslu şirketlerin de en başında petrol şirketleri
gelmektedir.
İlhan Selçuk 26 Şubat 1974 günlü yazısında çokuluslu şirketlerin dünyayı yönetirken
devletleri aşan politik etkinliklerine dikkat çekmekte ve özellikle petrol şirketlerinden başka
gelen yedisine 7 Kız kardeş adını takmaktadır.
İlhan Selçuk, Arap petrollerinin ardında bu şirketlerin bulunduğunu, sözgelişi
ARAMCO'yu yedi kız kardeşin üçünün oluşturduğunu vurgulamaktadır.
9 Mart 1993... İlhan Selçuk "Pencere"sinden bakıyor
"Bütün Batı, Saddam'a karşı birleşti!"
Neden?
"Kuveyt'in petrol kaynaklarına el attığı için!" "Biz durur muyuz! Bir koyup yirmi almak
için tüfek başına!" "Ortadoğu petrolünün gerçek efendisi Batı zenginler kulübüdür. Amerikan
askeri de bu nedenle körfezde nöbet tutuyor."
Sakıncalılar adına Emin Değer kardeşimiz de görev başında. Bir gözü zokayı yutan
balıkta, bir gözü Kültür Evi'nden kapı Dışarı edilmiş memleketlisinde. Bir savunucu olarak bu
haksızlığı da şöyle göğüslüyor:
"Çağdaş Türkiye'nin aydınlamasına sekseni aşkın yapıtıyla katılan çağdaş bir sanat
erine verilen bir onur belgesine saldırı vardır. Bir hakkın, bir beldenin seçilmiş Belediye
Başkanınca seçilmiş, o belde halkının onayı ile verilmiş bir hakkın geri alınması olayı ile karşı
karşıya bulunuyoruz. Bu olayı nedenleri ve sonuçlarıyla tartışmalıyız. Bahçelievler Belediye
Başkanı'nın bu kararı her şeyden önce, Türk aydınlanmasına karşı bir savaş açılması
demektir. Burada cezalandırılan Rıfat Ilgaz'ın dünya görüşüdür. Öte yandan bu olay Refah
Partisi'nin ülke yönetimine geldiğinde sanatı bile ideolojinin emrine vererek, çağdaş düşünce
dahil her şeyi kendi dünya görüşlerine göre düzenleyeceklerini göstermektedir. Özetle
aydınlanmaya açılan her kapı kapanacak demektir. Rıfat Ilgaz toplumsal çelişkileri acı bir
gülümseyişle dudaklardan insan yüreğine ve düşüncesine aktaran bir savaşçı. O ad silinmez.
Silinmesi o yörenin kazınmaz ayıbı olur. Ona kulak verelim, hem de geç kalmadan:
"Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek, böyle atardamar
Atmaz olsun!
Ses ol, ışık ol, yumruk ol!
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol!"
Sakın geç kalmış olmayalım. Hayır!
Tam çağı başlamanın doğan günler Sözümü geri alıyorum, henüz senden geçmedi,
arkadaş!
"Tam çağı işe başlamanın doğan günler
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabetik çocuk ol!"
Sözüm bitmedi daha. Şu dizelerimi de dinle. Sonra başbaşa kal Değer'li yazar
kardeşimle:
"Bir bulut, ne zamandır üstümüzde
Yurt genişliğinde bir bulut, kurşun ağırlığında
Nilüferler sularımızda açar mevsimsiz
Dolanır ayaklarımıza boğum boğum
Yapraklarında iri leş sinekleri uçuşa hazır.
Göz göz oyulmuş gözlerimiz biz körüz
Göz çukurlarımızda radarlar fırıl fırıl döner
Körüz, el yordamıyla yaşıyoruz bu yüzden
Yeni körler peydahlarız uyur uyanır
Ayak altında ezile dursun karınca sürüleri
Ezenlerle bir olmuş yaşıyoruz ne güzel
Çizme onlardan, içindeki ayak bizden ne iyi.
Körüz biz, kör uçuşlara açmışız toprağımızı
Ha düştü, ha düşecek çelik gagalardan
Mantar mantar açılan tohumlar sıcakta
Gözlerimizi bir pula satıp geçmişiz bir yana
Ölmesini bilenlere yüz çevirmemiz bundan
Körüz gözbebeklerimize mil çekilmiş mil
Acımasız bir namlu şakağımızda soğuk
Tetikte kendi parmağımız yabancının değil."
«OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE»
"Biz askeri paktlarımızı kurmayı ve sağlamlaştırmayı hedef alan tedbirlere devam
etmeliyiz... Büyük ölçüde politik ve askeri nüfuz garantileyecek genişlikte bir ekonomik
yayılma planını Asya, Afrika ve diğer az gelişmiş bölgelerde uygulamak zorundayız... -
Yardımda- birinci gruba, bizimle dost olan ve bize uzun süreli askeri paktlarla bağlanmış olan
ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte
olmalıdır. OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME İHTİYACI YOKTUR. Bu noktada Dışişleri
Bakanlığı ile aynı fikirdeyim, genişletilmiş iktisadi yardım, -örneğin TÜRKİYE'YE- bazı
hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verebilir. Yani BAĞIMSIZLIK eğilimini artırıp, mevcut
askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere -TÜRKİYE gibi - doğrudan doğruya iktisadi yardım
da yapılabilir, ama bu bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman
muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır.
Bunlarla bağlantılı olarak özel sermaye yatırımlarım da ayarlamak gereklidir.
Hükümet, özel sermaye yatırımlarını cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmasını
bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla birçok politik amaca ulaşılabilir.
Bu tip özel sermaye yatırımları zamanla bütün gayrı meşru muhalefeti ve politikamıza
karşı mukavemeti ortadan kaldırabilmen veya nötralize edebilmelidir.
Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı olan bütün şahsi teşebbüs ve menfaat
çevrelerini etkilemelidir.
Aynı zamanda ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardımı artırmalı ve böylece
bu işadamlarının, İLGİLİ ÜLKENİN EKONOMİSİNDE kilit noktalarını ele geçirmeleri, buna
dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır."
Nelson A. ROCKEFELLER’İN
Başkan Eisenhower’a yazdığı mektup'tan
DAVET*[*]
Dört nala gelip uzak asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde
Dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim
Kapansın el kapılan
bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim.
Nâzım Hikmet
ŞEHİTLER***
Şehitler, Kuvvayı Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Şehitler, Kuvvayı Milliye şehitleri
Sakarya'da, İnönü’nde, Afyon'dakiler
Dumlupınar'dakiler de elbet
ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvvayı Milliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi,
uyandırın bizi!
Şehitler, Kuvvayı Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Nâzım Hikmet 1959
*
(*) Kuvvayı Milliye Destanı'ndan
*
(**) Nâzım Hikmet, Bütün Eserleri-Şiirleri, cilt 2, s.242, -Sofya Baskısı- 1967.
GİRİŞ
"Çekiç güç köklü bir çıban gibi!.. Çıbanın başını keskin bir bıçakla kesebilirsiniz, ama
kökünü çıkaramazsınız. Çıkarmaya kalktığınızda nelerle karşılaşacağınız bilinmez!" [1]
22 Ocak 1993 günü TV-1'de haberleri izlerken işittiğim bu sözleri, Türkiye
Cumhuriyeti'nin Başbakanı söylüyordu. Önce bir şaşkınlık geçirdim. Acaba, gerçek miydi?
Evet gerçekti ve DYP Meclis Grubu'nda Demirel, düşünceli ama kararlı bir yüzle
konuşuyordu. Hemen Demirel'in birkaç gün önce, 18 Ocak günü ABD, İngiliz ve Fransız
Büyükelçilerinin olağan Dışı ziyaretlerinde, Çekiç Güç'ün faaliyetleri ile ilgili toplantı
çıkışındaki yüz ifadesini anımsadım. Deyim yerindeyse, zıpkın yemiş gibiydi. Ve hırslıydı...
Soruları yanıtlarken söyledikleri, geçmişte yapılan bir yanlışa işaret ediyordu.
O toplantıda neler konuşuldu bilinmiyor, ama apar topar gelen büyükelçilerin,
Türkiye'nin egemenlik haklarını incitici sözler söyledikleri düşünülebilir. Konu, İncirlik
Üssü'nün, bizim iznimiz dışında kullanılmasının yarattığı tepki olmalıydı.
Son birkaç ay içinde ve özellikle son günlerde, Çekiç Güç sözleşmelere aykırı olarak,
Türkiye'nin bilgisi Dışındaki uçuşlarla kamuoyunun ilgi odağı oluyordu. [2] Demirel, o gün
Genelkurmay Başkanıyla da konuştu. İncirlik Üssü'nün Türkiye'nin iradesi ve bilgisi Dışında
kullanılması da ilk kez olmuyordu. 1958'de Lübnan olayları sırasında, ABD Deniz
Piyadeleri'nin İncirlik üzerinden Lübnan'a aktarılması, zamanın muhalefeti CHP'nin lideri
İsmet Paşa tarafından eleştirilmişti. Türkiye kamuoyu, Birinci Dünya Savaşı'na istemimiz
dışında girmemize ve Sevr'e kadar uzanan olaylara, Göben ve Breslaw adlı iki Alman
kruvazörünün, bayrağımızı asıp Karadeniz'e açılarak Sivastopol'ü bombalamasının neden
olduğunu bilmektedir. Türk kamuoyu işte bu bilinç içinde ve kendi topraklarından başka
ülkelere yapılan saldırıyı ulusal istence karşı saygısızlık saydığı, hoş görmediği için, bu gibi
konularda çok duyarlıdır. Daha sonra U-2 casus uçakları olayı, Körfez Savaşı sırasında da
ABD uçaklarının İncirlik Üssü'nü kullanmaları gibi olaylara karşı, kamuoyundaki aşırı duyarlık,
doğal olarak siyasal iktidarları güç durumda bırakmıştır.
Hemen Demirel'in, büyükelçilerle yapılan toplantıdan çıkıştaki sözlerini anımsadım.
"Çekiç Güç korkuluk değil ya! Oraya getirildiğine göre, geliş amacına uygun
çalışacaktır, ne yapacağını biliyorsunuz demektir. Buna baştan izin vermişsiniz! Biz izin
vermezdik." [*]
Bu sözler, elbet bir yandan da ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a yanıttı.
1
İsmet İnönü, 1964'de ABD-Türkiye ilişkilerinin bağımsızlığımıza düşürdüğü gölgeden yakınır
ve der ki: "Bağımsız iç politika dış politika güdemez havanda su döversiniz. Zannetmeyin kolay iştir.
(Kurtulmak için) teşebbüs ettiğinizde başınıza neler gelir bilemezsiniz."
2
Çekiç Güç'ün İncirlik Üssü'nü denetim dışında kullandığı olaylar basına yansıdığı kadarı ile
şunlardır
1- "Amerika'ya ait bir DC-130 uçağı güvenlik kuvvetlerinin bilgisi dışında Yüksekova karayolu
pistine iniş yapmıştır. Eğer, bundan sonra adı geçen piste başka inişler olacaksa, bunun bildirilmesi..."
2- Yine Asayiş Bölge Komutanlığı'ndan Diyarbakır'daki Bölge Valiliği'ne bir başka yakınma:
"25.5.1991 günü saat 12.20'de ABD'ye ait bir chinok tipi helikopterin Boyunkaya ve Keneli
köylerine ve bu köylerin civarına özellikle çukur bölgelerine inip kalktığı, müteakiben aynı helikopterin
Nuh Peygamber bölgesine indiği ve Silopi istikametine gittiği tespit edilmiştir."
"...öğlen saatlerinde Cudi Dağı Nuh Peygamber bölgesinde zaman zaman inip kalktığı görülen
ABD'ye ait çift pervaneli helikoptere Cevizdüzü'ndeki birliklerce bölgemizde uçarken, müsaadeli ikaz
ateşi yapılmış, helikopterin pilotları yakalanarak ABD komutanına götürülmüştür. Gayrimuntazam
uçuşun sebebi sorulduğunda, test uçuşu yapıldığı cevabı alınmıştır.
3- Bunlar sadece birer örnek. Ancak Asayiş Bölge Komutanlığından Olağanüstü Hal Bölge
Valiliği'ne giden sayısız yazıların özeti şöyle:
"Müttefik kuvvetlere ait hava araçlarının yürürlükteki kuralları ihlali devam etmektedir."
(Yalçın Doğan-Milliyet Gazetesi, 3 Şubat 1993.)
*
Gerçekten Demirel 1967de U-2 casus uçaklarının uçuşuna izin vermemiş. Haşhaş ekiminin
Ve anlamı şu olmalıydı. Çekiç Güç'ün ABD'li komutanı, ne kural, ne de Türk hükümetini
dinliyor... İşte Demirel'in bardağını taşıran bu olmalı. Kürsüdeki Demirel, bu sözleri bilinçle ve
kararlılık içinde söylediğini anlatmak için olsa gerek, sözlerinin altını çizercesine konuşmasını
şöyle sürdürdü:
"...Demirel, Çekiç Güç'e çıban dedi, diyeceksiniz..." TV'de gerisi gelmedi bu sözlerin.
Önce düşündüm ki, Demirel, her zamanki konuşma biçemi ile, "Demirel, Çekiç Güç'e çıban
dedi diyeceksiniz, bakın bunu yanlış anlamayın..." diye sürdürür ve enfes bir Aristo mantığı
ile sözlerinin etkisini bir başka yöne çevirebilirdi. Bekledim, gerisi gelmedi...
Daha doğrusu TV'deki bölüm burada kesildi!.. Basından izlediğimde öğrendim ki,
Demirel, "Evet Çekiç Güç, çıban başıdır" diye yinelemiş!
[3][**]
DÖNÜM NOKTASI MI?
Acaba Demirel, bu olayı örnekleyerek, Türk-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktası
olacak mesaj mı vermişti? Çünkü, Çekiç Güç'ü, yalnız şu kadar personel ve uçak, helikopter
olarak görmek ve onun devinimlerini önlemek sorunu çözmez. Çünkü, gerçekte Çekiç Güç,
Türkiye'deki ABD varlığının çıban başıdır. Aslolan o çıbanı kurutmaktır. Türkiye eğer, değişen
dünya koşullarını da değerlendirerek Türk-ABD ilişkilerini baştan ele alabilirse, düze çıkışın
yollan bulunabilir!..
Demirel'in, Karadeniz İşbirliği Toplantısı'nda söyledikleri daha da ilginçtir:
"Ülkeler" diyor Demirel, "tek başlarına kavgasını veremedikleri bir dünyaya karşı
güçlerini birleştirerek mücadeleye yönelmelidirler." [4]
Bu sözler, yeni bir döneme açılır mı bilemiyorum? 1964 yılının benzer bir olayını
anımsadım. 22-23 Aralık 1963'te Rumların, EOKA destekli girişimleriyle başlayan, Kıbrıs
Türklerine yönelik soykırım saldırıları, zaman zaman sürüyor ve ABD'nin oyalayıcı
arabuluculukları da sonuç vermiyordu. İsmet İnönü başbakandı ve soruna çözüm arayan
Londra Konferansı sonuçsuz kalmıştı. Türkiye, 1964'ün Haziran ayı başlarında Kıbrıs'a
çıkmaya karar verdi. Metin Toker, "Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları"nda der ki: "Benim
bildiğim kadarı, biz Kıbrıs'a çıkmaya ciddi olarak ilk defa 1964 yazında azmettik. O
teşebbüsümüz de, Johnson’un ünlü mektubuyla durdurulmuştu... Türkiye'de yıllarca
hissedilecek Amerikan aleyhtarlığının duygusal temeli budur."[5]
Toker'in, Türkiye'deki Amerikan karşıtlığına koyduğu tanı, ABD'ye bir tür arka çıkmak
mı bilemiyorum?
Toker'in, son değerlendirmesine katılmak için, ABD'nin emperyalist emellerini
bilmemek, dünyanın öteki ülkelerindeki ve bizdeki oyunlarını gözardı etmek gerekir. Oysa
Toker, bu kanısını yazdıktan 15 sayfa sonra şöyle diyecektir:
"...Kısa zamanda anlaşıldı ki, Johnson da, İsmet Paşa'ya teşhis koymuştu. Bu teşhisin
gereği, Amerika'nın Türkiye'de İsmet Paşa'nın yerini alacak bir başbakan aramaya başlaması
oldu. "...General Porter diye bir Amerikalı general geldi. General Ankara'ya bizzat Başkan
Johnson tarafından gönderilmişti. Görevi, İsmet Paşa'nın 'hayır' dediği birtakım teklifleri,
Türkiye adına kabul edebilecek bir başbakan aramaktı... General Porter'in gelişi günlerinde
yasaklanması istemini reddetmiştir. Şimdi neden "Çekiç Güç'ü" kovamıyor? Bu sorunun yanıtı bu
çalışmadadır.
3
19 Ocak 1993 günlü Cumhuriyet Gazetesi.
** Demirel Cumhurbaşkanı olarak bu kez 29 Haziran günlü Milliyet'teki açıklamasında,
ABD'nin Irak'ı 27 Haziran gecesi Hawk Füzeleriyle bombalamasına tepki göstermemesine; "Clinton'ı
kıramadık, İngiltere, Almanya, Fransa ABD'den yana" söylemiyle özür arayacaktır. "Dün dündür,
bugün de bugün, ne diyelim!.." dememeli, bu yanlışlığa dur demeliyiz!...
4
6 Mart 1993 günlü Cumhuriyet ve Hürriyet Gazeteleri.
5
Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, s. 195.
ClA ajanları da Türkiye'de bir anket yapıyorlardı..." [6]
Toker'e göre aranan, ABD'ye "evet" diyecek bir adaydı! Başbakan adayı!
Toker, aile ilişkileriyle birlikte, 1950'lerden sonra deneyimli ve başarılı bir gazeteci
olarak olayların iç yüzünü çok iyi bilmesi gereken biridir. Bilir de...
Türkiye'de ABD karşıtı görüşlerin duygusal temele dayanmadığını da bilir elbet!
Kaldı ki, İnönü gibi bir ulusal kahramanın düşürülmesi ve yerine ABD'ye 'evet' diyecek
bir başbakan adayının, ClA ajanlarınca aranması olayına karşı olmak, duygusallık diye mi
nitelenmeliydi? Yine İnönü, o tarihlerde açıklanmayan ama, açıklandığında toplumun genel
tepkisini çeken Johnson’un, o ulusal benliğimizi yaralayan mektubunu hemen (mektup
kamuoyuna açıklanmadan) Time Dergisi'ndeki bir demeci ile yanıtlamıştı.
"ABD'nin sorumluluğuna inanıyordum, bunun cezasını çekiyorum demektir... Batı
ittifakı yıkılır, yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini bulur." [7]
Bu sözler de mi duygusallık taşıyordu? İsmet Paşa ve duygusallık, öyle mi?..
Türkiye, ABD'nin gerçek yüzünü o zaman görmüştü. Görmüştü ve Türkiye'deki
Amerika artık kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştı... ABD işte buna izin vermezdi. General
Porter ve CIA'nin öteki ajanları aradıklarını buldular. Bu, Süleyman Demirel'di. 1965'lerden bu
yana, Türkiye'nin kaderi teslim edilmiş olan Demirel'i bulmuştu General Porter...
Ve işte 22 Ocak 1993 akşamı, Çekiç Güç'e, "Çıban Başı" diyen de bu Demirel'di.
Demirel'in ABD'nin buna benzer başka davranışlarına geçmişte de tepki gösterdiğini
sonradan öğrendik. Ve her tepkisinde de cezalandırıldığını... 12 Mart'lar ve 12 Eylül'ler de...
Demirel, işte bu deneylerden geçtiği için büyükelçilerle konuşmasından sonra söylüyordu bu
sözleri. Geç de olsa, gerçekleri ancak halka anlatarak, halkla birlikte umar aranacağının
bilinciyle... Biz en azından böyle yorumlamak istiyoruz. Bu yorumu haklı çıkaracak olaylar
vardır. Türkiye'nin Ortadoğu politikasında, Arap'larla ilişkilerin sıcaklaştırılması, O'nun
zamanında atılan adımlarla başlatılmıştır. U-2 casus uçaklarına karşı çıkması, haşhaş ekimi
konusundaki tutumu, koşullar gerektirdiğinde ABD'nin çıkarlarına karşı gelebileceği izlenimi
yaratmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül'lerdeki düşürülmesinde bu tutumlarının payı olduğu
kuşkusuzdur. Demirel, öyle anlaşılıyor ki, Türkiye için büyük sakıncalar doğuracak konularda,
ABD'nin etkilerini geçiştirmeyi yeğleyen bir tutum izlemiştir. Prof. Dr. İdris Küçükömer, 15
Şubat 1970 tarihli Milliyet Gazetesindeki bir yazısında der ki: «Demirel, kendine özgü
deneyleriyle yeni bir denge kurmaya çalıştığında, emperyalizmin bazı sahalardaki oyunlarıyla
uyuşmaz bir pratiğe girmiştir. Şimdi Demirel'in ayağının altındaki toprak kaymaktadır.»
ABD oyunun, ancak kendi koyduğu kurallara göre oynanmasını ister. Kural Dışına
çıkan oyundan atılır. Demirel iki kez atılmıştır oyundan.
Başka olaylar da var, Türkiye-ABD ilişkileri tarihinde.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonunda ambargo ile cezalandırıldık. Ama halkımız o
tarihlerde, ABD varlığını her noktada tartışıyordu. 12 Mart Muhtırası'nın imzacılarından Org.
Tağmaç'ın deyimi ile; "Sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi geçmişti." Ve halk ABD yanlılarını
satılmış, kendine yabancı kişiler olarak görüyordu.
Ama nedendir bilinmez, toplumsal tartışmalar, toplumsal tepkiye dönüştü ve toplum
öteden beri içinde çırpındığı sağ-sol ayırımcılığına eklenen alevi-sünni ayrımlaşmasının
tepkileri ile altüst oldu. Ve olaylar, Türkiye'yi 12 Eylül kıskacına fırlattı.
Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, ABD'ye ne zaman karşı çıksak ya da etkisi
altındaki bir ülkede karşı çıkılsa, ABD, bu karşı çıkışa izin vermiyor ve o ülkeyi cezalandırıyor.
Çünkü ABD, dünyayı yönetirken statüko'nun bozulmasını istemiyor.
6
Metin Toker, agy. s. 211.
7
Milliyet Gazetesi, 14 Haziran 1964
ABD'nin çıkarı neyi gerektiriyorsa, bizim gibi ülkeler, o çıkarı gözetmek zorundadır.
Bağımsızlık mı günümüzde düşünülemez! Özellikle bizim kimi yöneticilerimizce bile
"dünyanın bugünkü ortamında modası geçmiş bir kavramdır. Karşılıklı bağımlılık vardır." Ve
bu bağımlılık ABD'nin çıkarına çalışır.
Karşılıklı bağımlılık kavramı da, ABD emperyalizmi'nin ürünüdür. 1957 Aralık ayında,
Eisenhower ve Mc Millan, bir NATO Konseyi toplantısı öncesi bir tebliğ yayınlarlar. Bu
tebliğde denilir ki, "Hür dünya devletleri birbirlerine karşılıklı olarak bağlıdırlar. Bir devletin
kendi kendine yetinmesi, artık gerilerde kalmıştır. Ortak egemenlik, karşılıklı bağımlılıkla
sağlanır." [8]
Clinton'ın başkan seçilmesinden sonra Özal'ın, "ABD, dünyanın sorumluluğunu
üzerinde taşıyor, taşıyacak" sözleri de, bu karşılıklı bağımlılığı anlatır. Bu tür ilişki, teslimiyetçi
beyinler yetiştirir. Onlar için de ABD'ye karşı çıkmak yanlıştır. Çünkü bağımlılığımız tehlikeye
girer. İşte bu nedenle, ABD, Türkiye'yi 'oltadaki balık' gibi görüyor. Ona göre, "Oltadaki
balığın yeme ihtiyacı yoktur."[9]
ABD'nin ulusal çıkarlarını gözetmesi elbet doğaldır. Hiçbir ülke çıkarlarını gözeten
siyasa izlediği için eleştirilmez. Ancak, ABD ile ilişki kuran ülkelerin, kendi çıkarlarını ABD'nin
çıkarlarına bağlamaları ve politikalarını bu eksene oturtmaları yanlıştır. Rockefeller'in bu
sözleri, bizim Türkiye-ABD ilişkilerindeki yerimizi "Oltadaki balığın yeme gereksinmesi olmaz"
sözleriyle değerlendirmesi, siyasamızdaki yanlışlığı anlatıyor.
Eğer biz, ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarlarının bekçisi olma yerine, ABD'nin o
çıkarlarına karşı, ulusal çıkarlarımızı göz önüne alarak bir siyasa saptamış olsaydık, ABD'ye
böylesine bağımlı kalmazdık... Oltadaki balık gibi görülmezdik.
ORTADOĞU VE ABD'NİN ÇIKARLARI
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, Sosyalist Bloku çepeçevre kuşatma savıyla, "ulusal
çıkarlarının uluslararası çıkarlara üstün" olduğunu da saklamadan, kendisinin "hür dünya"
dediği dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına aldı. Zamanın Dışişleri Bakanı Dean Rusk
bakın ne diyor:
"Dünya çok küçülmüştür. Toprak ile, su ile, atmosfer ile, bunları kapsayan uzay ile,
yani dünyanın tümü ile ilgilenmeliyiz. [10] Ve ABD gerçekten sadece yeryüzü ile değil, uzayla
da ilgilenmeliyiz. Böylece öteki uluslara ve özellikle az gelişmiş ülkelere, karşı gelinemez bir
gücün egemeni olduğunu anlatmaya çalıştı. Johnson’un ünlü mektubundan sonra, ABD'ye
çağrılan İnönü'ye, Türkiye'nin uzaydan çekilmiş fotoğrafını veren Başkan, "Görüyorsunuz ya,
bahçenizde gezerken bile fotoğrafınızı çekebiliyoruz," sözleriyle, politik espriyle karışık
tehditte bulunmamış mıydı? Yalnız dünya ile değil evrenle ilgilenmeye kalkışan ABD'nin,
Ortadoğu ve Türkiye ile ilgilenmesi kadar doğal ne olabilir? Bu nedenle Türkiye, Hür Dünya
liderlerinin hep gözetimi altında olmuştur. Türkiye, her şeyden önce eski Sovyetler'le uzun bir
sınırı olan bir Ortadoğu ülkesidir. Ayrıca, laik bir toplum yapısında İslam ülkesi olan Türkiye,
öteki İslam ülkeleri için ilgiyle izlenecek bir örnektir.
1947'de ABD ile başlayan ilişkiler üzerine, Türkiye'ye gelerek, ABD için hakkımızda
rapor düzenleyen Thornburg diyor ki: "Türkiye Arap dünyası tarafından yakından izlenen
sosyal ve ekonomik bir alandır. Bana bir Arap, 'İngiltere ve Amerika'nın gelişme koşullarını
takip bizim kapasitemiz dışındadır. Fakat Türkiye'nin bugün yaptıklarını biz yarın yapabiliriz,'
dedi." [11] Bu sözlerin gerçek anlamı şudur: 'Türkiye deneyi, Ulusal Kurtuluş Savaşı temeline
dayalıdır. Bizim etki alanımızdaki ülkeler bunu örnek alacak olursa, dünyaya egemen olma
istencimiz boşa çıkar. O ülkelerde bağımsızlık rüzgârları esmesini önlemeliyiz. Başka türlü bu
8
M. Fahri, Amerikan Harp Doktrinleri, s. 282
9
İleride III. Bölüm'e bakınız.
10 Harry Magdoff, Emperyalizm Çağı, s.55.
11 Amerikan Yardımı Hakkında Rapor, M.W. Thornburg.
gidişin önü alınamaz.' ABD'nin Ortadoğu statüsü, işte bu temel üzerine oturtulmuştur.
Thornburg'a göre, Türkiye, Amerikan çıkarları yönünden büyük önem taşıyan stratejik
bir yerde bulunmaktadır. Thornburg diyor ki: "Türkiye, Avrupa'nın stratejik Doğu kalesi ve
Ortadoğu'nun Kuzey kalesi olmaktan daha önemli olarak Amerikan çıkarlarının büyük bir
önem kazandığı yerde bulunmaktadır."[12]
ABD, Türkiye'ye işte bizim kendisi için önemimizin bilinciyle gelmiştir. Kendi ulusal
çıkarlarının kesiştiği bir noktada bulunduğumuz için gelmiştir. Ve bizi ideallerinin, örf ve
adetlerinin etkisi altında tutmayı amaçlayarak, bizi kendi varoluş mitimizden ayırmak, kendi
dümen suyunda bir eksene oturtmak için gelmiştir.
ABD, iki kutuplu dünyada, kendi düzen ve sistem anlayışını, etkisi altındaki tüm
ülkelere benimsetme siyasası izlemektedir. Sovyetler'de sosyalist uygulamanın yıkılması
üzerine, ABD dünyada tek güç olarak kalmıştır.
Ve tek güç olmanın gereklerini yerine getirmektedir. Nasıl mı? Dünyaya yeniden
düzen vereceğini çekinmeden söyleyerek.
YENİ DÜNYA DÜZENİ Mİ?
Körfez Savaşı nedeniyle dünyanın içine itildiği krizin amacı, Bush'un, savaşın ertesi
günü yayınladığı mesajdadır. Bush, "ABD'nin dünyanın düzeninden sorumlu olduğunu"
vurguladıktan sonra bu savaş sonrasında "dünyaya yeni bir düzen vermek" istediklerini
söyledi. Bu söz, çöl fırtınasının esintileri arasında kayboldu ve üzerinde nedense yeterince
durulmadı. Bush'un bu sözünün arkasından, "Bu yeni düzenden ne anlaşılacaktır?" sorusu
gündeme gelmiştir. Bu sözün anlamını değişen dünya dengelerine göre değerlendirmek
gerekecektir. Ancak, "emperyalizmin sürekli amacı olan sömürüye bu düzende yer verilir mi?"
sorusu sorulamaz elbet. Çünkü, kapitalizm için sömürü, sistemin zorunlu bir sonucudur. "Yeni
Dünya Düzeni'nin", sömürüye karşı konulacak engelleri önlemek başta olmak üzere, gizli
soygunu sürdürecek, Komünizm korkusu yerine, bir başka korku öğesi bularak, etki
alanındaki ülkeleri, disiplin altında, denetim altında tutacak yöntemler getirmek olduğu
bilinmelidir.
Kennedy 1962'de;
"Yardım, dünyayı denetleme yöntemlerinden biridir." derken, "ABD'ye yandaş
hükümetleri iktidarda tutmayı, uluslararası şirketlerin çıkarlarına engel olacak girişimleri
önlemeyi, etki alanındaki ülkelerin kalkınma programlarını AID'nin önerileri ve İMF, Dünya
Bankası yoluyla denetlemeyi, bu ülkelerin ABD'ye olan bağımlılıklarını artırmayı sürekli
kılacak bir denetim"den söz etmiştir.
ABD, Yeni Dünya Düzeni'nde bunları kaybetmemek için yeni yöntemler geliştirecektir.
"Yeni Dünya Düzeni" derken amaçları, bu yeni yöntemlerdir. Yani eldekileri kaybetmemek
için, değişen dünya dengeleri karşısında yeni yöntemler aramak!..
NİÇİN YENİ YÖNTEM?
Soğuk Savaşın sona ermesi, Sovyetler'in dünya liderliği konumundan vazgeçmeleri
ile, ABD'nin liderlikte tek söz sahibi olması gündeme geldi bir anda!.. Ancak, Sovyetler'in yeni
yapılanmaları daha doğrusu dağılmaları sonucu, ortaya yeni devletler çıktı. Dünya yeniden
yapılanmaya sahne oldu. Asıl önemlisi, İkinci Dünya Savaşı'nda tüm kaynaklarını tüketen iki
devlet, Almanya ve Japonya'nın atılımları ve hele Doğu Almanya ile Batı Almanya'nın
birleşmesi, dünyada yeni güç dengelerine hazırlık sayılabilirdi. Son yıllarda teknolojik ve
ekonomik konularda, Japonya'nın ABD'yi zorladığı görülüyordu. Birleşen Almanya'nın da
ekonomik ve askeri alanda güçleneceği yadsınamazdı. Avrupa Topluluğu'nun, Doğu Bloku
ülkelerinin katılım isteklerini değerlendireceği ve Birleşik bir Avrupa'nın da dünya dengesine
12 Thornburg Raporu, Ekler bölümünde Ek. 8
etkili olacağı gözardı edilemezdi. Gerçekten de öyle oldu. Yeni devletler, yeni dengeler ve
yeni bir düzen ya da düzensizlik ortaya çıktı... İşte bu gelişmeler daha başlangıç
aşamasındayken, öteden beri dünya liderliğinde tek söz sahibi olmak isteyen ABD için,
değerlendirilmesi gereken önemde olaylar idi. Ve ABD, her koşulda Sovyetler'in ortadan
çekilmeleriyle - ki, bu sonucun kapitalizmin sosyalist sistem üzerindeki etkileriyle elde edildiği
de düşünülürse- eline geçirdiği dünya liderliğini kaçırmak istemezdi.
Sovyetler'in potansiyel bir tehlike sayıldığı günlerde, ABD, Batı'yı yanında tutmayı
başarmıştı. Bunun bir nedeni de, Almanya'nın yenilmiş ve uzun yıllar müttefiklerin
denetiminde Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmış bulunması ve aynı konumda bulunan
Japonya'nın da, ABD etkisine açık bir siyasal yapı içine çekilmesiydi. İkinci Dünya Savaşı'nın
yengisi üzerine kurulmuş olan dengenin, Soğuk Savaş döneminde sürdürülmesi, potansiyel
Sovyet tehdidine bağlıydı. Bu oluşumun yarattığı denge, öteden beri Ortadoğu'daki yapay
dengeyi de belirlemekte ve ABD'nin bu bölge üzerindeki etkinliğini gölgelemekteydi. Soğuk
Savaş yıllarında dünya liderliği, iki süper güç arasında, kendi egemenlik alanları içinde ve
Dışında sürekli bir yarışı getiriyordu. Sovyetler, sosyalist sistemi, dünya sistemi olarak
özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaymak ve yerleştirmek çabası içindeydi.
Bu bağlamda, dünyanın öteki bölgelerinde olduğu gibi, Ortadoğu'da sıcak ilişki içinde
oldukları ülkelere yardım ediyorlardı. Bu yardımın bir amacı da bu bölgede ABD etkinliğinin
gölgelenmesi olduğu kuşkusuzdu. Ortadoğu'da bir ara Mısır, daha sonra Suriye ve Irak,
giderek Yemen'in ikiye bölünmesiyle Güney Yemen, doğrudan Sovyet etkinliği altına girdiler.
Suriye ve Irak'ın bugünkü askeri gücünün temelinde Sovyet desteğinin yattığı bilinen bir
gerçektir. Libya'nın kendine özgü politikasının da, Sovyet desteğine dayandığı ya da bir ilginç
dengeye oturtulmak istendiği bilinir.
ORTADOĞU DENGESİ VE KÖRFEZ
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler'in bu ülkelerden desteğini çekmesiyle, ona
bağlı siyasa izleyenler boşlukta kaldılar. Bu boşluğun uzun süre kalması, politikanın
kurallarına uymazdı. Saddam, bu boşluktan yararlanarak, öteden beri üstün güç olma düşünü
gerçekleştirmeye kalkıştı. Amacı, Ortadoğu petrolünü denetim altına, daha da ileri giderek
kullanımı altına almak ve bölgede lider olmak idi. Hırsı, aklının önünde olduğu ve dünya
siyasasının dinamiklerini bilmediği için, daha adım attığı gün yenilmişti. Hem Ortadoğulu
olmak ve hem de bu bölgedeki kimlerin ve hangi nedenle gözü olduğunu görememek,
kendine çok güvenmenin de ötesinde bir şeydir ve bu nedenle de Saddam, böyle bir davanın
izleyicisi olmak şansına sahip değildir. Savaş ve politika birbirinden ayrılamaz, belki ikisi
birbirinin devamı olarak ayrılmaz bütündür. Saddam'ın ikisini de bilmediği anlaşılmıştır.
Bu çalışmada inceleyeceğimiz, belgelerden ve uygulamalardan anlaşılacağı gibi,
ABD, Ortadoğu'yu tam bir denetim altında tutmak istemiştir. Hele, Sovyetler'in ortadan
çekilmesiyle, geçmişteki en büyük engel ortadan kalktığı için, bu bölgedeki etkinliğinin engeli
de yok olmuş iken, Saddam'ın ortaya çıkışının anlamsızlığı sırıtmıyor mu? Acaba bu,
Saddam'ın Ortadoğu'nun dinamiklerini bilmediğini mi gösterir yoksa oyuna geldiğini mi? Hem
Ortadoğu'nun dinamiklerini bilmemek, hem de gücüne çok güvenmek, Saddam'ın yenilgisini
baştan hazırladı. Bu, bir görüştür. Ancak olayın ardında Saddam'ın oyuna gelmesi de söz
konusudur. Krizin başından bu yana, Saddam'ın ABD'nin oyununa geldiği söylenmektedir.
Şöyle ya da böyle, oyunun sahnelenmesi ve gelişmesi izlendiğinde, değişen Dünya dengeleri
karşısında ABD'nin, Dünya'ya yeni bir düzen verme ve bu düzenin koruyuculuğu
görünümünde Dünya'ya hükmetme amacının bulunduğu görülür. Bush'un, hava savaşının
başladığı gün, amacın "Dünya'ya yeni bir düzen vermek" olduğunu belirten demecinin başka
türlü yorumu düşünülemez.
Savaşa ateşkesle son verilmesiyle, ABD yetkililerinin ve Başkanı'nın demeçleri bu
konuyu daha da somutlaştırdı. Ama, daha savaş sürerken, ABD Savunma Bakanı'nın 'Dünya
jandarmalığı' konusunda söyledikleri de, ABD'nin gelecekteki hedeflerini ve nasıl bir yeni
düzen düşündüklerini göstermeye yetiyordu.
ABD, öteden beri elinde tuttuğu 'Dünya jandarmalığı'nı yeni yöntemlerle sürdürecekti.
ABD, işte oyunla ya da Saddam'ın politika ve güç ilişkisini bilmeden, Ortadoğu'yu
eline geçirme fırsatını yakaladığını sanarak, ortaya çıkardığı krizden yararlandı. Dünya'da tek
lider olduğunu, eğer jandarmalık gerekiyorsa, bunun kendilerinin liderliğinde yapılabileceğini
göstermek istedi. Gösteri başarılıydı, ama 'Yeni Dünya Düzeni'ni tek başına kurabilecek
miydi?
Bu olaydaki tutumu ile, politikasına karşı çıkan herkesin sonunun böyle olacağım da
göstermek istedi. Bunda da başarılı oldu. Bu başarıyı sürmenin, ABD ekonomisinin
düzelmesine bağlı olduğu unutulmamak!
Aradan geçen iki yıllık sürede, dünyanın başka ülkelerinde çıkan anlaşmazlıklarda,
ABD çıkarına aykırı olan yerler için, Birleşmiş Milletler'den karar çıkararak işe karıştı.
Örneğin, Somali olayı. Ama Bosna-Hersek için aynı duyarlığı göstermedi!
Ortadoğu'da yeni dengeler aranırken, "Çekiç Güç" adıyla konuşlandırdığı, bizdeki
ABD üslerinden yararlanan bir askeri gücün korumasında, Kürt Devleti'nin çekirdeğini
oluşturdu. Türkiye'nin, Irak'ın, Suriye ve İran'ın istememelerine karşın!..
ABD, tüm bu olaylarla, dünyaya şu mesajı veriyor: Yeni Dünya Düzeni de benden
sorulur! Clinton'un yemin törenindeki şu sözleri unutulmamalı; "Çakarımız olan her yere, her
şeye karışırız," diyordu Clinton.
Yeni düzen, eskisinin devamı mı olacak? Bugün için gerek kendi askeriyle, gerekse
sözleşmelerle bağımlılaştırdığı ülkelerin askerleriyle, dünyada tek askerel güçtür ABD.
Bağımlı ülkeler yöneticileri ve askerleri de tarihsel bir dönüm noktasındadırlar. Bağımlılıktan
bağımsızlığa geçmenin zamanıdır. ABD emperyalizminin bu en zayıf anı kaçırılmamalıdır.
YANLIŞTAN KURTULUŞ TARİH BİLİNCİ GEREKTİRİR
İşte böyle bir ortamda Demirel'in sözleri, yanlıştan dönüş için yeni bir uyanışın
başlangıcı olabilir mi diye düşündüm!
Umudum, 12 Eylül'le susturulan toplumun silkinmesi, kendine gelmesidir. Bunun için
geçmişi bilmek, iki kutuplu, iki süper güçlü dünyada, ABD'nin emperyalist siyasasının nasıl ve
hangi ülkelerde uygulandığını öğrenmek gerekir elbet.
Bu çalışma, tek kutuplu bir Dünya'ya, yeni bir düzen vermek isteyen Dünya
jandarmasının, geçmişten günümüze, Dünya'ya ve Türkiye'ye nasıl baktığını belgelerle
sergilemeyi amaçlamıştır. Çünkü geçmişi ve o geçmişteki olayları bilmeden geleceğe yön
veremeyiz... Dün yapılan yanlışları bugün düzeltemesek bile, yinelememek ve geleceği
kurarken, o yanlışlardan kurtuluşun yollarını aramak için bilgili; doğruları yaratmak ve
yaşatmak için de bilinçli olmak gerekir.
Buna, Tarih Bilinci de deniliyor.
Eğer Mustafa Kemal'in şu sözlerini yüreğimize ve bilincimize işleyebilirsek, Çekiç
Güç'ün kökünü çıkarabiliriz! Demirel'in dediği gibi, kökünü çıkarmadan da, kurtulamayız.
"Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak
tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan
yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini
kurtaramaz."*[13]
"Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu,
güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık
duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç
13 (*) Petrol zengini Arap Ülkeleri'ni düşünelim. Bunca zenginliğe karşın Batı'nın emrinden
çıkabilirler mi?
düşünülemez."
"Oysa, Türk'ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak
yaşamaktansa yok olsun daha iyidir." "Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm."**[14]
14 (**) Söylev (Nutuk), Atatürk, üçüncü basım, s.10.
BÖLÜM I
YENİ EMPERYALİZM
Bu garip değişmeleri birbirlerine dışlarından o derece zıt olayları zincirleyen şeylerin,
bu hayret verici nizamını sadece tesadüfi sebeplerle anlatmak kabil değildir.
Birbirlerinden uzak olaylar rasgele yaklaştırılırsa, aralarında hiçbir bağlılık münasebeti
yok gibi görünür; fakat eğer bunlar, birbirlerini takip edişlerindeki şekle göre tetkik
edilirlerse, görülür ki, her biri kendinden öncekine bağlanmakta ve vadeler birbirini
takip ederek seri tamamlanmaktadır.
Albert Sorel, Avrupa ve Fransız İhtilâli, Çev. Nahit Sırrı Örik'ten aktaran Prof. Dr. Emre
Kongar, Toplumsal Değişim Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s. 18.
BİR
"Daha soylu ve daha erkek insanlardan doğan, daha yüksek insanlıklar önünde, alçak
uygarlıkların ve çürümekte olan ırkların ortadan kalkması, Tanrının sınırsız tasarısının
bir parçasıdır.. Amerikan fabrikaları, Amerikan halkının kullanabileceğinden daha
fazlasını yapmaktadırlar. Amerikan toprağı tüketebileceğinden fazlasını çıkarıyor.
Tutacağımız yol bizim için çizilmiş bir yazgıdır, Dünya ticareti bizim olmalıdır, olacaktır.
Ve bunu anamızın (İngiltere) örnek olduğu biçimde yapacağız. Bütün yeryüzünde
Amerikan ürünlerinin dağıtım noktalan olarak ticaret karakolları kuracak, okyanusu
ticaret filomuzla kuşatacak ve büyüklüğümüzle orantılı bir donanma meydana
getireceğiz. Ticaret karakollarımızın çevresinde bizim bayrağımızı dalgalandıran ve
bizimle ticaret yapan, kendi hükümetlerine sahip büyük sömürgeler kurulacak,
kurumlarımız ticaretin kanatları altında bayrağımızı izleyeceklerdir."
Prof.Dr. Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, s.79.
İKİ
"Biz, egemen bir hükümetin egemen olduğu topraklar üzerindeki mülkleri ve insanları
kendi tasarrufu altında bulundurma hakkına tam manasıyla el atmaya kalkışmıyoruz...
Sadece, uluslararası, özel yatırımcı için cazip şartlar yaratılmasının, onlar hesabına,
akıllı ve basiretli bir politika olacağını düşünüyoruz. Dolayısıyla, yardım
görüşmelerimizde ve doğrudan yardım müzakerelerimizde, özel yatırımın öneminin
belirtilmesi için, her zaman ve mümkün olan her yerde Elçiliklerimiz aracılığı ile
yetkilileri etkilemeye çalışıyorum"
ABD Dışişleri
YENİ EMPERYALİZM
"Savaşın (İkinci Cihan Savaşı'nın) sonucu ne olursa olsun, (Amerika) hem Dünya
sorunları, hem hayatının her veçhesinde bütün fırsat, sorumluluk ve tehlikeleriyle birlikte, bir
emperyalizm siyaseti sürdürecektir... İngiltere bu çatışmadan (İkinci Cihan Savaşı'ndan)
yardımımız sayesinde yenilmeden çıksa bile, ekonomik bakımdan o kadar sıkıntıya
uğrayacak ve prestiji o kadar sarsılacak ki, dünya politikasında uzun süredir kurduğu
üstünlüğü koruyamayacaktır. İngiltere, olsa olsa, Amerika'nın ekonomik kaynaklarıyla askeri
ve deniz gücünün ağırlık merkezini teşkil ettiği yeni bir Anglo-Saxon emperyalizminin küçük
bir ortağı olabilir. Aslında, Küba ve Filipinleri işgalimiz ve geçen (Birinci) Cihan Savaşı'na
katılmamızla son çeyrek yüz yıldır çizdiğimiz yönden aynlmamız mümkün değil."[1]
Bu sözler, 10 Aralık 1940'ta söylenmiş. Emperyalist siyasasını, yeni boyutlara taşıma
kararının bu açıklaması, ABD Ulusal Endüstri Konferansı'nda, Konferans Başkanı Dr. Vingel
Jordan taralından yapılıyor. Bu tarihte ABD daha savaşa girmemiştir ama emperyalizm,
savaş sonrası yönünü şimdiden çizmek gerektiğini, bir politika konferansında değil, endüstri
konferansında vurguluyor. Nedeni, bu araştırmamızın da konusudur. Yani emperyalizmin
özüdür bu neden. Mantığıdır, o mantığın dayandığı nesnel ortamdır. Çünkü yeni
1
Prof.Dr. Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, s. 143.
emperyalizm, ticaretin bayrağı altında genişleyecek, yayılacak, sermayenin
uluslararasılaşmasıyla başlayacak ve az gelişmiş ülkeleri işgal altına alacaktır. Güvenliğini ve
bağımsızlığını koruma, ekonomik gelişmesini yardım anlaşmasıyla sağlama savlarıyla; dost
gülüşü altında, dostluk, özgürlük, eşitlik aldatmacalarıyla gelecektir.
Nedir sömürgeciliğin bu biçem ve yöntem değişikliği ile geldiği yeni sömürgecilik, yeni
emperyalizm? Nedir?...
Şimdi, bugün Dünya'yı pençesinde tutan gerçeğin, nasıl doğduğunu ve geliştiğini
görelim.
Önce, nedir Yeni Emperyalizm, bakalım, nedir gizli işgalle Dünya'yı sömüren ve
yöneten olgu? Nedir?
Emperyalizm, askersel işgalli sömürüyü, Ulusal Kurtuluş Savaşları'nın yaygınlaşması
nedeni ile sürdüremeyeceğini anlamış ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir yöntem
geliştirmiştir. Emperyalizm, bu kez dostluk ve yardım anlaşmalarıyla gelmiştir. Hem de,
geldiği ülkenin tüm alanlarını denetlemenin yol ve yöntemlerini anlaşmalarla sağlayarak!
Bunun bir başka adı, "Dolaylı İşgal"dir. İşgalci yöntemin, ulusal bir direniş bilinci yaratmasına
karşın, bu dolaylı işgal, değil halkın, politika ile uğraşan çoğu kişinin bile ayırdın
varamayacağı bir gizli işgaldir.
İşte ABD, dünyanın az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerine ve Türkiye'ye, bu
yöntemle yerleşmiştir. Biliyorum, bu "yerleşmiştir" sözcüğüne kimileri dudak bükecektir.
Ancak, Türkiye'nin ve benzeri ülkelerin, 1950'lerden bu yana geçirdiği evreler dikkate
alındığında, bu "yerleşme" sözcüğünün yerinde olduğu görülür.
ABD, İkinci Dünya Savaşı öncesi, Büyük Britanya başta olmak üzere, Fransa,
Hollanda, Belçika gibi ülkelerin işgalci sömürgeciliğinden çok, Büyük Britanya'nın,
uluslararası finans örgütleri -Bankalar- eliyle Dış ticarette elde ettiği egemenliği geliştirmeyi
uygun görmüştür. Harry Magdoff’un George S. Moore'dan aktardığı şu değerlendirme
görüşümüzü doğrular. Birleşik Devletler Bankalarının, 19'uncu yy.'da İngiltere'nin büyük mali
kurumlarının uluslararası finans alanında oynadıkları role hazırlanmaları çok doğaldır. First
National City Bank'ın Genel Müdürü Moore, bunun "ulusal devletin doğumundan bu yana
görülmedik uluslararası bir bağımlılığa gidiş" yarattığını da söyler.
Avrupa Finans Kapitalinin (Alman ve İngiliz bankaları ve bunların şubeleri kanalıyla)
Güney Amerika ekonomik ilişkilerindeki etkinliğini National City Bank'ın bir yetkilisi, 1915'te
şöyle açıklar; Bankaların şube açtıkları ülkelerde, kaynak geliştirmesi için kredi sağladıkları,
kamu hizmetlerini ve yatırımları finanse ettikleri, hammaddeler için, kendi endüstrileri için
pazar yarattıklarını belirttikten sonra der ki:
"İngiliz ve Alman paraları, bu ülkelere rahatça yatırılmıştır. İngiltere ve Almanya, son
yirmi beş yıl içinde, Arjantin'e, Brezilya'ya ve Uruguay'a yaklaşık olarak dört milyon
dolar yatırmışlar ve bunun sonucu olarak da, ikisi birlikte bu üç ülkenin toplam
ticaretinin yüzde 46'sını ellerine geçirmişlerdir." ABD özel girişiminin ticaret yoluyla
sömürü stratejisi bu görüşlerden doğmuştur.
Yeni emperyalizmin (yeni sömürgecilik) altyapısı, dünya kapitalizminin genişleme,
yayılma ve ticaretin uluslararası niteliğe dönüşmesi süreci ile başlamıştır. Sanayi Devrimi ile
hammadde gereksiniminin ulusal sınırlar Dışından karşılanması zorunluluğu, endüstrilerin
birleşmesi ve hammadde kaynaklarının arattırılması ve yeni alanlar keşfedilmesine yöneltti.
Harry Magdoff’un The Business History Review Spring 1959'dan aktardığı gibi:
"Doğal maddeler işleyen endüstriler başta olmak üzere, birçokları hammaddelerini
kendi kontrollerine almışlardı. Başka bir deyişle, iş ekonomisi endüstrileşmişti. Belli
başlı endüstriler, büyük dikey bütünleşmeye gitmişler, merkezi girişimler haline gelmiş
birkaç firmanın hâkimiyeti altına girmişlerdir.” [2]
Bu birleşme ulusal planda olduğu gibi, uluslararası planda da olmuştur. Çünkü, çok
söylendiği gibi, kapitalin milliyeti yoktur. Büyük sermayenin doğuşu ya da sermayenin
enternasyonalleşmesi sömürgecilik siyasasında önemli bir aşamadır. Ticaretin uluslararası
aşamasında, yabancı kapitalle işbirliği yapan yerli şirket ve işadamları kanalıyla, az gelişmiş
ülke ekonomilerinin denetimi ve yönlendirilmesi ulusallıktan çıkmıştır. Bu olgu, uluslararası
ticaretin yeni pazarlara açılma sürecine denk gelir. Bu süreci, kredi ve borç verme ya da
yardım anlaşmaları izler, işte bu mekanizma, yeni emperyalizmin gizli işgal yöntemidir.
Özetle, sanayi devrimi hammadde kaynaklarının denetimi, endüstrilerin birleşmesi,
ticaretin enternasyonalleşmesi, yeni pazarlara açılma... Ve yeni emperyalizm! Türkiye'ye
gelen, ekonomik ve sosyal sorunlarımızla ilgili raporlar düzenleyen ve bize kalkınma
stratejileri öneren her uzmanın, "ağır sanayiyi bırakın, siz Avrupa'nın yiyecek ve tahıl tarlası
olun" önerileri işte bu sistemin önerileridir. Böylece hammadde kaynakları emperyalizmin
hizmetine ve denetimine sunulacaktır.
Hammadde kaynaklarını denetleme, yeni pazarlar, az gelişmiş ülkelerin özel
girişimleriyle (komprador burjuvazi) işbirliği yapılarak sağlanır.
"Büyük emperyalist tekeller, geri kalmış ülkeleri hafif sanayiye yöneltmek yoluyla da
(Thornburg, 1948 tarihli raporunda Karabük Demir Çelik Fabrikaları'nın, Kırıkkale Silah
Fabrikaları'nın tasfiyesini öneriyor ve Türkiye'nin tarım ve hafif sanayi ile kalkınacağını
belirtiyordu/notumuz) yeni bir sömürüye girişmişler ve yerli kompradorlarla sömürü
ortaklıklarını kurmuşlardır. [3]
Bu yolla, o ülkelerdeki sosyal ve ekonomik gelişmeler de denetim altına alınır. Bu
ülkelerin artı değeri uluslararası şirketlere akar. Hançerlioğlu'na göre:
"Kendi ülkelerini sömürten yerli kompradorların emperyalist burjuvaziden aldıkları kâr
payı, göreceli olarak bir dilenciye verilen sadaka ölçüsündedir.
Açık bir deyişle, yerli
komprador burjuvazi, bir sadaka karşılığında, emperyalistlerle ortaklıklar kurarak kendi
yoksul halkını sömürmektedir."[4]
Bu gerçeği, sosyalist sistemin dağılışından sonra tartıştığımız kimileri, "iyi ama
bugünkü geldiğimiz noktayı bu ilişkilere borçluyuz, biraz gelişmiş isek ve gelişmeyi
sürdürecek düzeyde isek, bunun yararları da gözardı edilmemelidir." yanıtını verdiler.
Bu yanıtı, Orhan Hançerlioğlu'nun şu değerlendirmesi ile karşılayalım:
"Ama" diyor Hançerlioğlu,"... bu sadaka, komprador burjuvaziye kendi yoksul halkının
yaşama düzeyi ile ölçülemeyecek üstünlükte çok yüksek bir yaşama düzeyi
sağlamaktadır!" [5]
Geçmiş yıllara bakarak ülkemizde, göreceli de olsa bir gelişme gözlenebilir. Ancak, bu
gelişmenin karşılığı iç ve dış borçlardır.[*] Ve bu borçları, bizim çocuklarımız ödeyeceklerdir.
Onlara, borçsuz ve çağdaş uygarlık düzeyini yakalamış bir ülke yerine borçlu, sorunlu ve
2
Harry Magdoff, agy. s.39.
3
Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Cilt 7, s.298, Yeni Sömürgecilik maddesi.
4
Orhan Hançerlioğlu, agy., s. 299.
5
Orhan Hançerlioğlu, agy. s.298.
* İç borçlar: (1992 sonunda) 175 trilyon 155 milyar TL.,
Diş borçlar: (1992 sonunda) 54,7 milyar dolar, her iki borçta da faizler hariçtir
bağımlı bir ülke ve sistem bırakmanın ayıbını unutmayalım!
Görülüyor ki, her gelişmişlik kendinden daha geri olan kesimin sırtındaki yüktür. Az
gelişmiş ülkenin işbirlikçi burjuvası, kendi haklını; onun bağlı olduğu emperyalist sistem ise,
ikisini birden sömürür. Bu gerçek hiçbir zaman değişmez. Sosyalist sistem ayakta iken de
böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır.
Prof. Benham, "Az Gelişmiş Ülkelere Ekonomik Yardım" adlı yapıtında der ki:
"Yoksul ülkelere yardım ederken, kendi kârlarımızı artırdığımızı bilmek hoşumuza
gider." [6]
Yeni emperyalizm bu sömürü çarkını, kendi denetimindeki uluslararası finans
kapitalin, AID, İMF, Dünya Bankası, Konsorsiyumlar gibi örgütleriyle döndürür.
Emperyalizmin çıkan için her yol meşrudur. Dean Rusk, "Birleşik Devletlerin, ulusal çıkarları,
uluslararası çıkarlara feda edildiği için değil, uluslararası çıkarları diğer uluslara zorla kabul
ettirdiğine" ilişkin eleştirilere yanıt verirken; bunun ABD'nin Dünya liderliğinin sonucu
olduğunu savunarak, 'kanımızca' diyor, "bu eleştiri bizim ve uluslararası hukukun güçlü
olduğunun kanıtıdır."[7]
Bu yanıtın altında yatan, ABD'nin kendi gücüne ve idealizmine olan güvenidir. "Biz
haklıyız, çünkü güçlüyüz" demek istiyor Dean Rusk.
Uluslararası şirket çıkarları, ulusal çıkarıdır ABD'nin. Rockefeller de, "Standart Oil için
iyi olan, ABD için de iyidir," der. Claude Julien, "Özel çıkarlar ve ulusal çıkar birbirine bağlı
olduğuna göre, bu çıkarların birbirine karışmaları/müdahaleleri de birbirine bağlı olmalıdır,"
der ve Dünya Bankası Başkanı Eugene R. Blok'un şu açıklamasını aktarır:
"Bizim dış ülkelere yardım programımız, Amerikan özel teşebbüslerinin yararınadır. Bu
programlar başlıca şu yararları sağlar:
- Dış ülkelere yardım, Amerikan malları ve hizmetleri için doyurucu ve doğrudan pazar
sağlar.
- Dış ülkelere yardım, Amerikan şirketleri için yeni pazarların denizaşırı gelişimini
hızlandırır.
- Dış ülkelere yardım, yardımdan yararlanan ülkelerin ekonomisini, serbest teşebbüs
sistemine yöneltir; bu sayede de Amerikan firmaları gelişebilir."
Claude Julien şöyle sürdürür: "Doyurucu ve doğrudan pazar, yardımdan yararlanan
ülkeleri, aldıkları kredinin ortalama yüzde 80'ini Amerika'dan satın alınacak mallara ayırmaya
mecbur eden -anlaşma- hükmüne bağlı olarak açılır."[8]
EMPERYALİZMİN KÜRESEL ÖRGÜTLENİŞİ
Dünya Bankası Başkanı'nın yukarıda özetlenen sözleri, Banka'nın, uluslararası
sermaye hareketlerini düzenlerken hangi amaca hizmet ettiğinin söylemidir. Özetle amaç, az
gelişmiş ülkeleri belli bir dünya görüşü altında toplamak ve Dünya'ya, emperyalist sistemin
rahatça işleyeceği bir düzen vermektir. Bunun en sağlam yolu, o yaşamın "olmazsa olmaz"ı
paradan geçer.
İşte yeni emperyalizmin en büyük silahı budur. Para, para, para...
İkinci Dünya Savaşı sonunda, ABD, uluslararası sermaye hareketlerine yön vererek
dünyaya egemen olunacağının bilinciyle, uluslararası bir örgüt kurma gereğini duydu. Önce,
uluslararası ekonomik düzenin parasal sorunları için, Bretton-Woods Antlaşması’nı sağladı.
6
Orhan Hançerlioğlu, agy. s.299.
7
H. Magdoff, agy. s.55.
8
Claude Julien, Amerikan İmparatorluğu, s. 275.
44 ülkenin katıldığı bu antlaşma ile önce elindeki allın stoklarını değerlendirerek, paranın
uluslararası değerini altın kambiyo standardına bağlattı. Daha sonra Dolar, altının yerine
geçti. Dikkat edilirse bugün, ABD Doları nezle olsa, öteki para birimleri komaya girecek
nerdeyse. Mark'ı, Yen'i, Sterlin'iyle Dünya’yı hükmeden sermaye, Dolar'a bağımlı kılınmıştır.
ABD Dünya ekonomisini ilk kez bu antlaşmayla denetime aldı.
Daha sonra Dünya Bankası, İMF ve AID gibi kuruluşlarla -evrensel finans sistemi
yoluyla- az gelişmiş Ülkelerin kaynaklarını; hangi ekonomik alanda çalışacaklarından, yatırım
plan ve programlarına değin her noktayı kontrol etmeye başladı. Bu denetim öylesine
kapsamlıdır ki, yardım alan ülkenin iç ve dış politikasını da yönlendirmektedir.
Böylece Dünya Bankası, İMF, AID gibi dolara dayalı ve tümü ABD tarafından kontrol
edilen, evrensel finans kapitalin bu kuruluşlarıyla, yeni emperyalizm, etki alanındaki ülkeleri
her noktada denetlemenin yolunu bulmuş oldu.
Yeryüzünün, dahası uzayın bile kaynakları, ancak emperyalist sistemin üretim çarkları
için ayrılmıştır.
Yeni emperyalizm bunu işbirliği sözleşmeleriyle sağlamıştır. Böylece az gelişmiş
ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynakları, insan emeği bu politika yoluyla yeni emperyalizmin
emrindedir.
Ve bu sistemin savunması da, NATO'su, CENTO'su, SEATO'su ile sağlanmak
istenmiştir. Böylece savunma -az gelişmiş ülkelere- yaptırılmaktadır. Bu küresel gücün
komutası ABD'dedir. Yeni emperyalizm böylece, küresel çıkarlarının bekçiliğini kendi
denetimine aldığı az gelişmiş ülke ordularına yaptırmaktadır.
ÇIKARI MEŞRULAŞTIRAN TOPLUM
ABD'nin, bu küresel güç ve sömürü politikasına yön veren düşünce ve eylem sistemi
neye dayanır? Bir ülke nasıl olur da dünyayı böylesine denetleyebilir? Bu gücün itici motoru
nedir?
Bu soruların yanıtı, ABD'nin kuruluş ve var olma felsefesinden çıkarılabilir. Çünkü
kuruluş evresinde toplumlar, belli bir felsefe ve ilkeler çerçevesindeki birleşmelerle oluşur. Ve
o ilkeler, o toplumun tarih içinde var oluşunun temeli olup, geleceğine yön verir. Buna
toplumların tarih içinde meşrulaştırılması denir. 'ABD'nin bu kuruluş, var oluş ve geleceğe
uzanan meşrulaşma ilkeleri nelerdir?' sorusunun yanıtı, O'nun politikasının kaynağıdır elbet.
Ve o ilkelerin birincisi ve sonuncusu "çıkar"dır.
Çıkar, her varlık için ona yön veren bir gerçektir ama Amerikan toplumu için, öncelikli
yaşamsal önemdedir. Nedeni, o toplumun varoluş ve kuruluşunun sosyal kaynağının, bu
ilişkiye dayanmasıdır. Bundan üç yüz yıl önce bir Amerikan Ulusu yoktu. Amerika'nın keşfi ile
bu yeni kıtaya başlayan göçler, bugünkü kuşakların ana ve babalarını oraya; Avrupa'da
bulamadıklarını arayıp bulmak için taşıdı. Yeni bir ülkeye, yeni umutlarla geldiler. Hiçbir
şeyleri yoktu, ama o ülkede her şey vardı. Yaşamak için çalışmak, doğayı yenmek
gerekiyordu. Asillerin sömürüsünden, kendileri gibi olmak için kaçtılar. Zenginlik en büyük
özlemleriydi. Zengin olmak istediler ve daha çok zengin olmak için de yollar aramaya
başladılar'.
Tek itici güçleri çıkarlarıydı. O çıkarları için birleştiler ya da kavga ettiler. Yeni
dünyanın geniş ve bakir topraklarını paylaştılar başlangıçta ama zamanla güçlüler, güçsüzleri
kovdu topraklarından.
Ve işte Amerikan Ulusu, böylece çıkar temeline oturtulan birleşmeyle gerçekleşti.
Bugüne uzanan gelişmesinde, Dünya'ya egemen olma istencinde ve hırsında, hep o tek
sözcük itici güç oldu; 'çıkar'... Tarih içinde, o toplumu meşrulaştıran, o insanları bağlayan
çıkarları oldu.
Ve yenisiyle, eskisiyle emperyalizm de çıkar üzerine kurulu değil mi?.. 'Daha çok çıkar
sağlamak için de, genişleme ve yayılma gerekmez mi? İşte, yeni emperyalizmin itici gücü!..
Şimdi, Amerikan Ulusu denilen çıkarcılar toplumunun, kuruluş ve sömürgeciliğe adım
atışının evrelerini izleyelim.
SÖMÜRGECİLİKTEN YENİ EMPERYALİZME
Sömürgecilik, genel olarak bir ulusun, başka ulusları ya da toplulukları, siyasal ve
ekonomik egemenliği altına alarak yayılması ya da yayılmayı istemesi olarak tanımlanır.
Sömürgecilik, yeni emperyalizm öncesi, güçlü ülkelerin güçsüzlerin toprakaltı ve
topraküstü servetlerine el konulmasından da öte, sömürgeleştirilen ülke insanlarının, emek
güçlerinin de sömürülmesi, o insanların kölelik düzeninde yaşatılmasıydı. Örneğin Çin'i
sömüren ülkeler, Çin'in Şanghay lokantalarının kapılarına, "Buraya köpekler ve Çinliler
giremez" levhalarını asarak, Çinli'yi köleden de aşağı gördüklerini belgelemişlerdir. Asgari
ücret Kenya'da yerliler için 6 dolar iken, Avrupalılar için 209 dolardır. Kuzey Rodezya'da
yerlilere 5 dolar, Avrupalılara 229 dolar olarak ödenmesi bunun somut örnekleridir. Uygar
olduğunu, ele geçirdiği ülkelere özgürlük ve uygarlık getirdiğini söyleyen Batı, işle budur. Ve
Batı uygarlığı, zenginliği, işte o insanların gözyaşları, sömürülen emekleri ve canları ve
kanları pahasına elde edilen artı değerden de öte, varlıklarının talanına dayanır.
Örneğin,. Büyük Britanya'nın az gelişmiş sömürgelerine 1862'de yatırdığı 3,6 milyon
frank, 1870'te 20 milyon, 1885'te 30 milyon franka yükseliyor.
Fransa ikinci plandadır. Daha sonra, Belçika, Hollanda, Amerika, Japonya Dünya'nın
geri kalmış bölgelerini, daha da geri kalmaları pahasına sömürü yarışına geçmişlerdir. [9]
Az gelişmiş ülkeler yoksullaşırken, köleleşirken, Avrupa üstün insanlar (!) toplumu
olarak Dünya'ya üstten bakmaya başlar. İşte bu üstten bakış, bir yerde faşizme dönüşmüş,
dünyanın başına bela olmuştur.
Batı uygarlığı, bir yerde, Mehmet Akif Ersoy'un diliyle, bu nedenle "tek Dişi kalmış
canavar"ın eseridir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Dünya'nın yeniden paylaşılması için
çıkarılmıştır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sonrası Dünya, askersel işgalli sömürüye veda
etmiş ve yeni bir sömürü düzeni, az gelişmiş ülkeleri gizli işgalle ele geçirme dönemi
başlamıştır. Bu yeni dönemde, Büyük Britanya'nın yerini ABD almış, savaş sonrası sıfırdan
başlayan Almanya ve Japonya toparlanarak Dünya pazarlarındaki paylarını aramaya
başlamışlar, kısa sürede yeni bir pazar çelişkisi doğmuştur. Belçikalı ekonomici Ernest
Mandel;
"Bütün insanların potansiyel olarak yararlanabileceği muazzam servetlerle sefalet,
israf ya da insansal ve teknik kaynakların noksan istihdamı arasındaki zıtlık, Dünya
ölçüsünde hiçbir zaman bugünkü kadar açıkça sömürülmemiştir."
diyor. Mandel'e göre,
"eğer insanlar doğa üzerindeki başarılarını öteki hemcinsleri ile paylaşmayı ve aynı
bilimsel yöntemlerle adaletle dünyayı yeniden kurmayı beceremezlerse, üretken
güçler, nükleer savaş gücü haline gelebilir."[10]
İşte yeni emperyalizm, bu olasılığı görmekle kalmamış, dolaylı saldırı saydığı çıkarına
karşı çıkışları önlemenin yollarını da bulmuştur. Az gelişmiş ülkelerdeki çıkarlarını, o ülkelerin
9
Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, cilt 6, s. 149-151.
10 O. Hançerlioğlu, agy. cilt 6, s.150.
insanları ve askerleriyle sağlamaktadır. "Az gelişmiş ülkeler, kendi ordularının işgali
altındadır" söylemi bu gerçeği anlatır. Bu öyle bir uygulama ki, bir yandan işgalci yöntemin
halkta yarattığı toplumsal tepki önlenmekte, öte yandan bu gerçeği gören halkın, kendi
ordusuna olan güveni sarsıldığı için, toplumun birlik duygusu parçalanmaktadır. Ordu ve halk
birbirinden koparılmaktadır. Toplumun güvenlik güçleriyle, toplum birbirine düşürülmektedir.
Yeni emperyalizm, gizli işgal altına aldığı ülkeleri, yalnız ekonomileriyle değil, kendi
ideolojisini aşılayarak eğittiği o ülkenin insanları ve kendi ajanlarıyla, her yönden denetimi
altına almıştır. Gerçekte ekonomik bağımlılık, iç ve dış siyasada da bağımlılığa yol açmıştır.
Ve özellikle az gelişmiş ülke orduları da emperyalizmin denetimindedir. Çünkü, ordular ulusal
ordu değildir, ordular "hür dünya"yı savunma görüntüsü altında, emperyalizmin çıkarlarını
savunmaktadır. Ve ulusal ölçekteki bir sorunun çözümünde, ordularının eli kolu bağlı kalması
gibi bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.
Bizim Kıbrıs bunalımında olduğu gibi... Bir sözleşmenin gereğini yerine getirseniz bile
cezalandırılırsınız. 1975'teki ambargo işte bunun somut örneğidir. Ordunuzun silah araç ve
gereçleri belli bir kaynağa bağlı olduğundan, lojistik ikmal yapamazsınız. Sizi kendine muhtaç
etmiştir. Sızlanıp durursunuz. Başkaldırmaya giriştiğinizde, İsmet Paşa'nın deyimiyle,
"başınıza neler geleceğini" bilemezsiniz. 12 Mart'lar yetmez, 12 Eylül'lerle terbiye etmeye
kalkar yeni emperyalizm.
Ama medyalar eliyle, bütün dünyaya, günün her saatinde ABD'nin özgürlük,
demokrasi ve insan hakları savunucusu ve 'özgür Dünya'nın güvenlik dayanağı olduğu imajı
yayılır. Dünya'nın sorumlusu odur ama "sorumluluğa inanmanın cezasını çekersiniz"
sonunda. Yeni emperyalizm düzeninde, emperyalizmin ezdiği ülkeler insanlarının uyanması
önlenmekte, Ulusal Kurtuluş Savaşları, nükleer patlamalardan daha korkunç olarak
nitelenmektedir.
Yeni emperyalizm, halkların gerçeği görüp savaşma bilincine ulaşıncaya dek
sürecektir anlaşılan... ABD'nin küresel ihtirası o güne değin artarak Dünya'yı sömürecektir!
KAPİTALİZM VE AMERİKAN ULUSU'NUN DOĞUŞU
Emperyalizmin mantığı nedir?" sorusunun yanıtı, "zenginleşmenin zenginleşmesidir"
olur. Yani, kapitalin sürekli büyümesidir. Çünkü kapital, olduğu gibi kaldığı sürece küçülür.
Kapitalizm, artı değerden yoksun kaldığında erir, yok olur. Kapitalist bir ekonomide, işveren
daha çok kazanmak için, en az ücretle en çok iş saati, dolayısıyla en çok kâr etmek ister. Ve
bu bağlamda, giderek tekelleşme süreci başlar. Kapital, yeni sömürü alanlarına açılır.
Bulamadığında da kendi kurumlarını sömürür ki, bu dönem giderek güçsüzleşmesine yol
açar. Bu nedenle, emperyalizm, kapitalizm için bir tercih sorunu değil, kapitalist bir toplumun
yaşama biçimidir. Çünkü, üreten fabrikaların ürünlerine pazarlar, artan ürünler için Dış
pazarlar gerekli olduğu kadar, üretim için de hammaddeye gereksinim vardır. Bu zincirleme
gereksinimler, kapitalizmin iç dinamiğidir ve bu olgu kapitalist toplumu emperyalist olmaya
iter.
Özetle kapitalizm, emperyalizme açılan dönülmez bir yolun başıdır. İşte kapitalist
sistemle gelişen sanayi devrimi, sanayileşmiş ülkeleri Sömürge İmparatorluğu kurmaya
zorlamış olup bu olgu sistemin önlenemez sonucudur.
Avrupa'nın sömürge imparatorluğu kurduğu dönemin başında Amerika, Büyük
Britanya'nın sömürgesidir. 1776'da utkuyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı sonunda
bağımsızlığına kavuşan Amerika, kısa sürede yeni toprak kazanımları ve iç savaşla birliği
sağladı. 1870'lere doğru ekonomide görülen hızlı gelişme Amerika'nın gelecekteki
hedeflerine yol gösteriyordu. İç savaş sırasında Kuzey ve Doğu'da sanayi gelişti. Ağır
metalürji, sanayideki gelişme, demiryolu ve karayollarının ülkeyi ağ gibi sarması, Kayalık
Dağları'ndan çıkarılan değerli madenler, yeni eyaletlere kaynaklık etti. Bunları yaratanlar,
Avrupa'dan yeni ülkeye çabuk zengin olmak umudu ve ihtirasıyla gelenlerdi. Ülkenin el
sürülmemiş zengin kaynaklarını, liberalizmin ilkeleriyle işlediler ve böylece ortak bir ilişki ve
çıkara dayalı Amerikan Ulusu oluştu... Bu insanlar arasındaki bileşke çıkar ilişkisiydi. O çıkar,
daha çok kazanmak, zenginliğe zenginlik katmaktı. İnsanları ve toplumları her şeyden daha
çok, daha güçlü bir bağla birleştiren çıkar ilişkisi... Bu ilişki, öte yandan çelişkiyi de
beraberinde taşır. Güçlü insanlarla güçsüzler arasında, o bileşke çelişki olur. İşte kapitalist
sistem, bu çelişkiyi artırabildiği ölçüde sömürür ve zenginleşir.
Çağdaş emperyalizm, Amerika'nın kuruluşuna ve birleşik devlete dönüşmesine etken
olan bu ilişki-çelişki üzerine oturdu...
Amerika'yı var eden ilişki, Amerika'yı dünyanın egemeni olmaya iten güç oldu...
Prof. Dr. Türkkaya Ataöv'ün, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu adlı eseri, bugün
dünyayı avucunun içine alına düşleri gören tek süper gücün, emperyalist sisteme nasıl
girdiğini ve nasıl geliştiğini belgeleriyle sergilemektedir.
Amerikan politikasının itici gücü, zenginleşme, genişleme yoluyla bunalımları önleme,
böylece demokrasiyi zenginlikle yalatmadır. Amerikan idealinin temeli, işte bunu sağlayan
kavramlardır. Zenginleşme için genişleme, genişlemenin sağlanması için dünyayı
denetleme... Ve elbet önce, kendi yakın çevresini denetim altına alma...
MONROE DOKTRİNİ
ABD, Fransız Devrimi sonrası Avrupa'daki karmaşadan uzak kalmayı yeğlemiş ve
İngiltere'nin yardım çağrısına sırt çevirmiştir. Gelişmeler, Güney Amerika üzerinde Avrupa'nın
emperyalist istemlerine dur denilmesini gerektiriyordu. İşte Monroe Doktrini bu koşullarda
oluştu. Bu, Amerikan emperyalizminin çıkara dayalı ilk düzenlemesidir. ABD, bu doktrinle
arka bahçesini güvenliğe almış -ya da doğru deyimiyle, kendine ayırmış- Avrupa'nın
bölgedeki sömürgecilik girişimlerini önlemiştir.
O yılların önder ABD'li politikacılarından Gustave Koerner, Monröe Doktrini'ni
"Amerika'nın çıkarı" olarak niteliyor ve bunun, geleceğe yönelik yeni politikalara ışık
tutacağını şöyle vurguluyor:
"Gerçek Monroe Doktrini, ülkemizin çıkarıdır; bu çıkarın ne olduğu, nasıl korunacağı
ve ileri sürülüp sürülmeyeceği, hiçbir gelenek, program doktrin ya da örnek tanımadan,
o zamanki koşullar değerlendirilerek kararlaştırılacaktır. Zaten (bugüne kadar da) biz
hep böyle hareket ettik."[11]
GİZLİ İŞGALİN İÇ DİNAMİĞİ
Bu değerlendirmenin yerindeliği, o günden bugüne gelişen olaylarla doğrulanmıştır.
Koerner'in dediği gibi, "Amerika'nın uygulamaları hiçbir gelenek, program, doktrin ya da
örnek tanımaz." Koşullar ABD'nin çıkarı için neyi gerektiriyorsa o yapılır. Nasıl mı? Bu
sorunun yanıtlarından birini Dean Rusk'ın bir kongre konuşmasında bulabiliriz. Dean Rusk,
"yardım görüşlerimizde ve doğrudan yapılan müzakerelerde özel yatırımın önemini belirtmesi
için her zaman ve mümkün olan her yerde elçiliklerimiz aracılığıyla yetkilileri etkilemeye
çalışıyoruz," der. [12]
Gerektiğinde ülkelerin başındaki adamları, rüşvetle elde eder ve çıkarlarını onların
yardımıyla savunurlar. Eski bir ClA ajanı Philip Agee, "ClA GÜNLÜĞÜ" ADLI itiraflarında,
Uruguay'daki "anti-komünist siyasal çalışmaların Kırsal Eylem Birliği lideri ve 1960-61'de
devlet başkanı olan Benito Nordome kanalıyla sürdürülen harekât" olduğunu yazar.
Görülüyor ki Devlet Başkanı'nı elde etmişlerdir Uruguay'da. Filipinler'de Marcos, İran'da Şah
Rıza Pehlevi, Vietnam'da Kao-Ki, ABD'nin çıkarlarını ülkelerinde temsil eden, koruyan
11 Prof.Dr. Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, s. 7-8.
12 Harry Magdoff, agy. s. 165.
liderlere örnektir. Philip Agee, "Polisteki bağlantı ajanlarımızla solculara sorguları sırasında
işkence yaptırdık" der. [13] Rüşvetle elde edilen polislerden de, "Benim polisler her
zamankinden iyi çalışıyorlar," diye söz eder!
Uruguay'ın kokuşmuş bir ülke haline getirilişini anlattığı anılarına göre, Philip Agee, bir
hayli paralı ajanın emniyet örgütünde kullanıldığını yazar.
Başta Emniyet Müdürü Albay Rodrigez gelir. Agee der ki:
"Merkezin emniyet örgütü içindeki çeşitli görevlilerle ilişki kurması Emniyet Müdürü
için sır değildir; bunlar 'resmi' bağlantı çalışmaları olarak tanımlanır. Öte yandan merkez, terfi
ettirilerek şimdi Soruşturma Dairesinde dördüncü ya da beşinci derecede bir göreve atanan
eski Haberalma ve Bağlantı Dairesi Müdürüyle gizli ilişki kurmuştur. Müfettiş Antonio Piri/
Costagnct, emniyet örgütü içinde merkezin paralı ajanıdır ve üstlerinin bilmemesi gereken
işleri çekinmeden yerine getirir. Emniyet Müdürü'yle öteki polis yetkililerinin bilmemesi
gereken duyarlı işleri, merkez bu ajana vermektedir. Piriz ayrıca, grevler ve halk arasındaki
huzursuzluklarla ilgili hükümet planlan, siyasetin değişmesi ihtimali ve emniyet örgütü içindeki
personel atamaları konusunda değerli bilgiler sağlamaktadır."[14 ]
Bu gizli ilişkilerin nasıl kurulduğunu Bissel Raporu'ndan öğrenelim. Amerika'nın etkisi
altına aldığı ülkelerdeki ajanların, "hep bir Amerikalı, dahası resmi görevli bir Amerikalı ile
ilişki kurduklarını" açıklayan rapora göre, bu ajanların seçiminde, "Birleşik Amerika
Doktrini'ne inandırılan ve eğitilen o ülkelerin yurttaşlarından daha fazla yararlanılmalıdır.
Böylece, o ülkelerin yurttaşlarının kurduğu örgütler eliyle Gerçekleştirilen olaylara
Amerika'nın karıştığı anlaşılamaz."[14/1]
Bissel Raporu'nda, "Başlıca görevimiz" diyor, "müttefik bulmak -hem kişi hem örgütonlarla
ilişki kurmak, onların aynı ilkeler için çalışmalarını sağlamaktır... Ancak böyle masum
programlar bile, ABD hükümeti tarafından değil de resmi olmayan kuruluşlarca (örneğin AID,
Amerikan Vakıfları, Eisenhower Vakfı, Ford Vakfı gibi ya da o ülkenin özel girişimcileri ve
örgütleriyle/notumuz) yürütüldüğü vakit daha başarılı olur."[14/
2]
Bu yöntem gizli işgal'in başarısıdır. Bu işgalde, Rockefeller'in yöntemi uygulanır.
Ekonominin musluklarını ele geçiren yerli ve yabancılarla ortaklık kurmuş özel girişimciler
eliyle, siyasal sisteme egemen olunur.
Gizli işgal'in iç dinamiği işte bu yerli işbirlikçilerdir.
Bayrağın ticareti izlemesi, ticaret gemilerinin savaş gemileriyle eşgüdümü, ticaret
yoluyla az gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarını ele geçirmek, yeni emperyalizmin gizli işgal
yöntemi uygulamasıdır. Ve bu yöntem, sözleşmeler, antlaşmalarla gelişir! Parlamentoların
onayından geçer, yasalaşır... O andan sonra artık ABD ile çıkar ortaklığınız(!) kurulmuştur.
Karşılıklı işbirliği içine girmişsinizdir. ABD, bölgenizde, "kendi ulusal çıkarlarının (ABD'li
uluslararası şirketlerin) korunmasını" Dünya barışı için önemli saydığından, "Karşılıklı
İşbirliği"ne inandırır sizi. Sözleşmeler dikkatle, diplomatik dilin gizini çözerek okunursa,
korunan çıkarın emperyalizmin çıkarı olduğu anlaşılır. Örneğin, Türkiye-ABD arasında
imzalanan 1959 tarihli Karşılıklı İşbirliği Antlaşması'nda, "ABD Hükümetinin Türkiye'nin istiklal
ve tamamiyetini kendi milli menfaati ve Dünya sulhu için hayati telakki ettiği" yazılıdır.
Görülüyor ki, ABD, bizimle çıkarı için işbirliğine girmiş. O'nun ulusal çıkarı sömürüye dayanır.
ABD, işte o çıkarı için, bizi, Perle'nin dediği gibi, Ortadoğu'da "Bekçi" yapmak istiyor (aşağıda
63 ve izleyen sayfalara bakınız.) Sanırsınız ki, bu işbirliği için ABD yardımı size akacaktır.
ABD şemsiyesi sizi güvenliğe alacaktır. İsmail Cem, "Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi" adlı
incelemesinde (s. 337-339) "DP (Demokrat Parti) Hükümetinin ve özellikle Celal Bayar'ın
NATO'ya girdiğimizde yalnız güvenliğimizin garantiye alınacağına değil, ekonomik sıkıntıların
da giderileceğine" inandığını yazar. Dahası Bayar'a göre, "İsmet Paşa da, bu görüştedir."
13 Agy. s. 458.
14 P.Agee, ClA Günlüğü, s.482.
14/1 Aktaran Attilâ İlhan, Batı'nın Deli Gömleği, s.81.
14/2 Attilâ İlhan, agy. s.82.
Türkiye politikasına yön verenlerin dünyayı yorumlamayı, özümsemeyi bırakın,
dünyaya bakmayı bile bilmedikleri görülüyor.
TANRISAL BUYRUK: GENİŞLEME VE YAYILMA
Amerika'da devleti kuran felsefe, çıkara dayalı ticaret ve sanayi burjuvazisinin dünya
görüşüdür. Devletin oluşmasına kaynaklık eden bu görüş elbet, onun iç ve dış siyasasını da
yönlendirecektir. Yönetimin en belirgin özelliği, bu nedenle iş çevreleriyle resmi çevrelerin
uyumunu arayan bir sistem oluşudur. Dolayısıyla, politikaların oluşturulmasında da yönetim,
her zaman iş çevrelerinin etkileri ne açıktır. İş çevreleri, gerekirse yönetime baskı yaparak,
İstediklerim yaptırırlar.
Örneğin, Standart Oil Şirketinin kurucusu William Rockefeller, 1893'deki Brezilya
İhtilali'ni önlemesi için, Cleveland Hükümetine baskı yapar ve ihtilalin önlenmesini sağlayan
girişimi hazırlar. Torun Rockefeller de, Başkan Eisenhower'a yeni emperyalizmin sömürü
politikasının ilkelerini dikte edecektir.
Şili'de Allende'ye karşı gerçekleşen darbeyi ITT'nin yönlendirdiği belgelenmiştir. ClA
ve ITT'nin elbirliği ile Pinochet darbesi gerçekleştirilmiştir.
Çünkü, sistem gereği, "şirketlerin çıkarları, Amerika'nın ulusal çıkarları" demektir. Ve
bu çıkarların korunması için Amerika, genişlemek zorundadır. Bu O'na tanrısal istencin
çizdiği kaderdir.(!) Papaz ve yazar Josiah Strong der ki:
"Nüfus üstünlüğü ve ardındaki zenginlikten gelen güçle birlikte, eşi görülmemiş bir
enerjiye sahip olan bu ırk, -diyelim en geniş özgürlük, en saf Hıristiyanlık, en yüce
uygarlığın temsilcisi- kendi kurumlarım bütün insanlığa kabul ettirebilmek için özellikle
saldırgan nitelikler geliştirecek, bütün dünyaya yayılacaktır... Bu güçlü ulus,
Meksika'yı, Orta ve Güney Amerika'yı, denizdeki adaları, Afrika'yı ve gerisini ele
geçirecektir."1 [15]
Bu amaca ulaşmak için en büyük ırk olan Anglo-Sakson-Amerika ırkının dili olan
İngilizce bir 'Dünya Dili' olmalıdır. Böylece, Dünya Anglo-Saksonlara açılacaktır.
Genişleme kuramcılarından biri de, Kaptan Alfred Thayer Manan'dır. Mahan,
genişleme teorisini, ahlaksal bir eksene oturtma çabasıyla der ki:
"Amerika, Batı Uygarlığının koruyucusu olarak, insanlığın iyiliği için çalışmalı."
Görülüyor ki, bugün "Hür Dünya'yı koruma" güdüsünün kaynağı, emperyalist
düşünceyi doğuran o geçmişe dayanıyor.
Mahan, uzak denizlerde üsler kurulmasını ve ticaret ve savaş filolarının eşgüdümlü
olarak dolaşmalarını önerir. Uzak ülkelerde karakollar ve üsler kurulması, gemilere "kömür
alabilecekleri, onarım yapabilecekleri, dinlenebilecekleri yerleri bulmak, ulusun denizlerdeki
gücünü geliştirmek isteyen hükümetin görevidir," Mahan'a göre. [16]
Mahan der ki:
"Ülkenin refahı için, gözler yalnız içe değil, Dışa da çevrilmeli... Artan üretime pazar
beklerken, üretim gücünü kabul ettirmek ve ürünlerle pazarları birleştiren halkayı, yani
ticareti genişletmek sonsuz amaçtır..." [17]
15 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, s. 34.
16 Prof. Dr. T. Ataöv, agy. s. 45-47.
17 Prof. Dr. T. Ataöv, agy. s. 48.
1870-1896 arası geliştirilen bu düşünceler eyleme hemen geçirilemez. Ve eyleme
dönüşmekte gecikince 1896'da Turner, öteden beri savunduğu genişleme, demokrasi ve
zenginlik ilişkisini Atlantik Monthly'de yayınladığı yazıda bir kez daha açıklar. O'na göre:
"Üç yüz yıldan beri Amerikan hayatının temel gerçeği yayılma olmuştur. Canlı bir dış
politika, iki okyanusu birbirine bağlayan bir kanal, deniz gücümüzün kabul edilmesi ve
uzaktaki adalarla komşu ülkelerde Amerikan etkisinin yayılması isteği bu hareketin
devam edeceğini göstermektedir. [18]
Dışa açılma birden gerçekleşmez, geciktikçe de, bunalım ekonomiyi etkiler. Topluma
yön veren çevreler, basın yoluyla kamuoyu yaratma çabasındadırlar. Washington Post’ta
çıkan bir yazıda 1890'lann Amerikası şöyle anlatılır:
"Yeni bir bilincin -güçlülük bilincinin- ve onunla birlikte gücümüzü gösterme isteğinin
bize egemen olduğu anlaşılıyor... Aşırı tutku, çıkar düşkünlüğü, toprak açlığı, gurur,
yalnızca çarpışma isteği, adına ne derseniz deyin, yeni bir duygu bize canlılık veriyor...
Ormanda kan tadını duymak gibi halkın ağzında bir imparatorluk tadı var. Bu gelişme
yeniden doğmuş olan Cumhuriyetin uluslararasında yerini silahla alarak bir
imparatorluk siyaseti gütmesi demektir." [19]
Ve Senatör William Frye "Pazar bulmalıyız, yoksa ihtilal olur." sözleriyle sarsmak ister
toplumu. 1893'de Hawaii işgal edilir. ABD Emperyalizmi, ilk adımı kıta dışına atmıştır artık.
Yol açılmıştır!..
Kaptan Mahan, bu olayı değerlendirirken geleceğe şöyle işaret eder:
"Bu tek başına bir olay değil, ilerde başka olaylara yol açacak olan bir ilke, bir
siyasettir... Hawaii’nin ilhakı, yeterli bir içgüdüyle bağlantısız, gelişigüzel bir çaba değil,
fakat bir ulusun gelişmesinde kendi gerekliliğine inandıran bir ilk meyve ve bir
işarettir."[20]
Newyork Üniversitesi eski tarih profesörü Braun bu olayı, "Amerika ve dünya
politikasında bir dönüm noktası" olarak alkışlar.
Daha sonra Küba'ya müdahale edilir. Neden mi? Senatör, Beveridge'ye göre, "Tanrı
yeryüzünün en üstün ırkı" olan "Amerikan halkını, dünyanın yeni baştan doğuşuna önderlik
edecek halk olarak seçmiştir." Kennedy "Amerikalılar istediklerinden değil, kader böyle
istediği için Dünya özgürlük kalelerinin nöbetçisidirler." derken, Beveridge'nin ruhunu
canlandırıyordu. Burada, Senatör Beveridge'nin 22 Nisan 1898'deki sözlerini ve
düşüncelerini, gelin bugünlere işaret eden konuşmasının bir bölümünden izleyelim!
"...Daha soylu ve daha erkek insanlardan doğan daha yüksek insanlıklar önünde,
alçak uygarlıkların ve çürümekte olan ırkların ortadan kalkması Tanrının sınırsız
tasarısının bir parçasıdır... Amerikan fabrikaları, Amerikan halkının
kullanabileceğinden daha fazlasını yapmaktadırlar; Amerikan toprağı tüketebildiğinden
daha fazlasını çıkarıyor. Tutacağımız yol bizim için çizilmiş bir yazgıdır, dünya ticareti
bizim olmalıdır, olacaktır. Ve bunu anamızın (İngiltere) örnek olduğu biçimde
yapacağız. Bütün yeryüzünde Amerikan ürünlerinin dağıtım noktalan olarak ticaret
karakolları kuracak, Okyanus'u ticaret filomuzla kuşatacak ve büyüklüğümüzle orantılı
18 Prof. Dr. T. Ataöv, agy. s. 53.
19 Prof. Dr. T. Ataöv, agy. s. 51-52.
20 Prof. Dr. T. Ataöv, agy. s. 65.
bir donanma meydana getireceğiz. Ticaret karakollarımızın çevresinde bizim
bayrağımızı dalgalandıran ve bizimle ticaret yapan, kendi hükümetlerine sahip büyük
sömürgeler kurulacak, kurumlanınız ticaretin kanatları altında bayrağımızı
izleyecektir." [21]
Amerika'nın "kendi hükümetlerine sahip sömürgeler" politikası işte bu sözlerle
başlamıştır. Askerlerin değil, ideolojilerin işgaline dayalı sömürge politikasıdır bu.
Senatör O. H. Platt da, "topraklarımızın her genişlemesi önünde durulmaz büyüme
yasasına uygundur," der.
1890'larda söylenen bu sözlerden yola çıkan ABD, 1950'lerde Dean Rusk'ın diliyle,
"Dünya çok küçülmüştür, toprak ile, su ile, atmosferle ilgilenmeliyiz," diyecektir. [22]
Başkan Truman'ın 1946'da Kongre'ye yolladığı mesajda söyledikleri de,
Amerikalılar'ın yarım yüzyıl sonra babalarının izinden gittiğini gösterir. Truman,
"Dünya'nın en kuvvetli devleti olarak üzerimize düşen sorumluluktan kaçınamayız.
Bütün gücümüzü, bütün imkânlarımızı, bütün enerjimizi halkın ve hükümetin mantığını
ve inisiyatifini bir tek ödev için seferber etmeliyiz. Milletlerarası olayların gelişmesine
ABD'nin en büyük ölçüde etki yapmasını sağlamalıyız. Amerika dünyaya açılmalıdır."
derken işte o geçmişten gelen ihtirası temsil ediyordu! [23]
Bunların tümü, ABD emperyalizmini doğuran çıkar+güç=genişleme ve yayılma
kuramının; zenginlik ve etkinlik için dünyayı ele geçirme amacının, Amerikan politikasında,
temel öğe olduğunu gösteriyor.
Son başkan Clinton'ın, "Çıkarlarımızı, ulusal çıkarlarımızı koruyacağız, çıkarımız
neredeyse biz oradayız," sözleri, Kaptan Mahan'ın "uzak ülkelerde üsler kurmalıyız,"
sözleriyle aynı anlama gelmiyor mu? İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD'nin Atlantik'te,
Pasifik'te, Ortadoğu'da ve Hint Okyanusu'nda kazandıkları üsler, Kaptan Mahan'ın,
"gelişmemiş ülkelerde savaş karakolları kurulması ve gemiler için lojistik ikmal üsleri
sağlanması" önerisinin gerçekleşmesi değil midir?
Ya Amerika'nın güvenliği için Müdahale Hakkı Teorisi'nin babası kimdir? Prof. Ataöv'e
göre:
"...Amerika, Theodore Roosevelt'in önderliğinde hem Latin Amerika'da, hem de Uzak
Doğu'da müdahalelere hazırlanıyordu. Önce Batı küresine bakalım. Başkan Roosevelt
Monroe Doktrini'nden bir 'netice-i lazime' (corollary) çıkardı. Bu, Monroe Doktrini'nin bir
parçası olmamakla birlikte, Orta ve Güney Amerika'da herhangi bir devlet toplumsal ve
siyasal yapı bakımından Amerika'nın güvenini kazanmayacak olursa, Amerika gibi
'uygar bir ulusun' müdahale edeceği inancını yaymaya çalıştı ve siyasetini bu yönde
uyguladı."[24]
"Açık Kapı Politikası"nın ekonomik bağımlılığa yol açtığını bir Amerikalı tanıktan
dinleyelim. Tarihçi Williams, Amerikan Dış Politikası adlı kitabında şöyle vurguluyor:
"Endüstri bakımından gelişmiş bir ulus, daha zayıf bir ekonominin gelişmesinde
denetleyici ve tek yanlı bir rol oynar ya da oynamaya çalışırsa, o zaman daha güçlü
21 Prof. Dr. T. Ataöv, agy. s.79.
22 Harry Magdoff, agy, s.55.
23 M. Fahri, Amerikan Harp Doktrinleri, s.179.
24 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, agy. s. 139.
ülkenin siyaseti; tam ve açık olarak belirtilince, yalnızca bir imparatorluk siyaseti olarak
tanımlanabilir. Ortaya çıkan imparatorluk daha zayıf olan ülkenin günbegün genel
valiler tarafından yönetilmesini ya da gelişmiş ülkeden, gittikçe artan sayıda göçmen
gelmemesi anlamında gayri resmi bir imparatorluk olabilirse de, gene de bir
imparatorluktur. Daha zayıf ve yoksul olan ulus, tercihlerini, güçlü toplumun doğrudan
doğruya ya da dolaylı olarak saptadığı sınırlar içinde yapar." [25]
EMPERYALİZM KADER OLMAMALI
Görülüyor ki, Amerika için genişleme ve yayılma, kimine göre tarihsel kader, -Darwinci
görüş- kimine göre Tanrısal bir istenç-irade-buyruk... Kimi kez de "insanlığa, özgürlük, eşitlik"
götürme görevi... Ve emperyalizm, Amerika'nın varoluş-kuruluş felsefesinin, dünyayı algılama
ve yorumlama yönteminin, kısaca kapitalist sisteminin doğal, zorunlu, yaşamsal sonucu...
Yeni emperyalizm, gizli güçleriyle, açık ve zora dayalı sömürü sistemiyle, dünyanın
son yarım yüzyıldır katlanmaya zorlandığı bir sistem.
Bu sistemden kurtulmanın mantığı ve yolu onu tanımakta aranmalıdır...
Emperyalizmle çıkar ilişkisi kurulabilir mi? Tarihçi Williams'a göre hayır. Peki, O'ndan
kurt ulunabilir mi? Evet... Üretici güçlerin önayak olacakları bir devrimle...
O güne değin, toplumların sömürü düzenine karşı çıkacak bilinç ve gücü sağlamaları
için çalışılmalıdır.
Emperyalizm kader değil, kapitalist sistemin sonucudur. Ve bugünlerde kapitalist
sistem dünyayı yeniden ele geçirmektedir.
Yine de, geleceğe umutla bakmamız için çok neden var gibi geliyor. İnsanlığı toptan
köleleştirmek olanağı bulunamamıştır. Yoksa Dünya'nın sonu gelmiş demektir. Kölelik ve
zillet elbet insanlığın kaderi değildir, ayıbı da olmayacaktır.
Oysa, genelde emperyalizmin, özelde ABD'nin yapısı, felsefesi ve politikası eğer
inceleme zahmetine katlanılsa, öğrenilir ve ona göre politika saptanır, tuzaklara düşülmezdi.
Gecikilmiş midir? Elbette! Ama bu, her şeyin bittiği anlamına gelmez. Mustafa
Kemal'in Ulusal Kurtuluş Savaşı'na başlarken Dünya'ya haykırdığı ilkelerden yola çıkarak,
bugünden, evet bugünden başlayarak, bu tuzaklardan kurtulmanın yollarını aramalıyız.
Emperyalizmin yenilmezliğini düşünmeyelim. Geçmişte bir tek biz yenmiştik. Bugün
neden yenmeyelim?
25 Prof. Dr. T. Ataöv, agy. s. 143.
BOLUM II
ABD ORTADOĞU VE TÜRKİYE
BİR*
"Basra Körfezi'nin ulaşıma açık tutulması açısından da Türkiye kritik bir noktadadır. Ki
bu konuda Türkiye'nin yaratabileceği alternatifler zaten inceleme altındadır. Mısır, Sudan,
Somali, Kenya ve Umman'daki üsleri birbirine bağlayan su yollarının kesiştiği nokta olan
Doğu Akdeniz eğer Türkiye nötr bir yol seçerse tehdit altında kalır."
Wohlstetter Doktrini'nden
İKİ*
"Özellikle Doğu Türkiye’nin önemi arttı. Çünkü ittifak içinde insan fazlası olan tek ülke
Türkiye. Cepheye birbiri ardından dizi dizi insan sürülebilir, Avrupalılar bunu yapmakta Kore
Savaşı'ndan bu yana isteksiz. Doğu Türkiye'de yapılmasına başlanan yeni üsler de, bu
bağlamda çok önem taşıyacak. Bu üsler her ne kadar kâğıt üzerinde Basra Körfezi ile
irtibatlandırılmıyorsa da müstakbel bir kriz anında büyük hizmetleri geçecek."
Prof. Eliot Cohen
ABD Donanma Akademisi Stratejisi Öğretmeni-1986
ÜÇ*
Bunun bir avantajı da su. Türkiye Dışındaki NATO üyelerinin Körfez'e tahsisli
birliklerini Körfez'e yakın bir üste konuşlandırmaları çeşitli siyasal sorunlara yol açar. Oysa
Türkiye'nin Türk birliklerini konuşlandırmak için Körfez'e yakın bir üs aramasına gerek yoktur,
çünkü zaten en yakın üs Türkiye'nin kendisidir."
Wohlstetter Doktrini'nden
ABD emperyalizmi teorisyenlerinin değişik yer ve zamanlarda ürettikleri bu kuramlara
göre, ABD için önemimiz, "insan fazlasının dizi dizi cepheye sürülebileceği" ve bizdeki üslerin
gerçekte emperyalizmin Basra Körfezi ve Güney Batı Asya'daki çıkarlarının korunmasında
kullanılacağı düşüncesidir.
Burada Ek:6'da yer alan Perle ve Burt'la yapılan bir söyleşideki şu sözleri de
belleğimizde tutarak değerlendirme yapılması gereğini okuyucunun dikkatine sunmalıyım.
"Bir tek Amerikan askerini Türkiye'de tutmak, bize 90 bin dolara mal oluyor. Oysa bir
tek Türk askerinin Türk Hükümetine maliyeti 6 bin dolardır, " diyor Perle, Böyle ucuz bir insan
deposudur ABD'nin gözündeki Türkiye.
Perle ve Burt'a göre Ortadoğu'daki rolümüz ABD'nin çıkarlarının bekçiliğidir.
Bu çalışma, işte bu gerçeğin belgelerini sunuyor.
(*) Bir, İki, Üç numaralı aktarmalar Ufuk Güldemir'in "Çevik Kuvvetin Gölgesinde" adlı
yapıtından alınmıştır.
BU VATANA NASIL KIYDILAR*
İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğini yediniz.
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Onu didik didik didiklediler,
Saçlarından tutup sürüklediler,
Götürüp kâfire: "Buyur..." dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Eli kolu zincirlere vurulmuş,
Vatan çırılçıplak yere serilmiş,
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Günü gelir çark düzüne çevrilir,
Günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur:
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Nâzım Hikmet 1959
(*) Nâzım Hikmet, Şiirler 1951-1963, Bütün Eserleri, cilt 2, Sofya Baskısı-1967.
ORTADOĞU'DA EMPERYALİZMİN BEKÇİSİ OLMAK
Önce şu haberi okuyalım: "Demirel'e iletilen ABD kararı." Hürriyet Gazetesinde, 13
Mart 1993'de yayınlanan Ertuğrul Özkök'ün haber/yorumu, böyle başlıyor ve şöyle sürüyor:
"ABD'nin Ankara Büyükelçisi Barkley, geçen pazartesi günü Başbakan Demirel'in
önüne ABD Hükümetinin Ermenistan'a yardım kararını koyuyor. ABD'nin yardıma
başlaması, Türkiye'nin endişe ile beklediği bir karardı. Çünkü ABD böyle bir
operasyonu başlatınca, dünyanın bütün medyaları bir anda bu olaya yöneliyor. O
nedenle Demirel, 'Yardım edecekseniz eşit davranın, Azerbaycan'a da yardım edin'
diyor. ABD, bu tavsiyeyi dinleyecek mi? Şimdi Ankara'da bunun cevabı bekleniyor!"
Ne denli çirkin bir durum değil mi? Bu, bağımsız bir ülkeye emperyalizmin
dayatmasıdır. Bağımsızlığı ile övünen bir ülkenin başbakanına, kendi halkının ve
yetkili organlarının, her şeyden önce insan haklarına bağlılıkları nedeniyle
onaylamayacakları bir kararı dayatmak ve onun uygulanmasını beklemek... Buna,
ancak çıkarından başka bir şey gözetmeyen emperyalizmin mantığı izin verir. [*]
Bu mantık, bizi kendi kararlarının uygulayıcısı görerek aşağılamaktan haz duyar.
Çünkü bu mantık, kendi aşağılığının örtülmesi için çabalar...
ABD, eğer bizi Ortadoğu'da bekçi gibi görmeseydi, bizi kapıkulluğuna layık
görmeseydi, bu çirkinliği sahneleyebilir miydi?
Bu haber/yorum, yıllar önce okuduğum bir söyleşiyi anımsattı. Ve hemen o yayını
aradım.1[1]
Önce bir bölümü, bir soruya verilen yanıttan başlayarak yeniden okudum. O yanıt
aşağıda:
"Bizim Türkiye'ye Ortadoğu'da herhangi bir rol alması için baskı yapmamız söz konusu
değildir... Ama Türk Hükümeti isterse karar verir ve rol alır."
Bu sözler Richard Perle'ün, M. Ali Birand'ın bir sorusuna verdiği yanıttan alınmıştır.
Bu sözleri okuduktan sonra, "Amerika'nın bize neden, hangi hakla rol vermeye kalkışacağı ya
da vermeyeceği üzerine" düşünce yürütülmesi doğaldır. Şöyle de düşünülebilir: "Neden, ABD
bize rol versin?" Dahası isyan da edilebilir. [*]
*
19 Mart 1993 günlü Cumhuriyet'teki bir haber, yeni ABD yönetiminin bize bakış açısını
netleştiriyor. ABD yönetimi "Türkiye'den, Erivan'la diplomatik ilişki kurulmasını" istemiş! Ayrıca, şimdiye
dek sadece demiryolu kullanılırken, Bill Clinton yönetiminin istemi üzerine, yeni bir kamyon yolu
yapılacakmış! Anlaşılan bizi bize bırakmaya niyetleri yok...
1
Mehmet Ali Birand, Richard Perle ve Richard Burt'la Söyleşi, Milliyet Gazetesi, 24 Nisan
1983.
*
Eski Milli Savunma Bakanı Hasan Işık 1981 Şubat'ında bir demeç vererek şu
değerlendirmeyi yapmıştır:
-"Galiba Dışarıda Türkiye'nin Ortadoğu'da özellikle de Körfez Bölgesi'nde yeni işlevler
üstlenmesini isteyenler var. Ve bununla yetinilmiyor, Türkiye'nin bunu hiç talep beklemeksizin
kendiliğinden yapması yeğleniyor." Başka yorumlar da yapılıyordu.
-"Belki de" deniliyordu, "ABD ve Batı, Türkiye'nin bu kadar tepki göstereceğini
hesaplamamıştı. Şimdi ortalığı sakinleştirmek, girişimlerini kabul edilebilir bir görünüme sokmak ve en
ucuz biçimde gerçekleştirmek için zaman kazanıyorlar." ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral David
Jones, askeri harcamalarla ilgili raporunu biz böyle bir merak içindeyken Kongre'ye sundu. General,
Körfez konusuna şöyle girdi:
-"ABD'nin Batı Avrupa, Kuzeydoğu Asya ve Güneybatı Asya'da çıkarları vardır. ABD'nin
ABD, bize Ortadoğu'da biçtiği rolü Perle'ün diliyle açıklıyor. Bekçilik... Bunu dolaylı bir
dille anlatıyor, politikacı diliyle!.. Amacını sözcüklerin ardına saklayarak. Diyor ki:
"İran'la Türkiye arasında çok önemli farklar var. Sizi Ortadoğu'da bekçi gibi bir duruma
sokma çabasında değiliz." Bu söylemle de, baklayı ağzından çıkarıyor. Daha önce, bir başka
soruyu yanıtlarken, "ama" demişti, "Türkiye isterse rol alabilir." Daha sonra da, bu yanıtıyla,
bu rolün bekçilik olduğunu söylüyor. Ve ABD, Özkök’ün haberinde açıklandığı gibi, aldığı
kararı uygulatmaya kalkışarak, bu rolün bize verildiğini vurguluyor!
Richard Perle ve Burt'le söyleşinin TSK'ya değgin değerlendirmeleri, bugün bile, ABDTürkiye
ilişkileri yönünden olduğu kadar, emperyalizmin küresel amaçlarına da ışık tutacak
değerdedir.
ABD açısından işlerini iyi bilen ve usta bir tartışmacı ve diplomat olan bu ikilinin
sözleri, söyleşi arasında kimi sözcüklere yükledikleri anlamla daha da önem kazanmış!.. Bu
söyleşide, o sıralar Doğu Anadolu'da yapılan hava üslerine, Amerikan askerlerinin
yerleştirilmesine Türkiye'nin izin verip vermeyeceği tartışılmış. Mehmet Ali Birand'ın Doğu
Anadolu'da günün koşullarına göre, "son derecede ileri teknolojiye göre" yapıldığına işaret
ettiği bu üslere, Türkiye'den çok ABD'li askerlerin yerleştirileceği kanısını içeren sorusuna,
Burt'ün yanıtı şudur:
"Bütün bu yapıların, Amerikan askerlerinin oraya gelmesini sağlamaya yönelik olduğu
kavramı bir noktayı gözden kaçırıyor. O da, bizim açımızdan en iyi yapacağımız iş
Türkiye'nin kendisini korumasını sağlamaktır. Çok daha az masraflı bir yaklaşımdı!
bu.." [*]
Bu sözler, ilk bakışta ABD'nin bizim savunmamız için beslediği iyi duyguların
açıklaması gibi algılanabilir. Ancak, ABD'nin emperyalist felsefesi ve Türkiye'de bulunuşunun
nedeni düşünüldüğünde, bu sözlerin gerçeği yansıtmaktan uzak olduğu; ikilinin, konuları belli
bir amaçla birbirine karıştırdıkları ve her zaman yaptıkları gibi kendilerince önemli olanları
gizlemeyi başardıkları görülüyor. Bu sorudan önce, bir başka soruya verilen yanıtta
söylenenleri burada yineliyorlar. Söyledikleri şudur:
"Askeri yönden Türkiye'nin oynayabileceği rol, kendi sınırları içinde askeri gücünü
artırmak, kendi öneminin boyutlarını geliştirir. Türk gücünün sınırları dışına
taşırılmasını değil, eğer Türkiye kendi sınırları içinde güçlü olursa NATO yararlanır ve
Atlantik Teşkilatı güçlenir."
Bu sözle, ABD bize, "sen işine bak, kardeşim. Önce kendini güçlendir. Bu üsleri
kullanmak senin harcın değil," demek mi istiyor? Bir anda böyle bir anlam çıkarabilirsiniz,
ama tarihin yapılışını yaşayarak gördükten sonra, bu sözlerin bir şeyleri gizlemek amacı ile
söylendiği anlaşılıyor. Gazeteci haklı olarak soruyor. "Bu üsler neye yarayacak?" Konuğu
güvenliği Batı Avrupa ve Kuzeydoğu Asya'daki müttefiklerine sıkı sıkıya bağlı olduğu için ve onlar
Güneybatı Asya'daki petrol kaynaklarına bağlı olduklarından, bir bölgedeki ABD stratejisi öbür bölgeler
tarafından desteklenmelidir..."
Teoman Erel, Milliyet Gazetesi, 23.2.1981
*
ABD Donanma Akademisi Stratejisi Bölümü Prof.larından Eliot Cohen, bir Paris
konuşmasında, Doğu Anadolu'daki üsler için der ki: "Özellikle Doğu Türkiye'nin önemi arttı. Çünkü
ittifak içinde insan fazlası olan tek ülke Türkiye, cepheye birbiri ardına dizi dizi insan sürülebilir.
Avrupalılar bunu yapmakta Kore savaşından bu yana isteksiz. Doğu Türkiye'de yapılmasına
başlanılan yeni üsler de bu bağlamda çok önem taşıyacak. Bu üsler her ne kadar kâğıt üzerinde Basra
Körfezi ile irtibatlandınlmıyorsa da müstakbel bir kriz anında büyük hizmetleri geçecek." (Aktaran Ufuk
Güldemir Çevik Kuvvetin Gölgesinde, s.38)
kuşku içinde. "Başımıza bir bela almayalım," düşüncesi egemen. Soru çok açık ama... Yanıt
açık değil, dahası biraz da suçlayıcı... Suçlayarak konunun üzerine gidilmesi önlenmek
istenmiş!..
Bu üslerin neye yaradığını, ülkemde NATO Dışı alanları kapsayan bir strateji için
hazırlanıldığını, 1990'larda ve günümüzdeki Körfez Krizleri sırasında gördük. Anlaşılıyor ki,
ABD 1980'lerden başlayarak, Ortadoğu'ya ilişkin geleceğe yönelik stratejik planlarına uygun
düzenlemelere başlamış. "Acil Müdahale Gücü", "Çevik Güç" derken, "Çekiç Güç"ler içinmiş
bu üslerin kuruluş amacı.
Bu planların içinde, Türkiye'nin bütünlüğüne yönelik olanların bulunup bulunmadığına,
olayların akışı izlenerek yanıt aranmalıdır. Söyleşideki, "Türkiye'nin kendini koruması ve
askerinin güçlenmesi" vurgusuyla saklanan, ABD'nin askeri varlığının, Ortadoğu ile ilgili
planları için bu üslerden yararlandırılması gerçeği olmasıdır. Bu hazırlığın o günler için
olması, yani zaman, söz konusu değildir. ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarları için, 1980'lerden bu
yana önce bir "acil müdahale gücü", sonra "çevik güç" adı ile anılan ve herhangi bir sorunda
bölgeye akıp ABD'nin bölgesel ve giderek küresel çıkarlarım koruyacak sistemi geliştirmeye
başlamıştır. Çekiç Güç, işte bu sistemin parçasıdır. Ama Perle ve Burt ikilisi bunu gizlemek
isterler.
GÜNEYDOĞUDA YENİ ÜSLER
Perle daha sonra, "Doğu Anadolu'da bir savunma boşluğu olduğunu, bu boşluğun
hava desteği ile doldurulması gerektiği"ni söyler. Derki:
"Sovyetler'in Kafkasya'da yirmi tümenleri var. Bu üsler, onları bir saldırı kararından
caydırıcı olacaklardır. Dolayısıyla bu üslerdeki uçaklar savunma görevi yapan uçaklar
olacaklardır. Türkiye'nin doğusunda Amerikan mevcudiyeti kolay iş değildir. Bununla
birlikte, eğer Sovyetler NATO'ya karşı bir tehdit teşkil ediyorlarsa, o zaman ittifakın bu
bölgesinde mevcut olan hava boşluğunu doldurmuş oluyoruz."
Bu sözlerin ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik planlarının gizlenmesi için söylendiğini
görmek için, olaylara dikkatle bakmak yetecektir. Aynı söyleşide, Perle, Türkiye'nin savunma
gücü üzerine ABD Senatosundaki konuşmasını da anlatır. Özetle, "Türk ordusunun savunma
gücü çok zayıftır." der. Sorulmaz ki, ya da bizler düşünmeyiz ki, "hani ABD bizim ulusal
güvenliğimiz ve ulusal bütünlüğümüzün korunması için yardım ediyordu. O tarihte, 35 yıldır
koruyucu bir yardım şemsiyesi altındaydık. 'Yardım ede ede mi bizi bu duruma düşürdüler?"
İşte asıl yanıtı aranacak soru budur.
Perle, Doğu Anadolu'daki üslerin kullanılması konusunda der ki: "Türkiye'nin
doğusundaki üslerin kullanılmasıyla ilgili eğilimimiz tamamen savunma niteliğindedir." Der
ama, hemen bunu izleyen tümcesiyle de, bu yanıtın gerçeği saklama amaçlı olduğu anlaşılır.
"Dolayısıyla, amacımız savunma olmakla birlikte, Sovyetler niyetimizin değişmeyeceğinden
emin olmadıklarından, buna göre hareket etmek gereğini duyacaklar ve bu durum da
caydırıcılığı yaratacaktır."
Perle, üslerin Türkiye'nin savunmasına katkı olduğunu vurgulamayı sürdürür.
Birand'ın bir sorusu üzerine Burt, "Türkiye'yi Ortadoğu'da bekçi gibi bir duruma sokma
çabasında değiliz, stratejimiz bu değil," der. Der, ama, bu yanıt M. Ali Birand'ı inandıramaz.
M. Ali Birand sorusunu yineler. Soru çok açıktır. Der ki: "Bana bu üslerin Çevik Kuvvet
tarafından kullanılmayacağım, buraya Amerikan askeri yığılmayacağım, Türkiye'ye NATO
görevi Dışında, Ortadoğu'ya yönelik ve bu günün dışında, daha değişik ve aktif bir rol verilme
niyetinde olmadığınızı (tabii Türkiye kabul eder veya etmez) söyleyebilir misiniz?"
Soru çok açıktır, ama Burt'ün yanıtı yine kaçamaklarla doludur.
"Böyle bir durumda her olasılığı düşünmek gerek..." diye söze başlar Burt. "Türkiye'nin
böyle bir rolü oynayamayacağını savunmak istemiyorum. Bu karar, Türk Hükümeti
tarafından verilecek bir karardır. Bizim Türkiye'ye Ortadoğu'da herhangi bir rol alması
için baskı yapmamız söz konusu değildir..."
Birand'ın istediği yanıtı almış olduğu anlaşılıyor. ABD, bize Ortadoğu'nun bekçiliğini,
yani Ortadoğu'daki çıkarlarının bekçiliğini yaptırmak istemektedir. Bu sözlerden çıkan anlam
budur bize göre. O günden bu yana gelişen kimi olaylarda, bizi istediği gibi kullanamamıştır
ama politikasının bu olduğu anlaşılıyor. Her ne kadar Burt, "...baskı yapmamız söz konusu
değildir. Esasen politikamız da bu değildir" dese de...
Burt ve Perle'ün savunma dedikleri, Ortadoğu'daki Amerikan çıkarlarına karşı
girişilecek, doğrudan ya da dolaylı saldırı sayacakları girişimleri önleyecek açık ve gizli
eylemlerdir. Ulusal Kurtuluş Hareketlerini, sosyal uyanışları engellemektir. Savunulacak şey,
Amerikan çıkarlarıdır. Burt işte bu nedenle,
"Sizi bekçi gibi bir duruma sokma niyetinde değiliz." diyor. Ancak, soru üzerine de, "biz
baskı yapmayız, ama Türk hükümeti isterse karar verir ve rol alır"
diye, bekçiliğin bizim kararımıza bağlı olduğunu da özenle vurguluyor.
Amerika'nın gerçek amacını bilerek, bu ülkeyle olan ilişkilerimizi, diplomatik sözlerin
anlamını, gerçek yaşamdaki deneylerle saptayarak düzenlememiz gerekir. Diplomasinin
kaypak ve oynak sözlerinin arka yüzünü anlamadan kurulan ilişkiler, işte bir ulusu böyle bekçi
yapar ve durumunuz açıkça yüzünüze karşı söylenir.
TÜRK ASKERİ UCUZA MAL OLUR
Bu söyleşinin bize ders olması gereken bir başka yönü daha var. Perle, bu bölgenin
Türk askerinin korumasına neden verildiğini de anlatıyor. Bu anlatan, ABD askerine verilen
değer ile Türk askerine verilen değerin ölçütüne ışık tutmakta ve elbet, bekçiliğin de değerini
göstermekte... Perle'e göre, Türkiye'nin alacağı rol çok daha az masraflıdır. "Bir tek Amerikan
askerini Türkiye'de tutmak" diyor, Perle: "bize 90 bin dolara mal oluyor. Oysa bir tek Türk
askerinin Türk Hükümetine maliyeti yılda 6 bin dolardır." Bu ölçüte göre, acaba bir Türk
generali kaça mal olur? ABD eğer utanmasa ya da biz biraz daha vurdumduymaz olsak,
kendisince bilinen bu değerlendirmeyi de açığa vurur. Ve biz O'nun dostluğuna değer veririz.
Bu aşağılayıcı ölçütü, sorumluların sorumsuzluğuna iletirim.
Görülüyor ki, ABD'nin bize biçtiği rol, ucuza geldiği için kârlıdır kendi açısından.
Oltaya yakalanmış balığın değeri ne ola ki... ABD işte bu nedenle bizi, bir savaş ya da krize
değin ve krizin ilk günlerinde, caydırıcı bir öğe olarak kullanmak istiyor. Ne de olsa ucuza
geliriz. Uluslararası tröstlerin çıkarlarını ucuz bir bekçi ile korumak, yeni emperyalizmin
dehasıdır.
McGhee'nin bizim için söyledikleri ilginçtir. Bizim ısrarla yardım yardım diye
çırpınışımızı değerlendirirken eski büyükelçi "Ne var ki" diyor, "Türkiye bir kukla, Amerika'da
enayi değildir." Bu da bir değer biçmedir. McGhee'nin biçtiği değer de bu sözlerin ardındaki,
işte o bir tek Türk askerinin Türk lirasıyla ölçülen değeridir, ABD'nin bize biçtiği değer budur:
Acı; acı ama gerçek!
Perle ve Burt'ün, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne, ülkesini koruması için yaptıkları öneri
üzerine olsa gerek, Birand soruyor: 'Yardımda Türkiye-Yunanistan oranı ve kısıtlama
hakkında ne düşünüyorlar?" İkili, orana karşıdır görünüşte. Türkiye'nin gereksinmeleri
Yunanistan'a göre fazla olduğu için karşıdırlar. Birand sorar: "Türk ordusunun gücü
konusunda kongreye verilen mesaj nedir?" Böyle bir açıklama, yani Türk ordusunun zayıflığı,
dolayısıyla NATO güney kanadının en büyük güçsüzlük içinde olduğu, karşı tarafa
(Sovyetler'e, notumuz) söylenmiş olmuyor mu?" Perle şu yanıtı veriyor: "Doğru... ama
demokrasinin cilveleri..."
Ya "gizli toplantıda ne konuşuldu" hakkımızda? Birand bunu da soruyor. "Yine Türk
ordusunun durumunu anlattım. Artık o kadarının Dışarıya sızmaması gerektiğinden dolayı
kapalı oturum istedik," der Perle! [*]
Özetle, ABD açısından, TSK'nın durumu iç açıcı değildir. Çoğu kez söyledikleri gibi
hantaldır, araç, gereç ve silah yönünden yetersizdir. Gizli oturumlara konu olacak başka
durumumuz var mı bilemiyoruz? Ama tüm bunları değerlendirerek, bu duruma nasıl
geldiğimizi, emperyalizmin tuzaklarındaki yıllarımızı düşünmenin de, görevimiz olduğunu
biliyor muyuz acaba?
Burada bir parantez açalım ve 1978'de NATO Başkomutanı Org. Haig'in
değerlendirmesini aktaralım. Günaydın Gazetesi'nin 1 Kasım 1978 tarihli sayısındaki habere
göre:
"NATO Başkomutanı Haig; bugün çıkan MS'ye**[*
*
]
verdiği demeçte, "...ambargo
sonunda TSK'nın etkinlik ve yeteneklerinde büyük bir düşüş görüldüğünü belirtmiştir. Haig,
'TSK'nın NATO savunmasının önemli bir parçası olduğunu, ambargonun bu kuvvetlerin
sağlayacağı potansiyel savaş gücüne yansıdığını' ileri sürmüştür." Perle'ün, "Türk Ordusu
zayıf dediği tarih 1983... Haig'in yetersiz' dediği tarih ise 1978'dir... Haig, NATO
Başkomutanı! Anlaşılan o ki, ABD bizimle dalga geçiyor olmalı! Ya da hiç ciddiye almamış,
almıyor da!
Biraz düşünelim. Demek ki 1947'lerden bu yana yapılan yardımlar (!) 45 yıl sonra
ordumuzu yetersiz noktaya getirmiş! Peki bu nasıl yardım imiş ki, bir Ulusal Kurtuluş Savaşı
vermiş ulusun ordusu, böylesine yetersiz duruma düşmüş? Bu sorunun tek yanıtı vardır !
Türkiye, yardım tuzağına düşürülmüştür. Yardım ancak emperyalizmin çıkarları için yapılır,
Türkiye'yi güçlendirmek için değil.*[***]
Ve Türkiye'nin güçlenmesi de emperyalizmin işine
gelmez. Bu duruma bilinçli programlarla getirildik. Biz uyurken yağılar bastı da diyemeyiz ki...
Perle, aslında şunu söylüyor. Bu zayıf halinizle bu işin altından kalkamazsınız. O
nedenle biz Doğu Anadolu'ya gelelim. Nasıl olsa geleceğiz ama, sizin izninizle gelirsek, zorla
gelmiş sayılmayız. Bir yandan bunu demek istiyor, öte yandan da, görüyorsunuz ya, bu ordu
zayıftır, Ortadoğu'daki çıkarlarımız için Türkiye'de üslenmemiz gerekir. Burt ve Perle'e göre,
böyle bir Türkiye ancak bekçilik yapabilir...
BİR ABD'Lİ GÖZÜYLE 1977'LERDE TÜRK ORDUSU
Nedendir bilinmez, 1977 yılının Kasım ayında, Türk basınından saklanan bir gezi
düzenlenir. Bu geziyi, Yankı Dergisinin 8 Kasım 1977 tarihli sayısında çıkan "Türkiye Kurban"
başlıklı haberle öğrendik. NATO Genel Karargâhı'nın düzenlediği bu geziye Türkiye dışındaki
NATO ülkelerinin gazetecileri çağrılır. Yankı Dergisi de, bu gazetecilerin yazıları ve
değerlendirmelerinden yola çıkarak, haberi; "Türkiye Kurban" başlığı ile verir. Gezinin
yapıldığı tarihte, iki buçuk yıllık ambargo sürüyordu. Ülkenin 70 sente muhtaç olduğu
dalgalanıyordu. Seçimler yapılmış, sosyal demokratlar tek başına hükümet kuracak kadar
milletvekili çıkaramadıklarından, hükümet, halkın karşı olduğu Milliyetçi Cephe'ye verilmişti.
*
1983 Yardım Yasası'nın, ABD senatosundaki görüşmelerinin bir bölümü gizli oturumda
yapılmış. Perle, bu toplantılardaki konuşmalarla ilgili soruyu böyle yanıtlıyor.
*
* Askeri ve Savunma konularına ilişkin yayın yapan bir dergi.
*
** Ufuk Güldemir, Sisav'ın 1982'de düzenlediği "1980'lerde NATO" konulu bir toplantıda
konuşan, ABD'li ünlü stratejist Prof. Wohlstetter'in şu sözlerini aktarır: "Türkiye'yi Türkler'e bayıldığımız
için değil, son tahlilde Batı'nın petrolünü koruduğu için güçlendirmeliyiz." (Çevik Kuvvetin Gölgesinde,
s.50.
Terör tırmanıyordu. Ambargo nedeni ile ABD, parasını peşin verdiğimiz araç ve gereçleri bile
yollamıyordu. Bunun kendi yasaları ve sözleşmeler açısından haklı olduğunu
savunuyordu.2[2] Elbet, TSK'nın bundan zarar görmediği söylenemezdi. İşte bu koşullarda
gerçekleştirilen bu gezinin anlamı üzerinde yeterince, durulmadı. 1978 başlarında hükümet,
AP'den istifa edenler ve bağımsızlardan 11 üyenin desteğiyle, sosyal demokratlara geçti.
Türkiye'de güvenlik ve savunma konularında ABD'ye bağımlılık tartışılır oldu.
NATO'lu gazetecilerin gezisi ile ilgili sosyal demokratların yeni savunma ve güvenlik
kavramlarını, Truman Doktrini ile girdiğimiz yardım şemsiyesinin tartışmasını içeren bir
yazımız yayımlandı. Mayıs 1978 tarihli Tartışma Dergisinde yayımlanan bu yazıyı, yıllardır
süren yardım masalının ne anlama geldiğini açıkladığımız günden bugüne, hiçbir değişiklik
olmadığını ve yardımın getirdiği bağımlılığın sürdüğünü belgelemek için aynen aktaracağım.
Ama önce bir başka belgeye bakalım.
1977'de Türkiye kurban idi. 1983'te de Perle'e göre de öyle. Bir de ara dönem var.
1980'de, ABD Savunma Bakanlığı'nın en üst görevlerinden birinde bulunmuş 'müsteşar'
ismini kullanan bir yetkili, US Armed Forses Journal'de yayımlanan yazısında, "Türkiye'nin
yok olan kredisi daha da çok, askeri teçhizat alımına gidecek" demektir. "Türkiye'nin şişirilmiş
ve tahammül edilmez kuvvet yapısını desteklemek, ayakta tutmak için, daha fazla gayret
gerekecek demektir, " diyor.
Yazının 1-7 Eylül 1980 tarihli Yankı Dergisinde yayınlandığını da söyleyelim. Yazının
kimi bölümlerini okuyucunun değerlendirmesine bırakarak aktarıyoruz.
"Türk Ordusu çok büyük değişiklikler geçirmiştir. Simdi birbiri peşi sıra ekonomik
şoklar geçirmiş bir subay kadrosuna sahiptir. Bu kadro gittikçe daha fazla politize
olmuştur. Ordu kendini genellikle radikalleşmiş gençlikten ayrı tutamamıştır.
Bünyesindeki erat içinde değişik etnik ve değişik sınıf gerginliklerini kontrol altına
alamamıştır. Daha kötüsü Amerikan yardımının kesilmesinden sonra işe
yararlılığından ve ehliyetinden oluşturmuş olduğu görünümünü büyük çapta
kaybetmiştir. Türk ordusu, Kıbrıs'a müdahalesinden dolayı kesilen Amerikan yardımı
olmasa ve Türkiye'nin ekonomik krizinden etkilenmese de önemli problemlerle karşı
karşıya kalmak zorundaydı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye hiçbir şekilde (ne
insan gücü bakımından, ne de teçhizat bakımından) muhafaza edemeyeceği bir
kuvvet bünyesi oluşturmaya çalışmıştır. Bu, Türkiye'nin gerçek tehdide muhatap
olmadığı anlamına gelmektedir."
Burada kısa bir ara verelim ve şu bölümü bir kez daha okuyalım.
Ne diyordu sayın müsteşar? "Bu, Türkiye'nin gerçek tehdide muhatap olmadığı
anlamına gelmektedir..."
Bu çalışmada zaman zaman değindiğimiz bir görüşümüzü doğruluyor yazının bu
tümcesi. "ABD, bizi Sovyet tehdidi ile korkutarak kullanıyor" demiştik. "ABD, bize kendi
çıkarlarının korumasını yaptırıyor" demiştik. Doğruyu gördüğümüz anlaşılıyor. Bu gerçeği
ulusça görmeliyiz artık. ABD, ulusal onurumuzla oynuyor. Bizi, eski bir halk deyimindeki gibi,
"İngiliz sicimiyle bağlamış." Bağımsızlığımızı koruturken(!) bağımlılaştırıldık. İsmet Paşa'nın
güvendiği "sorumluluk"*[*]
bu mu olmalıydı!.. Güvenilemeyeceğini anladığında da iş işten
geçmişti. Bugünlere ABD şemsiyesi altında geldik. Yazıdan bir bölümü daha okuyalım. Bakın
ABD'siyle, NATO'suyla, Batı bir savaşta bize yardıma gelecek mi?
"Türkiye Merkezi Bölge'den gelecek sembolik desteği hesaba katabilir. Avrupa'daki
tüm tahsis edilmiş Kara ve Hava Kuvvetleri esas itibariyle ilk hattaki Sovyet zırhlı kuvvetlerini
2
131. sayfaya bakınız.
*
İsmet Paşa, Johnson’un mektubu üzerine, "ABD'nin sorumluluğuna güveniyordum,
aldanmışım demek ki" demişti.
ve hava kuvvetlerini durdurabilecek durumda değildir. Amerika bile, ancak sınırlı bir hava
desteği sağlayabilir. NATO'nun güney kanadına gönderilecek Amerikan Deniz Piyadeleri ve
diğer birlikler ne Sovyetler'in Türkiye'ye saldırması muhtemel kuvvetlerine karşı hazırlıklıdırlar
ne de Sovyet zırhlı kuvvetlerine karşı teçhiz edilmişlerdir.
Bununla birlikte iki nesil boyunca Amerikan ve NATO askeri danışmanlarının
belirttikleri gibi, bu tehdit Türkiye'nin altından kalkamayacağı bir kuvvet bünyesini beslemeye
çalışmasını haklı kılmaz. Bunun neticesinde Türkiye daha güçlü değil, daha zayıf olmuştur."
Bu satırları okuyunca dost acı söyler de diyemeyiz. Neden yeterli yardım etmiyorsun
da diyemeyiz. Ama kendimize diyeceklerimiz vardır. Görülüyor ki, yardımla geldiğimiz nokta
budur! Biz yeni bir ulusal savunma, yeni bir ulusal strateji saptamalıyız. Böylece bu yardım
ayıbından kurtulmanın adımını atabiliriz.
Sürdürelim okumayı ve subaylarımız nasıl görülüyor bakalım: "Türkiye elindeki sınırlı
usta subaylarını ve astsubaylarını çok büyük kuvvet bünyesi içinde eritmek durumunda
kalmıştır. Türkiye'nin en iyi birlikleri bile genellikle yetenekli liderlikten ve en temel teknik
ehliyetten mahrumdur. Tamir edilebilir teçhizat çoğunlukla ya paslanmaya ya da tahrip
olmaya terk edilir. Türkiye'nin lojistik ve destek kuvvetlerinin birçoğu en temel askeri işlevleri
bile yapabilecek durumda değildir. Türkiye'nin piyadesi ve küçük birlik eğitimi son derece
iyiyse de, topyekun eğitimi yok seviyesinde zayıftır." Ya askeri teçhizatımız, ABD yardımına
dayalı araç ve gereçlerimiz, paramızla aldıklarımız nasılmış? Hani bizi yardımla destekliyordu
ya... Bakalım neler yapılmış?
"Türkiye hiçbir zaman askeri teçhizatını kaynaklarıyla dengeli hale getirememiştir.
Türkiye, kuvvet yapısını ayakta tutacak sayıda teçhizata sahip değildir. Sonra Türkiye'nin
askeri teçhizatının çoğu savaş performansı hakkında şüphe yaratacak kadar eskidir. Bunlar o
kadar çeşitlidir ki, yedek parça ve lojistik yönünden büyük sorunlar yaratırlar. Öyle ki, ön hatta
bulunan Türk teçhizatı bile genellikle kısmen son ekonomik krizden önce kullanılmaz
haldeydi."
Bir an için düşünelim. Türkiye gerçekten Sovyet tehdidi altında idiyse ve Sovyetler
gerçekten Ortadoğu'daki ABD etkinliğini tehdit ediyor ve Türkiye NATO için bir kalkan görevi
yapıyorsa, Silahlı Kuvvetleri'nin bu zayıf durumu ile bu görev yapılabilir mi? Elbet, bu sorunun
yanıtı olumsuzdur. O halde, ABD'nin bizi küresel çıkarlarının en önemli halkalarından biri ve
kilit noktası olan Ortadoğu bekçiliğine layık gördüğünü söylemek yanlış olmaz.
Çünkü niteliği, Pentagon'da müsteşar olan kişice 1980'de, Perle ve Burt'un dilinden
1983'lerde belirtilen ordu, malzeme ve parasal yönden Sovyetler'le baş edemez. Ama
Araplarla baş edebilir... Körfez'deki çıkarlarını koruyabilir. Şu halde, ABD bizi, dağılan
CENTO'nun silahlı gücü yerine oturtmuş olmuyor mu?
Evet bir Şah İran'ı gibi kullanamadı. Nedeni, Cumhuriyetin temelindeki Ulusal Kurtuluş
Felsefesi... O'nu yıkamadı bir türlü. Ama, bizi bekçiliğine layık gördüğünü de saklamıyor!
Yeter ki, politikanın dilini bilelim.
Politikacının gerçek amacını, üstü örtülü bir biçemle anlattığı konusunda, Chicago
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Kürsüsünde profesör olan Hans J. Morgenthau'ya kulak
verelim.
"İç politikada olduğu gibi, dış politikada da en karakteristik özellik, dış politikaların Dışa
vurulan ve ifade edilen mahiyetleri ile -güç için girişilmiş bir mücadele olan- gerçek
mahiyetlerinin farklı oluşudur... Yani izlenen Dış politikanın siyasal hedefi, ideolojik
farklılaşmalar ve rasyonalizasyonlarla örtülmeye ve gözlerden saklanmaya çalışılır."
İşte Perle ve Burt'ün sözlerini bu ölçüye vurduk!.. Böylece, Türkiye'ye Amerika'nın
bakışını bir yetkilinin dilinden bir kez daha saptamaya çalıştık.3[3]
Yukarıdaki sözleri, hiçbir şey eklemeden, sorumluların sorumsuzluğuna bırakıyoruz.
Çünkü, bu gerçekler çok yazıldı. Bunları yazanlar, geçmişte mahkemelerden kurtulamadı. Şu
yukarıda okuduklarımızın onda birini yazan kişi TCY'nin 133'üncü maddesine göre sorgulanır
ve hüküm giyer. Ama ABD'li müsteşar yazabilir ve o müsteşarın yazdıkları yayımlanır, suç
olmaz. T.C.Y.'nin 133'üncü maddesine göre:
"Devletin emniyeti veya dahili ve harici veya beynelmilel siyasi menfaatleri icabından
olarak gizli kalması lazım gelen malumatı... istihsal eden... on beş seneden aşağı
olmamak üzere ağır hapse" hüküm giyer.
Ve elcevap ABD'li müsteşarın yazdıkları bunlara değgindir. Ama, yasanın bu
hükmünü, bu yaptırımı ona uygulayamayız.
Şimdi, Mayıs 1978 tarihinde Tartışma Dergisinde yayınlanan "Yardım ve Ulusal
Savunmamız"a değgin yazımızı okuyalım.
ULUSAL SAVUNMA KAVRAMI YA DA SAVUNMA
DARBOĞAZINDAKİ TÜRKİYE*[* ]
"Yeni Ecevit Hükümeti, ülkemizin içine itildiği kaostan kurtulması için bir dizi önlemler
uygulamaya başladı. Kanımızca bunlar içinde en önemlisi; Dış politikada görülmektedir...
Finans Kapital'in uzantısı ekonomik yapının doğal sonucu olarak, Türkiye'nin iç siyasasının
da, emperyalizmin denetiminde olduğunu gören hükümet, dış siyasayı Kemalist bir yöntemle,
gerçekçi bir yaklaşımla ele aldı. Bu arada dış güvenliğimizin en önemli bölümü olan Dış
güvenlik ve savunma konusuna da aynı yaklaşımla eğildi.
"Başbakan Ecevit, Ulusal Güvenlik konusuna eğilme yöntemini şöyle açıklıyor:
"Bir ülkenin savunma gücü, yalnız sahip olduğu asken araç ve gereçlerle, hatta
ordusunun büyüklük ve etkinliği ile ölçülemez. Bir ülkenin ekonomisi de savunma ve güvenliği
açısından çok büyük önem taşır."
"1975 Şubat'ından bu yana uygulanan ABD ambargosunun sonuçları ve Silahlı
Kuvvetlerimizin savaş gücü üzerinde yapılan tartışmalar, NATO Başkomutanı Aleksandr
Haig'in ikide bir, "Ambargo Türk Silahlı Kuvvetlerinin savaş gücünü yarı yarıya azalttı"
demeleri anımsanırsa, Başbakan Ecevit'in dile getirdiği gerçek, daha çok önem kazanır.
Haig'in sözleri konuya yüzeysel bakanların, "Aşk olsun adama, ABD generali ama,
başkandan da, senatodan da daha gerçekçi ve Türk dostu, gerçekleri söylemekten
çekinmiyor" dedirtebilir. Ancak gerçek, bir başka deyimle, bu sözlerin ardında yatan gerçek
başkadır. Çünkü hem NATO başkomutanı, hem de ABD'nin generali olan bu kişi bu sözler
yerine, silahlı kuvvetlerimizin araç-gereç ve silah desteğini sağlamayı neden düşünmez de,
dünya kamuoyu önünde, savaş gücümüzün azaldığını yineler durur. NATO Başkomutanı
olarak, NATO'nun Güney Doğu kanadındaki bu aksamayı ABD senatosunu etkileyecek
biçimde somut öneriler ve davranışları ortaya koyacakken, neden aynı sözleri yineler durur!..
"Elbet böylesine etkili bir tavır takınma yerine, sık sık savaş gücümüzün azaldığını
söylemenin bir başka nedeni olmalıdır!..
"Haig'in seslendiği kitle, birincil derecede Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sorumluları mı
acaba? Yoksa Türk kamuoyu mu, dünya kamuoyu mu? Acaba bu sözlerin ardında yatan
gerçek, asıl söylemek istedikleri de şunlar mı? "Türk Generalleri, Türk halkı görüyorsunuz ki,
ABD yardım etmezse, Silahlı Kuvvetlerinizin ikmali aksıyor. Bu nedenle Kıbrıs, Türk-Yunan
3
Bu söyleşi yapıtın Ekler bölümündedir. Ek 6.
*
Mayıs 1978 tarihli Tartışma Dergisinde yayımlanan yazımız.
ilişkileri ve Ortadoğu siyasasını bizim önerilerimiz doğrultusunda düzenleyin, daha fazla
direnmek, üstün Sovyet savaş gücü karşısında sizi zor durumda bırakır." Haig bunları mı
söylemek istiyor? Bizi bu düşünceye götüren nesnel koşullar da var. Gerçekten, NATO Genel
Karargahı'nın davetlisi olarak geçen sonbaharda, Türk-Sovyet sınırında incelemeler yapan
NATO ülkeleri gazetecileri (Türkiye NATO ülkesi olduğu halde, bu geziye Türk basını
çağrılmamıştır): "Üstün Sovyet savaş gücü karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri tutunamaz.
Ambargo Türk Silahlı Kuvvetleri'nin savaş gücünü azaltmış" diye yazdılar. Anlaşılan Haig, sık
sık söylediği sözlerinin istenilen etkiyi sağlamadığını görmüş ve basının desteğini istemiş idi.
"Hemen belirtelim ki, Silahlı Kuvvetlerimizin savaş gücü azalmışsa, bu sonuç sadece
ambargoya bağlanamaz. Türkiye 30 yıl önce (12 Temmuz 1947 anlaşması ile) Sovyet
tehdidine karşı ulusal varlığını ve güvenliğini korumak için Truman Doktrini kapsamına girmiş
ve ABD otuz yıl süreyle bizi hep Sovyet tehdidine karşı koruduğu savı ile ülkemizde üsler
kurmuş, ikili ilişkilerini giderek yoğunlaştırmıştır. Türkiye halkına, ABD yardımının önemi,
yardım almazsak halimizin harap olacağı anlatılmıştır yıllardır. Bu koşullar altında sürdürülen
30 yıllık lojistik savaş desteği, gerçekten kuzey komşumuza karşı savunmamızı sağlama
amacına uygun olsaydı, son birkaç yılın ambargo eylemi, savaş gücümüzü, Haig'in ve
NATO'yu gazetecilerin söylediği biçimde etkilemezdi. Otuz yıllık desteğin bir iki yılda
çökeceği düşünülebilir mi? Şu halde, savunma desteği yerine unutulmuş olduğumuz
anlaşılıyor. Amaç, bizim savunmamız değilmiş. Bu gerçek, geç de olsa anlaşılmıştır.
"1978'e bu koşullarla ve yeni bir siyasal kadro ile girdik. ABD, 1950'lerden beri
süregelen teslimiyet politikası yanlılarını, Haig ve başka öğelerle etkiliyordu. Ama Türkiye'de
1978'le birlikte yönetimi devralan siyasal kadro ve bu kadronun lideri "karar ve irade
adamı"nın gerçekçi ve onurlu bir siyasa uygulayacağı anlaşılıyor. Ve Ecevit Başbakan olur
olmaz, Türkiye halkının onurunu dillendirerek, "ABD'ye Kıbrıs konusuna karışmamasını
tavsiye ederim" dedi ve yeni bir siyasal tavır gösterdi. Bu güven ve onur dolu sözlerin
değerini anlayabilmek için, ABD'nin askeri ve ekonomik yardımı ile ulusal savunmasını ve
ulusal güvenliğini ve bu arada ekonomik gelişmesini sağlama çabasında olan ülkelere ve
özellikle bize, yıllardan beri hangi gözle baktığını ve Uyguladığı emperyalist siyasanın ana
çizgilerini yansıtan belgelere göz atmada yarar görerek bu incelemeyi hazırladık.
"Hemen söyleyelim ki, bu incelemede ana eksen olan, Rockefeller’in Eisenhower'a
yazdığı mektup olacaktır. Mektuba göre, "Türkiye oltaya yakalanmış balıktır ve yeme
gereksinmesi yoktur."
"Ecevit'in sözleri ve eylemleri, yeni siyasal kadronun kararları, Türkiye'nin oltadan
kurtulma aşamasına başlangıç olacak mı? Koşullar emperyalizmin denetiminden
kurtarılabilirse!.. Evet.
Türkiye Kurban
"Doğu Türkiye'nin NATO tarafından ne derecede savunulacağı meçhuldür. Bu
bölgenin iskâna elverişli olmaması ve nispeten az bir ekonomik değer taşıması nazarı dikkate
alınarak, NATO, madenlerin bulunduğu kısmı hariç, Türk topraklarının 1/3'ünün gözden
çıkarılmasına karar verecek, ancak ondan sonra, Batı'nın menfaatlerinin söz konusu olduğu
ülkeyi, ciddi şekilde savunmaya girişecektir. Bu durum muhtelif hava üslerinin bulunduğu
yerlerden de açıkça anlaşılmaktadır. Doğu Türkiye'deki askeri altyapılar, bu konuda pek az
bir şey ifade etmektedir. Geriye, önemli cephane depoları ve uçakların bulunmadığı,
üzerinden zor geçilen yolların ve sadece bakımsız birkaç kışlanın bulunduğu bir bölge
kalmaktadır."1[4]
"Bu satırlar, Hollandalı bir gazetecinin Kasım 1977'de, NATO ülkeleri gazetecileri ile
birlikte, Türk-Sovyet sınırındaki gözlemleri sonucu söylediklerinden aktarılmıştır. Konu, Türk
Silahlı Kuvvetleri ile ilgili olayları, gerçeğe yakın ölçüler içinde verdiğini savlayan bir dergide
ele alınmış ve Hollandalı gazetecinin sözleri şu başlık altında sunulmuştur:
4
Yankı Dergisi, 14 Kasım 1977.
"Türkiye muhtemel bir Sovyet saldırısı karşısında, NATO tarafından nasıl
savunulacak?" Bu soruya cevap arayan, NATO'nun çeşitli karargâhlarında yetkililerle
konuşan ve Türk-Sovyet hudut bölgesini gezen, bir Hollandalı gazeteci kendi kendine şöyle
sordu:
"Yoksa NATO, Doğu'nun üçte birini genel savaş stratejisi içinde kurban mı edecektir?"
Hollandalı gazetecinin görüşlerini aktaran derginin konu ile ilgili başlığı buradan alınmış
olmalı... "Türkiye Kurban!" Hollandalı gazetecinin sözlerini, dergi biraz daha açıyor ve bir
gerçeği açıklıyor: "Türkiye Kurban". Ancak derginin eksik bıraktığı bir noktayı, biz, tüm
çıplaklığı ile vurgulayalım. Türkiye, kapitalizme-emperyalizme kurban edilmek isteniyor.
Ankara ya da NATO İçin Önemli Olan...
"Hollandalı gazeteciden aktarılan gerçekleri, Türk-Sovyet sınırında gözlem yapan
başka gazeteciler de söylediler, yazdılar. Yazılanlar, basınımızın bir kanadınca kamuoyuna
aktarıldı. Bu gezinin ve Türkiye'nin savunmasıyla ilgili ayrıntıların, böylesine dünya
kamuoyunda tartışılmasının nedenlerine ilişkin görüşlerimizi ilerde açıklayacağız. Ancak şu
kadarını söyleyelim ki, NATO ülkeleri gazetecilerinin gezisi ve söyleneler, Silahlı Kuvvetlerin
sivil yönetime, ambargonun kaldırılması konusunda etkisini sağlamaya yönelik olabilir. Evet,
NATO'lu gazetecilerin bizi böyle bir yoruma götüren sorularını yineleyelim: "Türk ordusu bir
Sovyet taarruzunu karşılayabilir mi?" Ve hemen soralım. Gazeteciler, Türkiye’miz açısından
olumlu yanıt vermedikleri bu soruyu madem sordular ve NATO Başkomutanı Aleksandr Haig
neden ikide bir, madem "Ambargo Türk Silahlı Kuvvetleri'nin savaş gücünü yüzde elli azalttı"
der!..
"Gazetecilere göre, Doğu'daki Türk Komutanı "Ruslar buraya ayak atamazlar" der!..
Ama, Hollandalı gazetecinin kuşkularını giderememiştir bu sözler. Hangisi doğrudur? Yazının
son paragrafı konuya bir açıklık getirmekte ama hem bu yazı hem de bu açıklık, acı, çok acı
gerçekleri de vurgulamaktadır.
"Gazeteci, konuyu NATO ülkeleri savunma uzmanlarına sormuş ve kendince
merakını gidermişti:
"NATO ülkelerinin savunma uzmanları, bir yandan doğunun üçte birini kurban eden,
diğer yandan doğudaki Türk Komutanına buralara Ruslar'ın ayak atamayacaklarını söyleten
formülü açıkladılar. Bu, 'Kızılordu'nun Türkiye'ye gireceği çok mahdut işgal yollarına
yöneltilmiş, yeterince atom silahının hazır beklediği anlamına gelmekteydi.' Hollandalı
gazeteci, 'Mahalli halk, göçmenler ve Ankara için pek az önem taşıyan fakir çiftçileri düşünen
yoktur"2[5] dedi.
"Kızılordu'nun girebileceği işgal yollarını bekleyen atom silahları!.. Türk
Komutanlarının güvencesi bunlar olmalı demeye getiriyor gazeteci. Ama, peşinden hemen
ekliyor: "Mahalli halk, göçmenler ve Ankara için pek az önem taşıyan fakir çiftçileri düşünen
yok!.."
"Bu, bizim Dışımızda ama insan yüreği taşıyan bir batılı aydının vurgusu. Acı ve katı
gerçeği, bir çırpıda söyleyiveren Batılı aydının vurgusu!..
Bir Gezi ve Gerçekler
"Türkiye'nin savunması yıllardır tartışılır. Özellikle son iki yıldan bu yana, ABD
ambargosu başlayalı, zaman zaman NATO içinde de, "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin savaş gücü
azalıyor temasıyla tartışılır durur. 1977 Kasım'ında NATO ülkeleri gazetecileri, Türk-Sovyet
sınırında bir inceleme gezisine çağırıldılar. Gezi, batı basınında geniş yankılar yaratan bazı
konuların tartışılmasına neden oldu. Böylece bazı gerçekler, yıllardır halkımızdan gizlenen
konular, tama yakın boyutlarıyla ilk kez gündeme getirildi.
- Türk-Sovyet sınırındaki gerçekler,
5
Yankı Dergisi, 14 Kasım 1977.
- Ambargo gerçeği ve sonuçları,
- ABD'nin bizimle ilgilenmesinin ardında kendi çıkarı, Ortadoğu'daki emperyalist
istemlerinin bulunduğu gerçeği,
- Bir savaş halinde topraklarımızın 1/3'ünü, NATO'nun gözden çıkardığı gerçeği,
vurgulandı, tartışıldı. Otuz yılın gerçeği idi bunlar ama, bugüne değin tüm boyutları ile
tartışılmamıştı!..
"Tüm bu gerçekler ve bunlarla ilgili başkaları, yetkililerce kamuoyundan gizlenmeye
çalışıldığı için, yıllardır artan bir yoğunlukla tehlikeli boyutlara ulaştılar. NATO'nun bizi, bizim
halkımızı ve topraklarımızı değil, ABD emperyalizminin çıkarlarını savunduğu söylenir
yıllardan beri!.. ABD'nin; çokuluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda, Ortadoğu
politikasındaki etkinliğini sağlamak için Türkiye'de üsler kurduğu söylenir, yazılır.
Gerektiğinde, bize dostça değil, düşmanca davranacağı anlatılmaya çalışılır. "AMBARGO" bu
davranışın somut örneği olarak gösterilir. Yıllardır yurtsever aydınlar, dili söz, eli kalem
tutanlar söyler, yazarlar bu gerçekleri. Söylerler, yazarlar ama, yetkililerden dinleyen olmaz.
Kafalar, beyinler; bunları söyleyenlerin "Moskof Uşağı" olduğu yolunda koşullandırılmıştır.
Ama bakın, bugün aynı sözleri, NATO'nun savunma uzmanları söylüyor, Batı'nın gazetecileri
yazıyor. Ve artık bu sözler ilgi görüyor, tartışılabiliyor ülkemizde! Dinlenecek ve
değerlendirilecek sözlerin dışardan gelmesi mi asıldır diyelim bilemiyoruz? Yabancılar
söylerse, yazarsa gerçekler daha mı etkili oluyor?
"Ve NATO'lu gazetecilere teşekkür edelim. Onlar hangi amaçla getirilmiş ve
konuşturulmuş olsalar da teşekkür edelim.
Temeldeki Çelişki
"NATO'lu gazeteciler söyleyinceye kadar, ambargo, NATO'nun bizi ne kadar
savunacağı ve benzeri konulara böylesine ilgi gösterilmezdi. Bu nedenle de, yıllardır bir
gerçek, Türkiye-ABD ilişkilerinin temelinde yatan gerçek ve temel çelişki, Türkiye ile ABD
arasında ortak bir çıkar olamayacağı gerçeği görülmedi. Ortak çıkar bir yana, Türkiye’mizin
giderek ABD'ye daha çok bağımlılaştığı ve o oranda da sömürünün yoğunlaştığı
görülemedi!.. Bugün görülebildi mi ya da görülmüş olsa bile, bu çelişkinin giderilmesi için
önlem alınması düşünülüyor mu bilemiyoruz...
"Bir temel görüşümüzü hemen belirleyelim: İçinde bulunduğumuz bunalımın
karmakarışık olmuş ekonomik, sosyal ve doğal olarak politik sorunlarımızın, gerçekçi ve
ulusal onura dayalı çözümü, ancak bu çelişkinin giderilmesine bağlıdır. Çünkü ABD'ye göre,
"Türkiye Oltadaki Balıktır".3[6] Şu halde, kaderimizi oltayı elinde tutan çizecektir.
"Bu nedenle, oltadaki balık olmaktan kurtulamadıkça, en azından kurtulmaya karar
vermedikçe, oltayı elinde tutanın çizdiği kaderimize karşı çıkmamız boşunadır.
"NATO ülkeleri gazetecilerinin tartıştığı gerçekleri bizim de tartışmamız ve NATO'lu ve
NATO Dışı yardımları ve ABD ile içinde bulunduğumuz durumu değerlendirerek bir çıkış yolu
bulmamız gerekecektir. NATO'lu gazetecilerin tartıştığı konuyu, eğer bu kez de çözüme
ulaşacak boyutlarıyla tartışmazsak ve buradan "Türkiye'nin genel siyasası ve buna göre
savunması nasıl olmalıdır?" sorusuna gerçekçi bir yanıt bulamazsak, geleceğimizin
karanlıklara gömüleceğini bilmeliyiz. Bugün bir gerçek tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır.
NATO, Türkiye'yi ancak kendi savunma ve savaş stratejisi içinde, Hollandalı gazetecinin
deyimiyle "Batı'nın çıkarları söz konusu olduğu ölçüde" savunur. Bu stratejinin ana çizgilerini,
Batı'nın, daha doğrusu ABD emperyalizminin çıkarları çizmektedir. Bu savunma stratejisine
göre Türkiye'nin üçte biri kuzeyden gelecek saldırıya kurban edilecektir. Neden mi?
Emperyalizmin çıkarları için. Buna karşın ABD, Türkiye'ye yardımı da kesmiştir. Onunla da
kalmamış, uyguladığı ambargo ile, lojistik yönden ABD-NATO standartlarına göre donatılmış
ordunun araç ve gereçlerinin ikmalini de aksatmıştır. İşin garibi, NATO'nun ABD'den atanmış
Başkomutanı, durmaksızın savaş gücümüzün azaldığını söylemektedir.
6
Rockefeller’in Eisenhower'a yazdığı mektup Ek 5'te
"ABD, bir yandan Türkiye'ye ambargo uygulayarak, Silahlı Kuvvetlerimizi zor durumda
bırakırken, öte yandan komşumuz Yunanistan'ı silahla donatıyor, araç, gereçle besliyor. Bizi,
Çarlık Rusya’sı ile olan kötü ilişkilere karşın, 1945 sonrası birkaç yıl Dışta tutulursa, Kurtuluş
Savaşı'nın başlangıcından bu yana, ilişkimizin önemli sayılacak derecede bozulmadığı,
kuzey komşumuz Sovyetler Birliği'ne karşı, sözüm ona savunma hazırlığı ile oyalarken,
Yunanistan'ı bize karşı kışkırtmakta ya da en azından desteklemektedir. Öte yandan,
tehlikenin hep kuzeyden geleceği tehdidi ile de, 17 yıldır giderek artan bir yoğunlukla bozulan
Türk-Yunan ilişkileri özellikle önemsenmemeye çalışılmaktadır. İlginç olan, Türkiye, NATO
Anlaşmasına olan bağlılığı ve ABD'yle olan ilişkilerini tartışmaktan da çekinmektedir.
"Türkiye hangi nedenle böylesine bir özveri içindedir? NATO idealine, emperyalizme
hizmeti neden üstlenmiştir?
"Acaba bu özveri NATO idealine (emperyalizme) hizmet yeterli bir güvence veriyor
mu? Aynı dergi, bu soruya da yeterli açıklık getiren, bir inceleme yapmış.
Bu incelemede deniyor ki;
"NATO'nun Avrupa'daki taktik nükleer bombaları tartışma konusu. Bunların sayısı
binleri buluyor. Bazıları klasik bombalardan, stratejik nükleer bombalardan daha da büyük."
"Bir zamanlar bu konudaki Amerikan üstünlüğü çoktan yok oldu. Sovyetler,
Avrupa'daki Amerikan nükleer gücünü hedefleyen taktik nükleer silahlar yerleştirdiler.
Böylece hasıl olan denge bir savaş vukuunda Avrupa'da baskın tarzında saldırı gereğini
ortaya çıkardı. Bu da hızlı bir tırmanmaya yol açacaktı."
"Tüm müttefikleri, bu arada Türkiye'yi huzursuz kılan en önemli nokta bu taktik
nükleer silahların hangi hallerde ve nasıl kullanılacağı hakkında açık seçik bir kurala sahip
olunmaması. Sadece, hangi hedeflere karşı kullanılabilecekleri hakkında biraz fikir var."
"Gerekirse bu bombalar geniş tank ve piyade topluluklarına karşı da kullanılabilecek.
Ama bunlar, Türkiye'nin doğudaki savunmasında kullanılabilecek mi? Daha doğrusu, Türkiye,
kullanılması Amerikan askeri ve siyasi makamlarının kararlarına bağlı bir silaha ne derecede
güvenebilecek?.."4[7]
"Özellikle son yılların deneyleri ambargo, Kıbrıs Sorunu gibi konularda takınılan tavır,
Türkiye Halkı'nın ne ABD, ne de NATO tarafından savunulmayacağını ve kullanma kararı
bizde olmayan nükleer silahlara güvenilmeyeceğini göstermiştir. Üstelik bu silahların
Türkiye'de bulunuşu, ülkemizin bir atom savaşında ilk hedef sayılması gerçeğine açılıyor.
"Ve NATO'lu gazeteciler, Türkiye’mizin olası bir Sovyet saldırısına karşı
savunulamayacağını söylüyorlar!.. Hem de otuz yıllık ABD yardımına karşın. Bu durum bizim
bir sorunu, "Türkiye’mizin Savunması" bir başka deyimle "Ulusal Savunma-Ulusal Güvenlik"
sorununu süre geçirmeden, gerçekleri tüm çıplaklığı ile ele alarak, çözüme bağlamamız
gerektiğini ortaya koyuyor.
Emperyalizm ve Ulusal Savunma Ulusal Güvenlik
"Olası bir Sovyet saldırısına karşı; savunmamızın güçlenmesi için TRUMAN
DOKTRİNİ kapsamına girdiğimiz yılın üzerinden tam otuz yıl geçmiş. Otuz yıl sonra, hâlâ,
Türkiye’mizin "kuzey komşusuna" karşı nasıl savunulacağım tartışıyoruz. Bunca yardıma (!),
bunca savunma desteğine karşın!.. Bu durum, böylesine önemli bu konuda (Türk savunmaulusal
güvenlik kavramının saptanmasında) ulusal çıkarlar yerine, emperyalist önerilere göre
batının çıkarlarının önde tutulmasından kaynaklanmaktadır.
"Gerçekte, Türkiye’mizin savunması ya da gerçek deyimi ile "Ulusal Savunma-Ulusal
Güvenlik" denilince akla ne gelir? Bu sorunun yanıtı "Türkiye'nin dünyadaki yeri nedir,
nerededir, çağdaş ve gerçekçi siyasası ne olmalıdır?" soruları yanıtlanarak bulunabilir.
"Çünkü çevremizdeki ülkeler ve dünya siyasasına egemen ülkelerle ilişkilerimizin
7
Yankı Dergisi, 14 Kasım 1977.
boyutları belirlenmeden, süper güçler ve ülkeler arasındaki ilişkilerin çıkar dengesi içinde
nasıl boyutlandığı bilinmeden, dünyadaki yerimiz ve buna göre ulusal siyasamız
saptanmadan, "ulusal güvenlik ve ulusal savunma" kavramı geliştirilemez. Ancak bundan
sonra, ülkemizi kime karşı ve niçin savunacağımızı belirleyebiliriz. Şu halde, ülkeler ve
sistemler arasındaki denge, çıkar dengesi komşularımızla ilişkiler belirlendikten ve buna göre
dünyadaki yerimiz saptandıktan sonra, tehlikenin ne olduğu, nereden geldiği ve geleceği
belirlenebilir. Ulusal güvenlik ve ulusal savunma kavramı ondan sonra saptanabilir. Son otuz
yılda siyasamızın ve savunmamızın böyle bir temele oturtulduğu söylenebilir mi? NATO
içinde oluşumuz savunmamızın, güvenliğimizin ulusal çıkarlara göre değil, NATO'nun daha
doğrusu ABD'nin çıkarlarına göre saptanması sonucunda açılıyor!.. Ve ABD'nin ideolojik
düşmanı bizim için de düşman saydıyor. Bu nedenle bize, tehlikenin ve saldırının hep
kuzeyden geleceği söylenir yıllardır. Türkiye’mize kuzey komşusundan da tehlike gelebilir
ama, tehlikenin sadece orda olduğu varsayımı yanlıştır. Son yıllarda giderek artan bir
düşmanlık kampanyası ile halkını bize karşı düşmanca duygularla besleyen batı komşumuz
Yunanistan'ın emperyalizmin denetiminde, bir kez daha saldırıya kalkmayacağını neden
düşünmeyelim? Hele giderek artan bir silahlanma çabası, NATO Askeri Kanadı'ndan
çekilmesine karşın, artırılarak sürdürülen ABD yardımı ile, Türkiye’miz aleyhine bozulmak
istenen, savaş gücü dengesini de göre göre...
"Ve neden sormayalım!.. ABD diplomatlarım istenmeyen adam sayan, patronu olduğu
NATO'nun askeri kanadından çekilen Yunanistan'a, ABD değil ambargo uygulamak, yardımı
artırırken, bir dediğini iki etmeyen Türkiye'ye karşı ambargoyu, Silahlı Kuvvetlerimizin savaş
gücünü düşürmek için uygulamış olmaz mı?
"Hemen son otuz yıl, Türkiye halkına saldırının sadece bir yerden -kuzeydengeleceği
söylendi ve askerimiz hep bu, kuzey saldırısı için hazırlandı. Ama görüyoruz ki, otuz
yıl sonra başladığımız noktadayız. Hem de Amerikan emperyalizmine verdiğimiz bunca
ödüne karşın, savunmamız askıdadır. Bir başka gerçek daha var. Son otuz yılın, on beş
yılında, Türkiye aynı bağlaşma -NATO-içinde, aynı düşmana karşı savaşmaya hazırlanan,
balı komşusu Yunanistan'la giderek çeşitlenen ve artan bir anlaşmazlık düzeyine girmiştir.
1964, 1967 ve 1974'lerde tam üç kez de soğuk tavafın, sıcağa dönüşmesi bir an sorunu
haline gelmiştir. Teoride, aynı tehdit odağına karşı savaşmaya hazırlananlar, bir türlü çözüme
bağlanmayan anlaşmazlıklar içindedirler... Ve işin garibi, bu anlaşmazlıkların ardındaki el,
emperyalizmin kanlı elleri görülmüyor. Tıpkı 57 yıl önceki gibi!.. Yunanistan 1919'larda,
emperyalizmin o günlerdeki ağababalarının kışkırtmasıyla Türkiye'ye, Osmanlı
İmparatorluğu’nun son yıllarını fırsat bilerek saldırmıştı. Mustafa Kemal'in önderliğinde,
Yunan askerleri ile birlikte, emperyalist emeller de denize dökülmüştü. Sevr'de dikte
ettirilenler Lozan'da böylece yırtılmıştı. Ne yazık ki, bugün Amerikan emperyalizmi, yine TürkYunan
ilişkilerini bozarak sömürmekte ve bunları emperyalizmin Ortadoğu politikasında bir
öğe olarak kullanmakladır. 1920'lerde, Anadolu topraklarındaki Yunan kıtalarını kendi çıkarı
için oynatan eller, bugün Kıbrıs'taki Yunan ve Rum çıkarlarını koruma perdesi ardında,
Ortadoğu siyasasını kurmaktadırlar. Ve bu nedenle bölgede güçlü bir Türkiye istemezler. Bu
nedenle, savunmamızı ulusal çıkarlara göre değil, kendi çıkarlarına göre biçimlerler. Bu
nedenle ekonomimiz başta olmak üzere iç ve dış siyasamızı denetlerler, ekonomik yönden
kalkınmamızı istemezler.
Sonuç
"Demokratik Sol", programında çizdiği ilkelere uygun, gerçekçi ve tam bağımsızlık
ilkesine dayalı yeni bir ulusal güvenlik ve savunma kavramı oluşturma çabasında.
"Bu amaçla bir komisyon kuruldu. Ama yıllardır teslimiyetçi politika ile koşullandırılmış
kafalar, "Ulusal Savunma" denilince şaşkına döndüler. Ulusal Savunma olmaz o kafalara
göre. Milliyetçiliği ABD'nin güdümünde bir ulus olmakta gören kalemler, "Ulusal Güvenlik"'ve
"Ulusal Savunma", kavramına saldırıyorlar. Onunla da kalınmıyor. Mart 1978 günlü bir
gazetede Genelkurmay Eski Başkanlarından Semih Sancar'ın "Ulusal Savunma Yoktur,
Ulusal saldırı vardır" sözleri ile, ulusal savunma konusunda yeni hükümetin, görüş, karar ve
programına karşı garip ve çağdışı görüşler ile, konuya gölge düşürülmeye çalışıldı. Bu sözler
neden söylendi? Acaba Türkiye'nin oltadaki balık olmaktan kurtulması istenmiyor muydu?
"Ambargo, Kıbrıs sorunu, ABD yardımı, Ortadoğu sorunları, yeni hükümetle birlikte
ABD yetkililerinin Türkiye-ABD arasında kurduğu trafik köprüsü ve en son Rockefeller'in
ziyareti, olayları izlerken ister istemez bir "acabalar" zinciri yaratıyor.
"O Amerika Birleşik Devletleri ki, kapitalizmin genel çıkarı olmayan hiçbir konuya
eğilmez ve o çıkara aykırı gelişmelere de sempati beslemez!..
"O Rockefeller ki, Eisenhower'a yazdığı mektupta "Standart Oil için iyi olan ABD için
de iyidir" diyor ve az gelişmiş ülkelere yapılan yardımda özel amacım; o ülkeler"...
ekonomisinin kilit noktalarını ele geçirmek" olduğunu vurguluyor.5[8]
"Rockefeller’in, yirmi iki yıl önce zamanın ABD Başkanına önerdiği Dış siyasa ilkeleri
adım adım uygulanmıştır günümüze değin. Dünyanın geri bıraktırılmış yörelerindeki halklar,
emperyalizmin sözde kalkınmaya yardımcı "AID", "Ekonomik İşbirliği", "Kalkınma İçin
Birleşme" vb. programlarıyla daha çok sömürmüşlerdir. Sömürü çarkını görerek halkını
uyaran, işçi sınıfına ışık tutan aydınlar, halk öncüleri, isyancı sayılarak yok edilmişlerdir ve
sosyal uyanışın ekonomiyi aştığı (Tağmaç 12 Mart öncesi, sosyal gelişme, ekonomik
gelişmeyi geçti, tedbir alınmalı demişti) yerlerde de, 12 Mart'larla, kurulu düzeni sürdürmeyi
denemişlerdir.
"Türkiye’mizi "Oltaya yakalanmış balık" diye niteleyip, ABD güdümündeki az gelişmiş
ülkelere örnek gösteren Rockefeller neden geldi, ulusal güvenliğimizi ve ulusal savunmamızı
yeniden ve bağımsızlık ilkesine uygun bir tutumla ele aldığımız bu günlerde, peşpeşe
ülkemizde konaklayan öteki ABD yetkili ve yetkisizleri arasında bilemiyoruz?*[9] Ama, hep
Eisenhower'a yazdığı mektuptaki şu sözler takılıyor aklımıza."... Dışişleri Bakanlığı ile aynı
fikirdeyim, genişletilmiş iktisadi yardım örneğin Türkiye'ye, bazı hallerde düşünülenin tam
tersi sonuçlar verebilir. Yani BAĞIMSIZLIK eğilimini artırıp mevcut askeri paktları
zayıflatabilir..."
"Ama görülen o ki, Türkiye 1960'lardan bu yana geri dönülmesi güç sarp yollardan
geçerek gelmiştir. Düzen değişikliği programıyla sosyal muhalefetin en güçlü ve sağlıklı
örgütü olan demokratik sol, ülkemizin emperyalizmin, "Savunma Yardımları", "Ortak
Savunma Kavramları" vb. oyalayıcı programlarıyla içine itildiği savunma darboğazından
çıkarılması ve çağlar boyu bağımsız yaşamış halkımızın onuruna ve çağdaş gereksinmelere
uygun bir Ulusal Güvenlik ve Ulusal Savunma potasına oturtulmasını sağlamada kararlıdır.
"Otuz yıl önce girdiğimiz siyasal yanılgıdan, otuz yıl sonra ulusal gerçekçilikle
çıkılabileceğine inanıyoruz. Türkiye’mizin ulusal güvenliğe attığı adımları güvenle ve saygıyla
selamlayalım."
Mayıs 1978
KADERİN AĞI MI? EMPERYALİZMİN TUZAĞI MI?
Otuz yıl sonra, otuz yıllık yanılgıdan kurtulabilecek miydik? Doğrusu o satırları
yazarken, Türkiye'nin tuzaklardan kurtulmasını istiyorduk elbet, ama umudumuz yoktu.
Toplum, içine itildiği çıkmazın ayırdında değildi. Emperyalizmin dayattığı sisteme karşı
çıkmak, bağımsız ve bağlantısız ulusal bir politika izlenmesini istemek, komünizme çağrı
olarak niteleniyor ve ağır cezalarla suçlama nedeni oluyordu.
Yardımla girdiğimiz borç tuzağı, ekonomimizi tutsak etmişti. Bağımlı ekonomi, bağımlı
iç ve Dış politikaya açılıyordu... Ve bu arada, ulusal güvenliğimizin korucusu olarak
baktığımız ordu, yalnız silah araç ve gereç yönünden değil, stratejik savunma yönünden de
8
Rockefeller’in Eisenhower'a yazdığı mektup Ek 5'te.
9
(*) 1978 yılının Nisan ayında, içlerinde Rockefeller’in da bulunduğu heyetler gelmiş, bir dizi
incelemeler yapmışlardır.
emperyalizme bağımlı kılınmıştı. Bu gerçeği gören ve karşı çıkanlar "yasadışı görüşü
benimsemiş" sicili ile ordudan atılıyordu. Ordu için kimlerin güvenilir olduğunu, karşılıklı
Güvenlik Anlaşması*
[10] gereğince ABD saptıyor olmalıydı. Bağımsızlık ilkesinden karşılıklı
bağımlılığa kayan bir politikanın sonucuydu bulunduğumuz nokta!.. Görülüyor ki her yandan
bağımlı ve 70 cente muhtaç bir ülkeydi, 1977 seçimlerine giren Türkiye.
5 Haziran 1977 seçimleri, 12 Mart öncesi ve sonrası gelişen ve halk kitlelerini,
demokratik kitle örgütlerini de arkasına alan sosyal muhalefet için, hükümet olma yolunu
açmıştı. Beklenen, CHP'nin tek başına hükümet kurmasaydı. Seçim öncesi, ABD
diplomatlarının halkın nabzını yokladıklarına ilişkin haberler toplumun ağır tepkisiyle
karşılaştı. CHP'lilerin toplantılarına, siyasal ve ekonomik iktidarların desteğindeki "faşist
saldırılar" önlenmiyordu. CHP Genel Başkam Ecevit'e, İzmir Çiğli Havaalanı'nda gizi bugüne
değin çözülemeyen -daha doğrusu çözülmeyen- bir suikast girişimi oldu. Ecevit'e suikast
girişimine kalkışan bir polis memuruydu ve kullandığı silahın ClA'nın elinde bulunanlardan
olduğu söylendi.
ABD'nin CHP'nin seçimlerden başarılı çıkmaması için çalıştığı kanısı topluma yerleşti.
1971 Şili seçimlerinde de, ITT kanalıyla Allende'nin başarısı önlenmeye çalışılmıştı.
Çabalar başarı sağlayamadı denilemez. CHP, 216 milletvekili ile birinci parti oldu,
ama salt çoğunluğu sağlayamadı. 1978 başlarına değin, önce bir CHP Hükümeti kuruldu. Bu
hükümet güvenoyu alamadığı için Demirel, İkinci MC'yi kurdu. CHP'nin 1978 başlarında
kurduğu hükümet, işte bu birinci ve ikinci MC'nin kadrolarına yerleştirdiği militanlarla
çalışmaya başladı...
CHP Hükümeti, AP'den istifa ettirilmiş bağımsızlardan(!) 11 bakan adayının desteği ile
kuruldu. Bu oluşumun sosyal demokratlara kurulmuş bir büyük tuzak olduğu sonradan
anlaşıldı.
CHP Hükümeti, İMF, Dünya Bankası ve Uluslararası Finans kapitalin öteki
tuzaklarında çırpındı durdu... Ama 1965'lerde başlayan "Kendi güvenliğimizi, kendimiz
düşünmeliyiz, ABD'ye güvenerek ulusal güvenlik sağlanamaz," görüşü, Başbakan Ecevit,
Milli Savunma Bakanı Esat Işık'ın sözcülüğü ile yaşama geçirilmek istendi. Ecevit, tuzaklar
içinde çırpınırken, borç para bulmak için çalmadığı kapı bırakmadığı bir gün, İsviçre'de ABD
için, "gölge etmesin, başka bir şey istemem" deyiverdi.
12 Eylül'ün kaldırım taşlarıydı bunlar. ABD elbet affetmeyecekti.
Yeni bir ulusal savunma konsepti, ABD'nin dümen suyundan çıkmak demekti ve elbet
günün koşulları içinde olanaksızdı. Ama 1950'lerden bu yana ilk kez bir Milli Savunma
Bakanı, "Bir ulusun güvenliği anlaşmalara bırakılamaz," diyordu. Milli Birlik Komitesi üyesi
Cemal Madanoğlu'nun 1967’lerde söylediği "ulusal ordu" özlemi dile getiriliyordu. Ve elbet,
1964'lerde İnönü'nün, "yeni bir dünya kurulur..." sözleri üzerine, ClA'nın desteği ile ulaşılan
sonuç, -zaten sözde 11 bağımsız milletvekili ile kurulan - hükümeti de bekliyordu... 12
Eylül'ün kurtarıcı (!) Komutanı Kenan Evren'in 1978'lerde bir darbe planı yapılmasını
emrettiği
4[11] öğrenildiğinde, ABD'nin vakit kaybetmediği anlaşıldı.
Çünkü ABD, ulusal çıkarları gereği, etkisine aldığı ülkelerde sosyal uyanışı istemez.
Oysa toplum, 27 Mayıs’ın yarattığı ortamda düşüncelerini açıkça tartışmaya başlamıştı.
Ve halkımız, ABD'nin ülkedeki varlığını da tartışıyordu sürekli. Toplumda tartışma
geleneğinin olmaması, ABD'nin bütün tartışmaları kendi çıkarları için sakıncalı bulması ve
kontr-gerilla gerçeği, tartışmaları çatışmaya dönüştürdü. Bireysel tartışmalar topluluklar
arasında çatışmalara giderek teröre dönüştü.
Terör, giderek toplumsal çatışmalara dönüştü, Sivas ve Malatya'da topluma yöneldi
ve Kahramanmaraş'ta bir kent'i 3-4 günde altüst etti. Çatışma sünni-alevi çelişkisine
10 (*) İleride 109 ve izleyen sayfalara bakınız.
11 M. Ali Birand, 12 Eylül 004, s. 30.
oturtuldu. Daha sonra, Çorum'da sünni-alevi yurttaşlar arasında Mayıs 1980' de başlayan
huzursuzluk, giderek silahlı çatışmayla sonuçlandı!
Polis bu olayları önleyemedi. 1980'lere doğru toplumda her birey can güvenliğinden
kuşkuluydu. İMF, Ecevit Hükümeti'ne yüz vermedi. 1979 Senato Kısmi Seçimlerinde yenik
düşen CHP, Hükümeti bıraktı. Demirel bir kez daha başbakandı.
Ama, ABD ona da sıcak bakmıyordu. Geçmişteki U-2 casus uçağı, Haşhaş ekimi.
Başkan Ford ve Carter'la tartışmaları, O'nun tam olarak dümen suyuna giremediğini
gösteriyordu. 24 Ocak kararları uluslararası kapitalizmin yeni bir tuzağı olarak dayatıldı. Öyle
ki, bu ekonomik sistem, ancak askersel disiplinle uygulanabilirdi...
Her şey askerin, 1980 yılına girerken verdiği muhtıranın gündeme getirdiği askerin,
işe karışmasının yollarını açıyordu.
12 Eylül'e hızla koşuyorduk.
12 Eylül, 12 Mart öncesi ve sonrası olayları yeniden değerlendirilerek yazılmalıdır.
Türkiye'nin, Truman Doktrini'ne girdiği tarihten bu yana gelişen olaylar değerlendirilerek
yazılmalıdır.
12 Eylül'le hesaplaşmanın yolu buradan geçer. 12 Eylül’le hesaplaşmak için 12 Eylül,
öncesi ve sonrasıyla sorgulanmalı, yargılanmalıdır.
Emperyalizmin tuzaklarından çıkmanın/kurtulmanın ön koşulu budur çünkü. Bunun
için de, ABD'nin Türkiye'deki varlığını tartışarak başlanmalıdır.
ABD, ORTADOĞU VE TÜRKİYE
Ortadoğu ve Akdeniz, öteden beri Batı Dünyası ve ABD için jeostratejik önemde bir
bölgedir. Rockefeller Kardeşler Fonu olarak bilinen ve ABD ekonomik politikasının ilkelerini
saptayan örgütçe hazırlanan 1952 tarihli bir raporda deniliyor ki:
"Asya, Ortadoğu ve Afrika milliyetçiliği, Sovyet Bloku'nun tahrikleriyle yıkıcı bir güç
haline gelecek olursa, Avrupa'nın petrol ve diğer hammadde ikmal kaynakları tehlikeye
girebilir."5[12] Şu halde, bölgeyi güvenlik altına almak için bölge ülkeleriyle ilişkiler kurmak ve
yaşamsal önemdeki kaynakları böylece güvenceye almak gerekir.
Bu nedenle, Ortadoğu, emperyalizmin ilgi odağıdır ve bu bölgeyi kendi etki alanı
içinde tutmalıdır. W.W. Rostow, Senato Dış Ekonomik İlişkiler Alt Komitesi'nin Kasım
1956'daki toplantısında der ki:
"Öyleyse bir yanda Batı Avrupa'nın sanayileşmiş devletleri ve Japonya'yı, öte yandan
Asya'nın, Ortadoğu'nun ve Afrika'nın az gelişmiş bölgelerini makul bir ahenk ve birlik
çerçevesi içinde kapsamına alacak bir hür dünya koalisyonu kurulmasının başlıca ulusal
çıkarlarımız olduğu açıktır."6[13] Ve ABD'nin global politikası, etki alanındaki -nüfuz
bölgesindeki- ülkeleri ve çevrelerini işte "makul bir ahenk" içinde tutarak dünya egemenliğine
adım atmaktır.
İkinci Dünya Savaşı'ndan önce, Ortadoğu petrol yatakları işletme hakkının yüzde
10'dan azı ABD firmalarına, yüzde 72'si İngiltere'ye ait iken, 1960'larda ABD payının yüzde
59'lara çıktığı Harry Magdoff un Emperyalizm Çağı adlı yapıtında belirtiliyor. ABD Dışişleri
Bakanlığı Siyasi İşler Müsteşarı Eugene V. Rostow diyor ki: "... Savaş sonrası tarihi birçok
yönden Fransa'nın, Belçika'nın, Hollanda'nın daha önce ellerinde tuttukları güvenlik
mozaiklerini Amerikalılara terk etmeleri süreci olmuştur."7[14]
US News Dergisinin 22 Mart 1971 tarihli sayısında ABD Savunma Bakanlığı,
Türkiye'nin önemini şöyle vurguluyor:
12 Harry Magdoff, Emperyalizm Çağı, s. 71.
13 Harry Magdoff. agy. s. 72.
14 Harry Magdoff. agy. s. 57.
"Türkiye ve Yunanistan'ın Batı için büyük önemi, askeri potansiyellerinden çok,
stratejik konumlarından gelmektedir... Daha da önemlisi, ABD'nin Ortadoğu ve Hint
Okyanusu'ndaki stratejik çıkartandır. Bu çıkarlar, Türkiye ve Yunanistan'ı, Amerika için
özellikle hayati kılmaktadır."8[15]
ABD İÇİN TÜRKİYE'NİN ÖNEMİ
George McGhee, ABD'nin Türkiye eski Büyükelçisi, Ortadoğu ve Türkiye uzmanı,
kısaca deneyimli bir diplomat... McGhee'nin Ortadoğu ve Amerikan politikasını odaklaştırdığı
anılarının bir bölümü Türkçe olarak yayınlandı. "ABD-TÜRKİYE-NATO-ORTADOĞU" adlı
yapıt, Truman Doktrini ve ABD-Türkiye ilişkileri üzerinde yetkili ve olayların içinde yaşamış,
Türkiye-ABD ilişkilerini belli bir strateji ile yönlendirmiş bir diplomatın anılarına dayalı olduğu
için önemli. Bu çalışmada önemli bir sorunun yanıtını da buluyoruz. McGhee'ye göre,
"Türkiye değerli stratejik mevkii ve askeri gücü"nü kullanarak Ortadoğu'da önemli rol almış bir
ülkedir. Yapıta yazdığı önsözde, NATO Eski Genel Sekreteri Peter Carrington, "George
McGhee" diyor "... kendisi dikkati çeken bir ABD Büyükelçisiydi ve Türkiye'nin özgür dünya
açısından taşıdığı jeopolitik ve politik önemi anlayacak ileri görüşe sahipti." Türkiye ile ilgili
değerlendirmesinde; "Türkiye'nin ortak savunmamıza katılmasının Batı için önemini
kavrâyabilen (ya da emperyalizmin dünya politikasını yeterince bilmeyen/notumuz) devlet
adamlarının var olmasını" Batı için şans sayan Carrington der ki:
"Türkiye'nin Batı komşularıyla olduğu gibi, diğer Ortadoğu ülkeleriyle de özel ilişkileri
ve bağlan vardır. Düşman Türkiye ya da tarafsız bir Türkiye, savunma durumumuzu da
gerçekten büyük zorluklara iter, stratejimizin inandırıcılığını zayıflatırdı."9[16] Bu satırlar
Türkiye'nin, Batı'nın ve özellikle ABD'nin çıkarları için ne denli önemli bir ülke olduğunu
anlatıyor. Eisenhower 1953'te "Dünya'da Ortadoğu'dan daha çok stratejik önemi olan bölge
yoktur." derken, hiç kuşkusuz bölgenin ve elbet Türkiye'nin emperyalizm için önemini
vurguluyordu. Bu ilginin, bölgenin zengin ve el sürülmemiş maden yatakları ve petrol
rezervine dayandığı gizlendi. Önceleri açıkça söylenmedi. ABD, Ortadoğu'ya yönelik ilgi
nedeninin, komünizmin bölgede yayılmasını önlemek, bölgede istikrarın/statükonun
korunması olduğunu söylüyordu... Çünkü bölgedeki statüko, İkinci Dünya Savaşı sonrası
çizilen yapay sınırlara ve çağdışı sistemlere dayalıydı. İsrail devletinin, emperyalizmin uç beyi
olarak Filistin topraklan üzerine kurulması, Ortadoğu'ya ilişkin politikanın bir parçasıdır.
Sosyal ve siyasal bakımdan Ortaçağ karanlığında yaşayan Arap kabilelerini uğraştıracak bir
uygulamanın yarattığı bunalım, o gün, bugün artarak sürmekledir. Ve Ortadoğu artık, petrol
rezervi ve maden kaynaklarıyla ABD Emperyalizminin emrindedir. Statünün bozulması, bu
kaynakların sömürülmesini tehlikeye atar. Ve ABD, Ortadoğu'daki sömürüyü engelleyecek
her şeye karşıdır. Bunun adı da, istikrarı korumaktır. Yani emperyalist sömürüyü korumak...
Bunun için de ABD, Ortadoğu'nun savunmasını üzerine almak zorundadır. Neden? Bu
sorunun yanıtı, McGhee’nin anılarında veriliyor. Daha doğrusu kitap baştan sona bu soruya
yanıt olarak kaleme alınmış nerdeyse!
"ORTADOĞU SAVUNMASININ MANTIĞI"
McGhee anılarına böyle başlıyor. "Ortadoğu Savunması'nın Mantığı." Ve konuya,
"Dünyanın ilgisi son yularda Basra Körfezindeki sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı'nın da
katkısıyla yine Ortadoğu'nun savunması üzerinde yoğunlaşmayı sürdürmektedir," diye
sürdürüyor. Şu halde, Ortadoğu tarih içinde olduğu gibi; bugünde emperyalizm için çok
önemli bir ilgi odağıdır. ABD'li stratejistlere göre, dünyanın en önemli stratejik bölgesi olan
Ortadoğu'da, Türkiye, tarihinden gelen bir misyonla, Çar Petro'dan bu yana, Rusların bu
bölgeye inmesine engel olan bir kalkandır. "İşte" diyor McGhee, "Türkiye'nin Ortadoğu
güvenliği açısından önemi en başta 600.000 kişilik ordusuna, sonra da halkının demokrasiye
birlik içinde adanmışlığına dayanmaktadır. Tabii, aynı zamanda ülkenin coğrafi mevkiinden
15 Türkiye İçin Devrim Dergisi, 23 Mart 1971.
16 George McGhee, ABD-TÜRKİYE-NATO-ORTADOĞU, s. 9.
de kaynaklanmaktadır," dedikten sonra.
"İşgalci Sovyet birliklerinin karadan Ortadoğu'ya ve Basra Körfezi'ne inebileceği tek
yol, Türkiye, İran ve Irak'ın kuzeyindeki dağ geçitleridir." söylemiyle Türkiye'nin önemini
vurguluyor.
Bu sözler, Türkiye'ye yardımın gerçek dayanağını gösteriyor. Türkiye, emperyalizmin
sömürü ağına bir kalkandır. Bu nedenle de yardım edilmelidir. ABD'nin önde gelen
stratejistlerinden Rutsel, Kaplan ve Goblenz'e göre de, "Türkiye, Ortadoğu'da ideal bir araçtır.
Çünkü Türkiye bu bölgede, Birleşik Devletler stratejisinin gelişmesine aktif olarak katılan ve
Yakın Doğu/Ortadoğu sahnesinde Amerika'nın yüzünü güldüren tek devlettir." (William
Rutsel, Mortan A, Kaplan ve C.G. Goblenz'in ortak yapıtları. "ABD Dış Siyaseti" adlı kitaptan
alıntı.)11[17]
Türkiye'ye Batı Savunması'nda verilen rol işte budur. Bir araç,, bir kalkan!.. O nedenle
de, Türkiye, son yıllara değin, ekonomik yönden ilgi odağı olmamıştır. Çünkü, bir Sovyet
saldırısı karşısında, kuvvetlerin Toroslar'a çekilmesi planlandığından 'Türkiye'ye yapılacak
yatırım boşa gidecektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun kaderine terk edilmişliğinin
ardında, o bölgenin, -emperyalizmin çıkarlarına göre düzenlenmiş güvenlik konsepti
nedeniyle- işgalciye terk edilmesi planı bulunmaktadır demek yanlış olmaz. Bunlar ABD'nin
çıkarlarına uygundur, ama Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla çelişir. Türkiye, eğer Kemalist bir
bilinçle Ulusal bir Savunma Konsepti hazırlamış ve benimsemiş olsaydı, Ortadoğu'da hem
emperyalist etkileri kırar, hem de saygın bir ülke olurdu. Böyle bir politika, kalkınmaya destek
olacağı gibi, bölgelerarası eşitsizliğe bağlı bugünkü sosyal ve siyasal sorunların doğmasını
önlerdi.
McGhee'nin anılarından çıkardığımız sonuç şudur: Ortadoğu'yu savunmanın mantığı,
ABD'nin çıkarlarını güvenceye almaktır. Ve bu politika, geçmişte Sovyet yayılmacılığını
önleme görüntüsüyle perdelenen asıl amacın, geçmişte, bugün ve gelecekte günümüzde
Basra Körfezi'ni güvenceye almak amacına göre geliştirilmektedir. McGhee açıkça
söylemiyor ama, uygulamada, Türkiye bu kez Çekiç Güç'e güç katarak, "aracı" olmayı
sürdürmektedir. Son Körfez Bunalımı ve Irak Savaşı, ABD'nin bölgede, kendinden başka
hiçbir ülkenin, dünyanın en önemli stratejik bölgesinde at oynatmasına izin vermeyeceğinin
göstergesidir.
ABD, bölgede kendisince sağlanan istikrarı sürdürme kararındadır. Yani
Ortadoğu'daki yapay sınırları, Ortaçağ kalıntısı şeyhlik, emirlik ve krallıkları desteklemekte,
bu ülkelerdeki sosyal uyanışı, baştaki bu çağdışı sistemlerle önlemektedir.
Şöyle bir soruya verilecek yanıt, ABD'nin gerçek yüzünün görülmesine yardımcı olur.
Acaba, İkinci Dünya Savaşı sonrası, savaşın yorgunluğu ve Avrupa'daki peykleri nedeniyle
başı dertte olan Sovyetler, Türkiye ve İran'ı aşıp, Ortadoğu'ya, Basra Körfezi'ne iner miydi?
Bu soruya ileride yanıt arayacağız ama, 1945-1947 yıllarında Türkiye'nin, Sovyetler'in
Boğazlar ve Doğu Anadolu'ya yönelik istemlerini tek başına karşıladığı ve bu arada
Sovyetler'in İran'daki birliklerini çektiği düşünülürse, böyle bir olasılığın gerçekleşmeyeceği
söylenebilir. Ve o iki yıl (1945-47) göstermiştir ki, bir ulus ancak kendi öz varlığına güvenerek
tehlikeleri göğüsler. Eğer biz bölgenin özelliği ve Türkiye'nin çıkarlarına uygun bir anlayışla
tarafsız kalabilseydik, emperyalizmin Ortadoğu politikasından denge öğesi olurduk.
Carrington'un sözlerini anımsayalım. "... Tarafsız bir Türkiye..." diyordu, NATO Eski
Genel Sekreteri "savunma durumumuzu da, dış politikamızı da gerçekten büyük zorluklara
iter, stratejimizin inandırıcılığını zayıflatırdı..."
Bu gerçek görülebilse ve ona göre politikalar oluşturabilseydi, bugünkü zorluklarla
karşılaşılmayabilirdi!.. Biz yine McGhee'ye kulak verelim:
"... Sovyetler, Türkiye'yle sürdürdükleri sinir savaşının bir parçası olarak Kara
Kuvvetlerini de Türkiye'ye doğru sürmüş, ayrıca Türk kıyılarının 45 mil açığında deniz
17 Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, Amerika-NATO ve Türkiye, s. 245-246.
manevralarına başlamıştı. Türkler, Sovyet baskısı karşısında kaya gibi dikildiler. Montrö
Antlaşmasının gereklerini yerine getirdiklerini, antlaşmanın şartlarına zaman zaman
fanatizme varan bir tutkuyla uyduklarını, Türk çıkarlarını bile ikinci plana ittiklerini söyleyerek
direndiler. Ankara ayrıca, ulusal açıdan Sovyet önerisi Türkiye'nin egemenlik haklarıyla ve
güvenliğiyle tutarlı değildir ve bu haklar sınırlandıramaz,' dedi." Bu değerlendirmenin
gösterdiği gerçek, İkinci Dünya Savaşı sonrası, bizim Sovyet tehdidi ile başbaşa
bırakıldığımızda. McGhee, bizim o zaman gerçek bir ulusal bilinçle tehlikeyi göğüslediğimizin
anlaşıldığını söylüyor.
Truman Doktrini mi? İşte O, Ortadoğu'ya ABD emperyalizminin yerleşme pratiklerinin
teorisidir,*[18]
McGhee, Truman Doktrini'ne 23 Ağustos 1946'da ABD Kuvvet Komutanlarının
ortaklaşa alınmış bir kararından çıkılarak ulaşıldığını yazar.
"ABD Kuvvet Komutanları Ortadoğu'ya yönelik Sovyet eylemlerini 'Sovyet de facto,
coğrafî-politik kontrolünü yayma yolunda hesaplı bir Sovyet politikası' olarak nitelendirdiklerini
bildirdiler ve Türkiye'nin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'da en önemli unsur olduğu sonucuna
vardılar. ABD'nin Türkiye'ye yardımının ana mantığı artık ortaya çıkmış durumdaydı ve
İngiltere'yle görüştükten sonra, ABD bölgede daha büyük sorumluluk üstlenmeye hazır
olduğu yolunda güvence verdi."13[19] Görülüyor ki, ABD, 1946'da Türkiye'nin kendi çıkarları
için önemini kavramış ve yardıma bu amaçla karar vermiştir. Görünürdeki amaç, Sovyetler'in
Ortadoğu'ya yönelik planlarını önlemek ve Türkiye'yi kullanmaktır. Mc Ghee der ki: "...
İngilizler Ortadoğu politikalarının çapası olarak Türkiye'yi kullanmaya karar verdiler..." Bizim
için ne aşağılayıcı bir niteleme... İngilizler "çapa" olarak, ABD "araç" olarak kullanır.
McGhee'yi okumayı sürdürelim:
"Kuvvet Komutanları Türkiye'yi Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'da Sovyet saldırganlığına
doğal bir engel olarak nitelendirirken, Vietnam Savaşı sırasında çok ünlenen Domino
Kuramı'na benzer bir olaylar dizisini öngörmekteydiler. Yani eğer Türkiye Sovyet baskılarına
karşı durabilir, Batı'dan direnişine yardımcı olacak ihtiyaçlarını sağlayabilirse, tüm Ortadoğu
ülkelerinin de komünizme karşı direnme kararlılıkları daha güçlenecekti. Yok eğer Türkiye
barış içindeyken boyun eğerse, tüm Ortadoğu ülkeleri de hızla Sovyet boyunduruğuna
girerdi." Raporun son cümlesi de çok çarpıcıydı: "Rusya, Türkiye'yi barış döneminde emip
yutabilirse, bizim Ortadoğu'yu savaşla savunma yeteneğimiz tümüyle yok olur."14[20]
Dolayısıyla, Kuvvet Komutanları ABD'nin amaçlarını şöyle görüyorlardı: Birincisi,
Türkler'in Sovyet baskısına direnme istek ve yeteneklerini artırmak, ikincisi de, Türkiye'nin
kendini savunma konusundaki askeri potansiyelini daha iyileştirerek bu topraklara olabilecek
saldırıları durdurma ve geciktirme yeteneğini en üst düzeye çıkarmak.
Anlaşılan, Türkiye kobay olarak kullanılıyor. Türkiye, ABD'nin çıkarları açısından
gerçekten çok önemli, yaşamsal bir konumdadır. Bizim bu gerçeğin bilinciyle, Türkiye-ABD
ilişkilerini düzenlememiz ve politikamızı asıl gücün bizde olduğunu düşünerek saptamamız
gerekirdi. O zaman Türkiye bugünkü noktaya gelmezdi.
18 (*) 1957de Eisenhower, bu pratiği kendi adıyla anılan bir doktrinle somutlaştırmış ve
Kongre'ye sunduğu bir mesajla "Sovyetler'in Ortadoğu'ya sızmalarının önlenmesi için Ortadoğu'nun
denetiminin tam olarak ABD'ye ait olduğunu" Dünya'ya duyurmuştur. Bu mesajın da Rockefeller
Grubunun önayak olduğu "Dolaylı Saldın" teorisine dayalı olduğu anlaşılmaktadır. Eisenhower, ayrıca
bu mesajla, Ortadoğu ülkelerinden isteyenler için özel yardım programlan geliştirildiğini de açıklamış,
DOĞU BLOKU ÜYELERİNDEN ORTADOĞU'YA YÖNELİK BİR KARIŞMA (müdahale) olursa, ABD
Silahlı Kuvvetlerinin kayıtsız kalmayacağını duyurur. Gerçekten 1957deki Ortadoğu krizinde (Kissinger
bu krizin kendilerince yoğunlaştınldığını anılarında açıklıyordu) ABD Lübnan'a asker çıkarmıştır.
Lübnan o gün, bugün krizden çıkabilmiş, Ortadoğu huzura kavuşabilmiş değildir. Bu gerçeği, Çekiç
Güç'ün ülkemizdeki konuşlanmasına izin verenlerin dikkatine sunarım.
19 McGhee, agy. s. 50-51.
20 McGhee, agy. s. 50-51.
Görülüyor ki, emperyalizmin tuzaklarını biz kendi bilgisizliğimiz yüzünden, elimizle
kurmuşuz.
İSTİKRAR-BUNALIM-ÇIKAR
Emperyalizmin sözlüğünde istikrarın anlamı, ABD'nin çıkarlarının korunmasıdır. Bu
arada çıkarı olan bölgede ya da ülkede yönetimin biçimi önemsenmez, insan hakları ihlalleri
olabilir. Bir ülkede kral olmuş, diktatör olmuş, ABD önemsemez, dahası böyle ülkelerde bir
adamı elde etmek ve o kanalla toplumu denetlemek daha kolaydır ve ucuza gelir. Yeter ki
bunlar, ABD'nin çıkarlarına engel olmasın. Ve asıl önemlisi, ABD için yıkıcı aşamaya
gelmemesi koşuluyla bunalımlar da olmalıdır. Böyle ülkeler arasında, düşük seviyeli silahlı
çatışmaya kadar uzanan bunalımlar olmalıdır. Bu bunalımlar çözümsüzlüğe götürülür.
Böylece ABD, o ülkelerin politikalarına etken olur, dahası işbirlikçi sınıflar eliyle, politikalarını
yönlendirir.
Örneğin, 1960'lardan bu yana bir türlü çözülemeyen Kıbrıs sorunu, kısa bir süreç
içinde çözülebilir miydi? Ya da gerçekçi bir deyimle, "ABD, Kıbrıs bunalımının hemen
çözümünü istiyor mu?"
Bu soruyu, yıllardır oynanan oyunun kurallarına ve sonuçlarına bakarak, "hayır" diye
yanıtlıyoruz. Kıbrıs bunalımı, ABD istemeden çözümlenemez ve ABD bunalımın sürmesini,
sürdürülmesini istemektedir.
Bir an için sorunun çözümlendiğini varsayalım. Kıbrıs bunalımı çözümlense ve
Kıbrıs'ta iki toplumun barış içinde yaşamasını sağlayan bir düzen kurulsa ve ayrıca TürkYunan
anlaşmazlığı da giderilse, Ortadoğu'da ABD'nin hakemliğine gerek kalmayacaktır.
Rockefeller'in Eisenhower'a yazdığı mektubu incelerken göreceğimiz gibi; "Türkiye'nin
gelişmesi, onun bağımsızlık eğilimini arttırır." ABD bunu ister mi? Elbet istemez. Çünkü böyle
bir Türkiye, gelişme yolunda attığı adımlar, bağımsız bir Dış siyasa ve artan gücüyle,
Ortadoğu'da üstünlüğü elde etmenin yollarını arayacaktır. Türkiye, Ortadoğu'da bir güç
olacaktır ve bu sonuç emperyalizmin çıkarları için tehlikelidir. Oysa ki Ortadoğu,
McNamara'nın 1967'de vurguladığı gibi, ABD için yaşamsal önemdedir. McNamara, bir
meclis komitesinde Ortadoğu, Türkiye, Yunanistan ve İran'ın, ABD için önemini şu sözlerle
anlatır:
"Yakın ve Ortadoğu, Birleşik Devletler açısından taşıdığı stratejik önemi devam
ettirmektedir. Çünkü bu bölge siyasi, askeri, ekonomik çıkarların birleştiği kavşaktır ve çünkü
Ortadoğu petrolü Batı için hayati önem taşımaktadır. Bundan ötürü, bu bölgenin istikrarlı ve
sürekli bir kalkınma içinde olmasında bizim çok büyük çıkarımız vardır (bunun gerçek anlamı,
bu ülkeler ancak ABD'nin çıkarları gereği ve o kadar,(kullanılabilirler/notumuz)." McNamara
şöyle sürdürüyor:
"Yunanistan, Türkiye ve İran ile olan ittifak ilişkilerimizi devam ettirmekte de büyük
çıkarlarımız vardır. Zira bu üç ülke, Sovyetler Birliği, sıcak deniz limanları ve Ortadoğu'nun
petrol yatakları arasında yer almaktadır."15[21]
Evet, Ortadoğu emperyalizm için, "siyasal, askeri ve ekonomik çıkarların birleştiği
kavşaktır."
O nedenle, Ortadoğu'da sorunlarını çözümlemiş, anti-emperyalist bir savaştan sonra
kurulduğu için, emperyalizme karşı bir odak olan güçlü bir Türkiye, emperyalizm için elbet
gözardı edilemeyecek bir tehlikedir. Carrington'a göre, tarafsızlığımız bile ABD için
tehlikelidir. Böyle bir tehlikeyi daha başlangıçta görmek, gelişmesini önlemek, iç ve dış
bunalımlar içinde bırakmak, ABD için, ABD'nin güvenliği ve çıkarları için gereklidir. İçinde
çırpındığımız bunalımlar ve sorunlara, örneğin Kıbrıs sorununa bir de bu açıdan bakılmalıdır
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder