Book and Novel Editor (fictional and non-fiction) Prisoner, Pyromania, Antiquity, Ancient Mesopotamia, Published Author of International Books.
27 Eylül 2016 Salı
Duygusal Zeka
1990’da, New York Times’da bilim muhabirliği yaparken, küçük bir akademik dergide bir makale
çarptı gözüme. Biri şu anda New Hampshire Üniversitesi’nde, diğeri de Yale’de bulunan John Mayer
ve Peter Salovey adlı iki psikolog, bu makalede “duygusal zekâ” diye adlandırdıkları bir kavramı ilk
kez dile getiriyorlardı.
O dönemde, hayatta mükemmellik standardı olarak IQ’nun üstünlüğü sorgulanamazdı; bu zekânın
genlerimize mi işlendiği, yoksa deneyime mi bağlı olduğu konusunda bir tartışma almış başını
gidiyordu. Ama işte, birdenbire, hayattaki başarının unsurları hakkında yeni bir düşünme şekli
belirmişti. Beni heyecanlandıran o kavramı, 1995’te bu kitaba başlık yaptım. Mayer ve Salovey gibi,
ben de bu deyimi çok çeşitli bilimsel bulgulardan bir sentez üretmek, eskiden ayrı araştırma dalları
olan şeyleri bir araya getirmek –yalnızca onların kuramını değil, daha pek çok heyecan verici
bilimsel gelişmeyi de, sözgelimi duyguların beyinde nasıl düzene sokulduğunu inceleyen yeni bir
alanın, etkileyici sinirbilimin ilk meyvelerini gözden geçirmek– amacıyla kullandım.
On yıl önce bu kitap yayımlanmak üzereyken, günün birinde iki yabancının duygusal zekâ deyimini
kullandıkları ve ne anlama geldiğini her ikisinin de anladığı bir konuşmaya kulak verecek olursam, bu
kavramı kültüre daha yaygın bir biçimde yerleştirmekte başarıya ulaşmış sayılırım, diye düşündüğümü
anımsıyorum. Pek az şey biliyormuşum.
Duygusal zekâ deyimi, ya da onun kısaltması olan EQ her yere yayılarak, hiç beklenmedik biçimde
Dilbert ve the Pinhead Zippy gibi çizgi bantlarda ve Roz Chast’in New Yorker’daki çizim dizisinde
bile ortaya çıktı. Çocukların EQ’sunu güçlendirme iddiasını taşıyan oyuncak kutuları gördüm;
sevgilisi tarafından terk edilmişlerin kişisel ilanları, bazen eş bulmayı umanların gözüne sokuyor bu
kavramı. Bir keresinde otel odamdaki şampuan şişesinin üzerine basılmış, EQ hakkında bir espriyle
bile karşılaştım.
Bu kavram gezegenimizin uzak köşelerine kadar yayıldı. EQ’nun Almanca, Portekizce, Çince,
Korece ve Malezce gibi farklı dillerde bilinen bir sözcük olduğunu söylüyorlardı bana. (Yine de ben,
emotional intelligence’ın İngilizce kısaltması olan EI’yi tercih ediyorum.) Elektronik posta kutumda
çoğu zaman, örneğin Bulgaristan’daki bir doktora öğrencisinden, Polonya’daki bir öğretmenden,
Endonezya’daki bir üniversite öğrencisinden, Güney Afrika’daki bir iş danışmanından, Umman’daki
bir yönetim uzmanından, Şangay’daki bir üst düzey yöneticiden gelen sorular bulunuyor.
Hindistan’daki işletme öğrencileri Duygusal Zekâ’yı ve liderliği okuyorlar; Arjantin’deki bir CEO, o
konuda sonradan yazmış olduğum kitabı öneriyor. Ayrıca Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, Hindu ve
Budist din bilginlerinden, duygusal zekâ kavramının kendi inançlarındaki görüşlere uyduğunu duydum.
Beni en çok memnun eden şey de, bu kavramın eğitimciler tarafından “sosyal ve duygusal öğrenim”
(SEL/social and emotional learning) programlarına dahil edilerek benimsenmesi oldu. 1995 yılında,
duygusal zekâ becerilerini çocuklara öğreten bu tür programlardan ancak bir avuç kadar
bulabilmiştim. On yıl sonrasında bugün, dünyanın dört bir yanındaki on binlerce okul, çocuklara
sosyal ve duygusal öğrenim sunuyor. ABD’de pek çok bölge, hatta eyaletlerin tamamı, SEL’i
şimdilerde müfredatın bir parçası haline getiriyor ve öğrencilerin matematik ve dilde belirli bir
yeterlik düzeyine erişmeleri gerektiği gibi, bu önemli yaşam becerilerinde de ustalaşmalarını zorunlu
kılıyor.
Örneğin Illinois’te, SEL konusundaki belirli öğrenme standartları, anaokulundan lise sona kadar her
sınıfta yerleşmiş bulunuyor. Son derece ayrıntılı ve kapsamlı bir müfredat örneği olarak, ilköğrenimin
ilk yıllarında öğrencilerin duygularını tanıyıp doğru adlandırabilmeleri ve bu duyguların kendilerini
nasıl harekete geçirdiğini tanımlayabilmeleri gerekiyor. İlköğrenimin son yıllarına doğru empati
derslerinde çocuklardan bir başkasının ne hissettiğine dair sözsüz ipuçlarını belirlemeleri, lise son
sınıftaysa neyin stres yarattığını ve ne gibi saiklerle en iyi performanslarını çıkardıklarını analiz
etmeleri isteniyor. Ayrıca lisede öğretilen SEL becerileri, anlaşmazlıkları tırmandıracak yerde
çözecek şekillerde dinlemeyi ve konuşmayı, kazan-kazan çözümlerini müzakere etmeyi de içeriyor.
Dünyaya baktığımızda, Singapur SEL konusunda etkin bir inisiyatif üstlenmiş durumda; Malezya,
Hong Kong, Japonya ve Kore’deki bazı okullar da öyle. Avrupa’da İngiltere öncülük ederken, bir
düzineden fazla ülkede, ayrıca Avustralya’da, Yeni Zelanda’da ve Latin Amerika ile Afrika’daki
birkaç ülkede de duygusal zekâyı benimseyen okullar var. 2002’de UNESCO, SEL’i tanıtmak için
dünya çapında bir inisiyatif başlatıp, 140 ülkenin eğitim bakanlıklarına SEL’i uygulamaları için on
temel ilkeden oluşan bir bildirge gönderdi.
Bazı ülkelerde ve devletlerde SEL, karakter eğitimi, şiddeti engelleme, uyuşturucuya karşı önlem
alma ve okul disiplini gibi programları bir araya getiren, örgütleyici bir şemsiye haline geldi. Amaç,
okul çocukları arasında bu sorunları azaltmanın yanı sıra, okul havasını ve sonuç olarak da
öğrencilerin akademik performansını iyileştirmek.
1995’te, SEL’in şiddet gibi sorunları önlerken çocukların daha iyi öğrenmesini de sağlayan
programlardaki o etkin unsur olduğunu gösteren ön delillerin altını çizdim. Şimdi ise bu, bilimsel
olarak kanıtlanabilir durumda: çocukların özbilincini ve özgüvenini yükseltmek, rahatsız edici duygu
ve dürtülerini kontrol altına almak, empatilerini artırmak için yapılan yardım, yalnızca daha iyi
davranışlar değil, ölçülebilir akademik başarı açısından da yararlı oluyor.
Bu, anaokuldan lise sona kadar okul öğrencilerine yönelik SEL programları ile ilgili 668
değerlendirmenin yakınlarda tamamlanmış bir üst-analizinin içerdiği büyük haber.
1Bu kitlesel
araştırma, Chicago’da Illinois Üniversitesi’nin Akademik, Sosyal ve Duygusal Öğrenim İşbirliği’ni –
SEL’in dünyanın dört bir yanındaki okullara girmesinde öncülük yapan kuruluşu– yönlendiren Roger
Weissberg tarafından yürütüldü.
Veriler, başarı test sonuçları ve not ortalamalarında görüldüğü gibi, SEL programlarının akademik
başarı açısından büyük bir yarar sağladığını gösteriyor. Katılan okullarda, öğrencilerin yaklaşık
%50’si başarı derecesini artırmış, % 30 kadarı da not ortalamasını yükseltmiş görünüyor. SEL
programları ayrıca okulları daha güvenli hale getirdi: kötü davranışlar ortalama %28, okuldan
uzaklaştırmalar % 44 ve disiplin gerektiren diğer eylemler %27 oranında azaldı. Aynı zamanda,
öğrencilerin %63’ü çok daha olumlu davranışlar sergilerken, okula devam oranları da artıyor. Sosyal
bilim araştırmaları dünyasında, bunlar davranışsal değişimi teşvik eden herhangi bir program için
kayda değer sonuçlardır. SELsözünü yerine getirmiş bulunuyor.
1995’te, SEL’in verimliliğinin büyük oranda çocukların gelişmekte olan sinir devrelerinin; özellikle
de işleyen belleği –öğrenirken aklımızda tuttuğumuz şeyleri– yöneten ve aksatıcı duygusal itkileri
bastıran prefrontal korteksin yönetim işlevlerinin biçimlenmesindeki etkisine bağlı olduğunu öne
sürüyordum. Şimdi o görüşün ilk bilimsel delilleri de geldi. Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nde
görev yapan ve SEL’in PATHS müfredatını geliştirenlerden biri olan Mark Greenberg, ilköğrenim
öğrencilerine yönelik bu programın akademik başarıyı pekiştirmekle kalmadığını; daha da önemlisi,
öğrenmedeki artışın büyük bir kısmının, prefrontal korteksin ana işlevleri olan dikkat ve işleyen
bellekteki iyileşmelere atfedilebileceğini belirtiyor.
2Bu ise nöroplastisitenin, yani beynin tekrarlanan
deneyimler aracılığıyla biçimlenişinin, SEL’den alınan yararlarda ana rolü oynadığını güçlü bir
biçimde gösteriyor.
Benim için en büyük sürpriz, duygusal zekânın iş dünyasında, özellikle de liderlik ve çalışanların
gelişimi gibi alanlardaki etkisiydi belki de (bir çeşit yetişkin eğitimi). Harvard Business Review,
duygusal zekâyı “çığır açan, paradigmaları paramparça eden bir fikir”, son on yılın iş dünyasına en
çok etki eden fikirlerden biri olarak karşıladı.
İş dünyasında bu tür iddialar çoğu zaman temelsiz, gelip geçici bir hevesten bir ibaret kalır. Ama
burada, duygusal zekâ uygulamasının sağlam verilere bağlı olmasını sağlayan çok geniş bir
araştırmacılar ağı devreye girmişti. Merkezi Rutgers Üniversitesi’nde olan, Kuruluşlarda Duygusal
Zekâ Araştırmaları Konsorsiyum’u (CREIRO-Consortium for Research on Emotional Intelligence
in Organizations), federal hükümetteki Personel Yönetim Bürosu’ndan American Express’e kadar
uzanan kuruluşlarla işbirliği yaparak bu bilimsel çalışmanın kotarılması için yolu açtı.
Bugün dünyanın dört bir yanındaki şirketler, çalışanları işe alırken, terfi ettirirken ve geliştirirken
duygusal zekâ merceğinden bakıyorlar. Örneğin, (yine bir CREIO üyesi olan) Johnson & Johnson,
dünyanın her yerindeki bölümlerinde meslek yaşamlarının ortasında yüksek liderlik potansiyeline
sahip oldukları belirlenen kişilerin, duygusal zekâ becerileri açısından daha az umut vaat eden
akranlarına kıyasla çok daha güçlü olduklarını bulguladı. CREIRO, iş hedeflerine ulaşma ya da bir
misyonu yerine getirme yeteneklerini artırmak isteyen kuruluşlara kanıtlara dayalı kılavuzlar
sunabilecek bu tür araştırmaları desteklemeyi sürdürüyor.
Salovey ile Mayer 1990 yılında ufuk açan makalelerini yayımladıkları sırada, temelini onların attığı
bu akademik alanın tam on beş yıl sonra ne kadar başarılı olacağını kimse hayal edememişti. Bu
alandaki araştırmalar geliştikçe gelişti; 1995’te bilimsel literatürde duygusal zekâ üzerine neredeyse
hiçbir şey yoktu, oysa bugün aynı alanda sürüyle araştırmacı var. Duygusal zekânın özelliklerini
araştıran doktora tezleriyle ilgili bir veritabanı taraması –o veritabanında hesaba katılmayan,
profesörler ve başkaları tarafından yapılmış çalışmalar bir yana– bugüne kadar tamamlanmış yedi
yüzün üstünde tez bulunduğunu, daha pek çoğunun da hazırlanmakta olduğunu gösteriyor.
3
Bu akademik alan, gelişmesini büyük ölçüde, duygusal zekânın kabul görmesi için bir iş danışmanı
olan meslektaşları David Caruso’yla birlikte bıkıp usanmaksızın uğraş veren Mayer ve Salovey’e
borçlu. Bu insanlar, duygusal zekânın bilimsel açıdan savunulabilir bir kuramını oluşturmak ve etkili
bir yaşam sürmeye yarayan bu yeteneğin şaşmaz bir ölçümünü sunmak yoluyla, o alan için mükemmel
bir araştırma standardı oluşturdular.
Duygusal zekâ alanında filiz veren akademik bulguların bir diğer büyük kaynağı da, şu anda
Houston’daki Texas Üniversitesi’nin Tıp Dalı’nda görev yapan Reuven Bar-On oldu. Onun kendi
duygusal zekâ kuramı ve yüksek enerjili coşkusu, bizzat tasarladığı bir ölçümü kullanan birçok
incelemeye esin verdi. Bar-On, bu alanın büyük ölçüde büyümesine yardımcı olan, The Handbook of
Emotional Intelligence (Duygusal Zekâ Elkitabı) gibi akademik kitapların yazılıp derlenmesine de
aracılık etti.
Yayılmakta olan duygusal zekâ çalışmaları, zekâ alimlerinin yalıtılmış dünyasında, özellikle de
insani becerilerin tek kabul edilebilir ölçümü olarak IQ’yu benimseyenler arasında köklü bir
muhalefetle karşılaştı. Bununla birlikte, söz konusu inceleme alanı canlı bir paradigma olarak ortaya
çıktı. Bilim felsefecisi Thomas Kuhn’un gözlemine göre, herhangi bir önemli kuramsal model, aşama
aşama gözden geçirilmeli ve öncülleri daha sıkı testlerden geçirildikçe arıtılmalıydı. Bu süreç
duygusal zekâ konusunda da epey yol almış gibi görünüyor.
Şu anda düzinelerce çeşitlemesi olan üç ana duygusal zekâ modeli var. Bunların her biri farklı bir
bakış açısını temsil ediyor. Salovey ile Mayer’inki, bir yüzyıl önce IQ üzerine ilk çalışmayla
biçimlendirilmiş olan zekâ geleneğine sıkı sıkıya bağlı. Reuven Bar-On tarafından öne sürülen model,
duygusal sağlık konusundaki kendi araştırmasına dayanıyor. Benim kendi modelim ise iş başındaki
performansa ve kurumsal liderliğe odaklanıyor ve duygusal zekâ kuramını, yıldızları ortalama
performans gösteren kişilerden ayırt eden yeterlikleri örnekleme konusundaki onlarca yıllık
araştırmalarla birleştiriyor.
Ne yazık ki bu kitapla ilgili yanlış yorumlar bazı mitler doğurdu ve bunları hemen şimdi silip atmak
istiyorum. Bunlardan bir tanesi, şu tuhaf –ama sık tekrarlanan– “Başarının %80’i EQ’ya bağlıdır”
safsatası. Bu saçma sapan bir iddiadır.
Bu yanlış yorum, mesleki başarının %20’sinin IQ’ya bağlı olduğunu öne süren verilerden
kaynaklanmaktadır. O tahmin –evet, yalnızca bir tahmin– başarının büyük bir kısmının neye bağlı
olduğunu belirtmediğinden, geriye kalanı açıklamak için başka etkenler aramamız gerekir. Ancak bu,
duygusal zekânın başarıdaki etkenlerin geri kalanını temsil ettiği anlamına gelmez: bu etkenler
kesinlikle, duygusal zekânın yanı sıra –ailemizin zenginlik ve eğitim düzeyinden mizaca, kör talihe ve
benzerlerine kadar– çok çeşitli güçleri de içerir.
John Mayer ile ortaklarının işaret ettikleri gibi: “İnceliklere vâkıf olmayan okurun önüne ’sapma
olasılığı hesaba katılmamış % 80 oranını’ koymak, hayattaki başarının büyük bir kısmını önceden
belirleyebilecek, gözden kaçmış bir değişkenin gerçekten olabileceğini ima eder. Bu arzu edilir bir
şey olsa da, bir yüzyıldır psikoloji alanında incelenen hiçbir değişken böylesi bir katkı
sağlamamıştır.”
4
Bir diğer yanlış yorumlama, bu kitabın alt başlığını –“Neden IQ’dan daha önemlidir?”– dikkatlice
nitelenmediği sürece geçersiz olduğu, akademik başarı gibi alanlara pervasızca uygulama şeklini
almaktadır. Bu yanlış yorumlamanın aşırı şekli ise, duygusal zekânın takip edilen her işte “IQ’dan
daha önemli olduğu” efsanesidir.
Duygusal zekâ, aklın başarıyla nispeten ilgisiz olduğu; örneğin duygusal özdenetim ve empatinin
katıksız bilişsel yeteneklerden daha fazla göze çarpabileceği o “soyut” alanlarda IQ’nun önüne
geçmektedir.
Bu sınırları çizilmiş alanların hayatımızda daha büyük önem taşıdığı bir gerçektir. Bunlar arasında
hemen akla gelenlerden biri (11. Bölüm’de ayrıntılarıyla ele alınan) sağlıktır; rahatsız edici duygular
ve zehirli ilişkilerin, hastalığa yol açan risk faktörleri olduğu belirlenmiştir. Duygusal yaşamlarını
daha sakin ve özbilinçli bir şekilde idare edebilenler kesin ve ölçülebilir bir sağlık avantajına sahip
görünürler; bu artık pek çok araştırma tarafından doğrulanmıştır.
Bu tür alanlardan bir diğeri de, çok akıllı insanların çok aptalca şeyler yapabildiği romantik aşk ve
kişisel ilişkilerdir (bkz. 9. Bölüm). Üçüncüsü –burada o konudan söz etmemiş olsam da– dünya
çapında karşılaşmalar gibi rekabete dayalı çabaların en üst düzeyinde ortaya çıkar. Amerikan
Olimpiyat takımlarına koçluk yapan bir spor psikoloğunun bana belirttiği gibi, o düzeyde herkes
antrenmanlara gerekli olan on bin küsur saatini verdiğinden, başarı atletin zihinsel oyununa bağlıdır.
İş yaşamında liderlik ve meslekler hakkındaki araştırma bulgularının çizdiği resim ise daha
karmaşıktır (10. Bölüm). IQ puanları, belirli bir konumun karşımıza çıkardığı bilişsel zorlukların
üstesinden gelip gelemeyeceğimizin kestirimini gayet iyi verir. Yüzlerce, belki binlerce inceleme, bir
kişinin hangi kariyer sorunlarıyla baş edebileceğinin kestirimini IQ’nun verdiğini göstermiştir. Bu,
tartışmasızdır.
Ancak sıra, entelektüel açıdan zorlayıcı bir meslek içerisindeki yetenekli adaylar havuzundan kimin
en güçlü lider olacağını kestirmeye geldiğinde, IQ yetersiz kalmaktadır. Bunun nedeni kısmen “taban
etkisi”dir: Belirli bir mesleğin üst kademelerinde ya da büyük bir kuruluşun üst düzeylerinde yer alan
herkes, zaten zekâ ve uzmanlık kalburundan geçirilmiştir. O görkemli düzeylerde yüksek IQ sadece,
kişinin oyuna girip yerini koruyabilmek için ihtiyaç duyduğu, “eşik niteliğinde” bir yetenektir.
1998’de yayımlanan İşbaşında Duygusal Zekâ adlı kitabımda öne sürdüğüm gibi, çok akıllı bir
grup insan arasından kimin en yetenekli biçimde liderlik yapabileceğine ilişkin en iyi kestirimi IQ ya
da teknik beceriler değil, duygusal zekâ yetileri vermektedir. Dünyanın dört bir yanındaki kuruluşların
yıldız liderlerini bağımsız olarak belirleyen yeterlikleri gözden geçirirseniz, konum yükseldikçe IQ
ve teknik beceri göstergelerinin listede en alt sıralara indiğini görürsünüz. (IQ ve teknik uzmanlık, alt
düzey görevlerdeki mükemmelliğin kestirimini daha iyi verir.)
Bu husus 2002’de yayımlanan, Richard Boyatzis ve Annie McKee ile birlikte kaleme aldığım Yeni
Liderler adlı kitapta daha etraflıca ele alınmıştır. Çok yüksek düzeylerde, liderliğin yeterlik
modelleri duygusal zekâya dayalı yetilerin %80 ila %100’ünden oluşur. Küresel bir yönetici arama
firmasının araştırma bölümünün başındaki kişinin de belirttiği gibi, “CEO’lar zekâlarına ve iş
konusundaki uzmanlıklarına bakılarak işe alınmakta ve duygusal zekâ yoksunluğu nedeniyle işten
atılmaktadırlar.”
Duygusal Zekâ’yı yazdığım sıralarda, rolümü psikoloji alanında kayda değer bir yeni akım
hakkında, özellikle de duyguların incelenmesiyle sinirbilimin kaynaşması üzerine haber yazan bir
bilim muhabiri olarak görüyordum. Ancak bu alanla daha derinlemesine ilgilendikçe, duygusal zekâ
modellerine ilişkin içgörülerimi sunmak üzere psikolog rolüme geri döndüm. Sonuç olarak, bu
sayfaları yazdıktan sonra duygusal zekâyı daha iyi tanımlamaya başladım.
İşbaşında Duygusal Zekâ’da, DZ’nin temel unsurlarının –özbilinç, özdenetim, sosyal bilinç ve
ilişkileri yönetme yetisi– işbaşındaki başarıya nasıl aktarıldığını yansıtan genişletilmiş bir çerçeve
sundum. Bunu yaparken de, üniversitede akıl hocam olan Harvard’lı psikolog David McClelland’dan
bir kavramı ödünç aldım: yeterlilik.
Duygusal zekâmız özdenetim ve benzeri yetilerin temellerini öğrenme potansiyelimizi belirlerken,
duygusal yeterliğimiz bu potansiyelin ne kadarını işbaşında gösterdiğimiz becerilere aktaracak
şekilde kullandığımızı gösterir. Müşteri hizmetleri ya da ekip çalışması gibi bir duygusal yeterlikte
ustalaşmak, duygusal zekânın temel unsurlarında, özellikle de sosyal bilinç, ilişki yönetimi konusunda
bir yetenek gerektirir. Ancak duygusal zekâ yeterlikleri öğrenilmiş yeteneklerdir: sosyal bilince ya da
ilişkileri yönetme becerisine sahip olmak, bir müşteriyle ustaca başa çıkmak ya da bir anlaşmazlığı
çözmek için gerekli olan ek öğrenimde uzmanlaşmış olmayı garanti etmez. Kişi sadece o yeterliklerde
becerikli hale gelme potansiyeline sahiptir.
Bir kez daha, temel bir duygusal zekâ yeterliği, belirli bir yeterliği ya da iş becerisini ortaya
koyabilmek açısından gerekli olmakla birlikte, yeterli değildir. Mükemmel uzamsal yeteneklere sahip
olduğu halde, mimar olmak bir yana, geometriyi bile öğrenemeyen öğrenci bunun bilişsel bir örneğini
oluşturur. Ayrıca kişi, son derece empatik olduğu halde –müşteri hizmetleri yeterliğini öğrenmedikçe–
müşterilerle başa çıkmakta zayıf kalabilir. (Kendini tümüyle bu konuya adamış olup da yeni
modelimin yirmi kadar duygusal yeterliği dört duygusal zekâ kümesinin içine nasıl oturttuğunu
öğrenmek isteyenler, Yeni Liderler’in ek bölümüne bakabilirler.)
1995’te, yedi ila on altı yaş arası üç binin üzerindeki çocuktan oluşan ve Amerikan nüfusunu temsil
eden bir örneklemeden gelen verileri aktardım. Bu veriler, 1970’lerle 1980’ler arasındaki on yıl
boyunca, anne-babaları ve öğretmenleri tarafından derecelendirilen Amerikalı çocukların duygusal
sağlığında belirgin bir düşüş olduğunu gösteriyordu. Bu çocuklar daha dertliydi; yalnızlık ve
anksiyeteden itaatsizlik ve sızlanmaya kadar uzanan daha fazla sorunları vardı. (Kuşkusuz, genel
rakamlar ne gösterirse göstersin, tekil istisnalar –büyüdüklerinde olağanüstü insanlar haline gelen
çocuklar– her zaman vardır.)
Ancak daha sonra, 1999’da derecelendirilen bir grup çocuk, 1970’lerin ortasında kaydedilen
düzeylere tam dönmemiş olsalar da, 1980 sonlarındakine oranla çok daha iyi durumdaydı
5
. Evet, anne
babalar hâlâ genelde çocuklarından yakınmaya yatkın, onların dışarıda “kötü etkiler” altında
kalmasından endişeleniyorlar; sızlanmalar da her zamankinden beter görünüyor. Ama genelde bir
yükseliş var.
Doğrusu, bu durum beni çok şaşırttı. Günümüz çocuklarının ekonomik ve teknolojik ilerlemenin
kasıtsız kurbanları olduklarını; anne-babaları önceki kuşaklara göre işyerinde daha fazla zaman
geçirdikleri, giderek artan yer değiştirmeler geniş ailelerle bağlarını kopardığı ve “serbest” zaman
fazlasıyla yapılandırılmış ve aşırı örgütlenmiş hale geldiği için, duygusal zekâ becerilerini
yitirdiklerini sanıyordum. Ne de olsa, duygusal zekâ geleneksel olarak –anne-baba ve akrabalarla
birlikte, serbestçe oynanan oyunların hayhuyu içinde– günlük yaşamda aktarılan bir özellikti; günümüz
gençleriyse bu olanakları artık bulamıyorlar.
Bir de teknoloji faktörü var. Bugünün çocukları, bir video ekranına bakarak, insanlık tarihinde daha
önce hiç olmadığı kadar yalnız vakit geçiriyorlar. Bu ise benzeri görülmemiş ölçekte doğal bir deney
anlamına geliyor. Teknolojiyle haşır neşir olan bu çocuklar, yetişkinlik dönemlerinde başka insanların
yanında kendilerini bilgisayar başındaki kadar rahat hissedecekler mi acaba? Ben daha çok, sanal
dünyayla ilgilenerek geçen bir çocukluğun, genç insanlarımızı kişiler arası ilişkiler konusunda
beceriksiz hale getireceği kanısındaydım.
İddialarım da bu yöndeydi. Son on yıl içinde bu trendleri tersine çevirecek bir şey olmadı. Ama çok
şükür, çocuklarımız daha iyi durumda görünüyor.
Bu incelemeleri yapmış olan, Vermont Üniversitesi’nden psikolog Thomas Achenbach’ın
varsayımına göre, 1990’lardaki ekonomik patlama yetişkinler kadar çocukların da yararına olmuştu;
iş bulma oranlarının artması ve işlenen suçların azalması, çocukların daha iyi yetiştirilmesi anlamına
geliyordu. Achenbach, ekonomide tekrar büyük bir gerileme olursa, çocukların yaşam becerilerinin
bu ölçümünde bir düşüş daha görürüz, diyor. Bu da mümkün; ne olacağını zaman gösterecek.
Duygusal zekânın aşırı bir hızla pek çok alanda önemli bir konu haline gelmesi tahminde bulunmayı
zorlaştırıyor, ama yakın gelecekte bu alanda neler umduğuma ilişkin bazı düşüncelerimi sunmak
isterim.
Duygusal zekâ yetilerinin geliştirilmesinden, üst düzey yöneticiler ve özel okullarda okuyan
çocuklar gibi ayrıcalıklı kişiler pek çok yarar sağladı. Kuşkusuz, yoksul mahallelerde yaşayan birçok
çocuk da –örneğin, okulları SELprogramını yürürlüğe koymuşsa– bundan yararlandı. Ama ben, insani
becerileri geliştiren bu tür programların daha demokratikleştirilmesini; (çocukların zor durumlarını
iyice çetrefilleştiren duygusal yaralara maruz kaldığı) yoksul aileler ve (özellikle öfke yönetimi,
özbilinç ve empati gibi becerilerin güçlendirilmesinden büyük bir yarar görebilecek genç suçluların
bulunduğu) cezaevleri gibi, genelde ihmal edilen alanlara uzanmasını teşvik ediyorum. Bu yetenekler
konusunda gereken yardım verilirse, o insanlar hem daha iyi bir yaşam sürerler hem de çevreleri daha
güvenli olur.
Ayrıca duygusal zekâyla ilgili düşünce menzilinin de genişlediğini, bireyin içindeki yeteneklere
odaklanmaktan, insanlar bire bir ya da geniş gruplar halinde etkileştiğinde ortaya çıkan şeylere
odaklanmaya geçildiğini görmek isterim. Bazı araştırmalar, özellikle de New Hampshire
Üniversitesi’nden psikolog Vanessa Druskat’ın, ekiplerin duygusal zekâya sahip hale nasıl
gelebileceğine ilişkin çalışması, bu geçişi çoktan pürüzsüz bir biçimde yapmış durumda. Ama çok
daha fazlası yapılabilir.
Son olarak, duygusal zekânın çok iyi kavranacağı, yaşamlarımızla bütünleştiği için adını anmamıza
bile gerek kalmayacağı bir günün hayalini kuruyorum. Böylesi bir gelecekte SEL, dört bir yandaki
okullarda standart uygulama haline gelecektir. Aynı şekilde, özbilinç, yıkıcı duyguları denetleme ve
empati gibi duygusal zekâ nitelikleri işyerinde zorunlu olacak; istihdam ve terfilerde, özellikle de
liderlikte “şart” koşulacaktır. Duygusal zekâ IQ kadar yaygınlaşıp insani niteliklerin bir ölçütü olarak
topluma kök salacak olursa, ailelerimizin, okulların, işyerlerinin ve toplulukların da çok daha insancıl
ve bireyi geliştiren ortamlar haline geleceğine inanıyorum.
Aristo’nun Çağrısı
Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak,
işte bu kolay değildir.
ARİSTO, Nikomakus Etiği
New York’ta ağustos ayında kavurucu bir akşamüstüydü, hani o insana terlemenin verdiği sıkıntıdan
surat astıran türden. Otele dönerken Madison Caddesi’nden bir otobüse bindiğimde orta yaşlı zenci
şoförün sıcak bir gülümseme eşliğinde nazikçe, “Merhaba! Nasılsınız?” demesiyle irkildim. Bu
selam, şehrin yoğun trafiğinde yolunu bulmaya çalışırken otobüse binen herkese verdiği türdendi.
Günün marazi ruh haline girmiş bütün yolcular benim gibi irkildi ve pek azı bu selama karşılık verdi.
Ancak otobüs kilitlenmiş trafikte yoluna devam ettikçe yavaş, hatta sihirli denebilecek bir değişim
meydana geldi. Şoför bir monolog halinde bizlere geçtiğimiz yerlerde neler olup bittiğinin bir
dökümünü veriyordu: “O dükkânda müthiş bir ucuzluk, şu müzede harika bir sergi vardı, bir alt
sokaktaki sinemada başlayan yeni filmi duydunuz mu?“ gibi. Şehrin zengin seçeneklerini anlatırken
duyduğu zevk sanki bulaşıcıydı. Otobüsten inerken hemen herkes bindiği andaki sert kabuğunu
kırmıştı. Şoför “Hoşçakalın, iyi günler!” diye bağırırken hepsi ona gülümsedi.
Bu olayın anısı yirmi yıldır bende yaşıyor. Madison Caddesi’nde o otobüse bindiğimde, psikoloji
doktoramı yeni tamamlamıştım. Ancak o günün psikoloji öğretisinde böylesi bir değişimin nasıl
olabileceğine pek değinilmiyordu. Psikoloji biliminin duygu mekanizması hakkında bildikleri hiçe
yakındı. Kendini iyi hissetmenin otobüs yolcularından başlamak üzere tüm şehre bir virüs gibi
dalgalar halinde yayıldığını hayal ettiğimde, yolcuları üstlerine çökmüş somurtkanlıktan arındırabilen,
kalplerini yumuşatan, bir parça da olsa içlerini açan sanki sihirli bir güce sahip bu otobüs şoförünün
kentin bir tür barış elçisi olduğunu düşündüm.
Bu haftaki gazeteden bunun tam tersi bazı başlıklar:
• Yerel bir okulda 9 yaşındaki bir çocuk öfkeden kudurarak sıralara, bilgisayarlara, yazıcılara boya
döktü, okulun park yerindeki bir arabaya da zarar verdi. Nedeni ise üçüncü sınıftaki arkadaşlarının
ona “bebek” demesi üzerine onlara kendini “kanıtlamak” istemesiydi.
• Manhattan’da bir rap kulübünün dışında kasıtsız bir çarpışmanın itiş kakışa dönüşmesi sonucunda
kızgın gençlerden birinin 38’lik otomatik silahıyla kalabalığa ateş açması sekiz gencin yaralanmasına
yol açtı. Haberde bu tür silahlı saldırıların önemsenmediği, saygısız bir hareket olarak
nitelendirilmekten öteye gitmediği ve ülke çapında son yıllarda bu tür hareketlerin sıradanlaşacak
kadar arttığı belirtiliyor.
• Bir haberde, cinayete kurban giden 12 yaş altındaki çocukların % 57’sinin, öz ya da üvey anababaları
tarafından katledildiği belirtiliyor.
• Genç bir Alman, beş Türk kadın ve kızını, uyurlarken yangın çıkararak öldürmekten mahkemede.
Neo Nazi bir gruba bağlı olduğunu söyleyen genç sürekli bir işi olmadığını, içtiğini ve kötü şansının
yabancılardan kaynaklandığını belirtiyor. Zorlukla duyulacak bir sesle yalvarırcasına, “yine de
yaptıklarıma üzülmekten kendimi alamıyorum ve çok utanıyorum” diyor.
Haberler her gün nezaket ve güven duygusunun yok olup gittiği, cinnete dönüşen alçakça eğilimlerin
saldırganlıkla sonuçlandığı bu tür olaylarla dolu. Ancak bu haberler bize yalnızca, kendimizin ve
çevremizdeki kişilerin duygular üzerindeki denetimi yavaş yavaş kaybettiğini hatırlatıyor. Kimse bu
rasgele taşkınlık ve pişmanlık dalgasından yalıtılmış değil; şu veya bu şekilde bu durum hepimizin
hayatında bir yerlere uzanıyor.
Son on yıl ailemizde, çevremizde ve toplum hayatımızda duygularla baş edememe, umutsuzluk ve
tahammülsüzlüğün arttığını gösteren bu tür sayısız saptamalarla dolu. Bu yıllar bir bakıcı niyetine TV
ile baş başa bırakılmış çocukların sessiz yalnızlığında, terk edilmiş, ihmal edilmiş ya da tacize
uğramış çocukların acısında veya çirkin bir yakınlığa dönüşen evlilik içi şiddet olaylarında kendini
gösteren öfke ve umutsuzluk artışını belgeliyor. Gittikçe yayılan bu duygusal rahatsızlık sayılardan da
okunabiliyor. Dünyadaki depresyon vakalarındaki ani artış, okulda silah taşıyan gençler, çevre
yolundaki silahlı vuruşmaya dönüşen kazalar, işten çıkarılmış canı sıkkın işçilerin eski iş
arkadaşlarını katletmesi gibi, yükselen öfke dalgasının izleri bu olaylarda görülebiliyor. Duygusal
taciz, durup dururken ateş açma, travma sonrası stres gibi deyimlerin tümü son on yıldır günlük
konuşmamıza girdi ve gündelik selamlaşma neşeli bir “İyi Günler”den, meydan okuyan bir “Gel de
boyunun ölçüsünü al”a dönüştü.
Elinizdeki kitap bu anlaşılmazlığı anlaşılır kılmaya çalışan bir rehber niteliğinde. Bir psikolog ve
son on yıldır The New York Times’da gazetecilik yapan biri olarak, akıldışı olanın bilimsel
açıklamasında kaydedilen ilerlemeyi izliyorum. Kuş bakışı bakıldığında iki karşıt gidişat görülüyor;
biri paylaşılan duygusal yaşantıda giderek büyüyen bir felaket, diğeri de bunu telafi edebilecek bazı
umut verici şeyler.
BU ARAŞTIRMA NEDEN ŞİMDİ YAPILIYOR?
İçerdiği kötü haberlere karşın, son on yılda duygular üzerine yapılan bilimsel çalışmalarda
benzersiz bir patlama görüldü. Bunların en önemlisi, yeni geliştirilen beyin görüntüleme tekniği
sayesinde beyni kısıtlı bir zaman içinde de olsa görüntüleyebilmekti. Böylece insanlık tarihinde hep
esrarengiz bir yan, bir sır olarak kalmış olan bu karmaşık hücre kütlesinin, biz düşünürken,
hissederken, hayal kurarken ve rüya görürken nasıl çalıştığı görünür kılındı. Bu nörobiyolojik veri
birikimi, beyindeki duygu merkezlerinin bizi öfkeye ya da gözyaşlarına nasıl ittiğini ve beynin bizi
savaşmaya ya da sevmeye iten daha kadim bölümlerinin daha iyiye ya da kötüye nasıl
yönlendirilebileceğini gösteriyor. Duyguların nasıl çalıştığı ve eksiklikleri konusunda, şimdiye dek
görülmemiş açıklıktaki bilgiler, toplu olarak yaşanan duygusal krizi nasıl atlatabileceğimize ilişkin
taze fikirleri de gündeme getiriyor.
Bu kitabı yazmak için, bilimsel konudaki birikimin bu noktaya varmasını bekledim. Bunun bu kadar
geç olmasının en önemli nedenlerinden biri, zihinsel yaşamda duyguların yıllar süren araştırmalar
süresince şaşırtıcı bir biçimde atlanması ve duyguların bilimsel psikolojide büyük ölçüde
araştırılmamış bir bölge olarak kalmasıdır. Bu boşluğu bir dizi ‘kendi kendine yardım’ (self help)
kitapları doldurmak için yarıştı, ancak bunlar klinik görüşü temel alan iyi niyetli çalışmalar olsa da,
bilimsel bir temelden yoksundu. Şimdi bilim bir otorite olarak, ruh dünyasının akıl ötesi bu en uç
noktasının acil ve karmaşık sorularına cevap verebilecek ve insan yüreğinin haritasını daha kesin bir
biçimde çizebilecek konumda.
Bu harita çizme çalışması bir anlamda, IQ yani zekâ katsayısının genetik, deneyimler sonucu
değişmeyen niteliğini ve adeta kaderin yaşam süresince bize verilen bu mutlak değerle sabit olduğunu
öne sürerek zekâyı dar bir açıdan tanımlayanlara da bir meydan okuma niteliğinde. Bu yaklaşım daha
zorlayıcı bir soruyu dikkate almıyor: Biz çocuklarımızın hayatın üstesinden daha iyi gelebilmeleri
için neyi değiştirebiliriz? Sözgelimi yüksek IQ’lu birinin çuvallamasında ve vasat IQ’lu bir diğerinin
şaşırtıcı derecede başarılı olmasında acaba hangi etkenler rol oynuyor? Kanımca bu fark kitapta
duygusal zekâ denilen yeteneklerde yatıyor ve özdenetim, azim, sebat ve kendi kendini harekete
geçirebilmeyi kapsıyor. Bunlar, ileride de göreceğimiz gibi, çocuklukta öğretilebilir ve bu sayede
genetik piyangoda kişiye çıkan entelektüel potansiyeli daha iyi kullanabilme şansı elde edilebilir.
Bu olasılığın ardında acil bir ahlaki zorunluluk beliriyor. Bazı dönemlerde, toplumda diğer
dönemlere kıyasla daha da belirgin bir çözülme görülür. Bencillik, şiddet, alçaklık, toplumsal hayatın
güzelliklerini bozmaya başlar. Burada duygusal zekânın önemini savunan tez, duyarlılık, kişilik,
ahlaki güdüler arasındaki bağlantıya dayanır. Gitgide artan sayıdaki bulgular, hayattaki etik tavrın,
temelindeki duygusal yetilerin bir ürünü olduğunu gösteriyor. Dürtü, duygunun ifade ortamıdır; tüm
dürtülerin özü kendini bir eylemle ifade etmek isteyen hislerdir. Dürtülerine teslim olan kişilerin,
ahlaki anlayışları yetersizdir. Dürtü kontrolü, irade ve kişiliğin özüdür. Aynı şekilde fedakârlığın
temelinde empati, yani başkalarının hissettiklerini anlama yeteneği yatar. Başkalarının ihtiyaç ya da
umutsuzluğu anlaşılamıyorsa, ilgi ve şefkat de olmaz. Günümüzde en azından iki ahlaki tavra
ihtiyacımız var: Kendine hâkim olmak ve şefkat göstermek.
YOLCULUĞUMUZ
Bu kitapta, duygu dünyasını bilimsel bulgular ışığında değerlendireceğimiz bir yolculukta size
rehberlik yapıyorum. Yolculuğumuzun amacı, hayatın en karmaşık anlarını ve çevremizdeki dünyayı
anlaşılır kılmak. Hedefimiz ise, duyguları zekâyla birleştirmenin ne anlama geldiğini ve nasıl
olabileceğini anlamak. Bu anlayış, kendi başına, bize bir ölçüde yardımcı olabilir; his dünyasını
kavramayı sağlamanın etkisi, kuantum fiziğinde gözlemcinin yarattığı etki gibi, gözlenen olguyu
değiştirmektir.
Yolculuğun birinci bölümünde anlatılan beynin duygusal mimarisi hakkındaki yeni keşifler, hayatta
hislerin mantığa karşı üstün geldiği en şaşırtıcı anlara bir açıklama getiriyor. Beynin öfke ve korku ya
da tutku ve sevinç anlarını yöneten yapılarının arasındaki ilişki, duygusal alışkanlıklarımızın nasıl
öğrenildiğini, bu alışkanlıkların bazen en iyi niyetlerimize nasıl engel olabileceğini ve aynı zamanda,
daha yıkıcı veya kendimize zarar verici dürtülere nasıl hâkim olabileceğimizi açıklıyor. En önemlisi,
nörolojik bulguların ışığında, çocuklarımızın duygusal alışkanlıklarını şekillendirebilme fırsatına
sahip olduğumuzu gösteriyor.
Yolculuğun ikinci önemli durağı olan kitabın ikinci bölümünde, nörolojik verilerin duygusal zekâ
denilen temel yaşam becerisi üzerinde nasıl bir etki yarattığı gösteriliyor. Örneğin duygusal dürtülere
hâkim olabilme, diğerinin ne hissettiğini anlayabilme, ilişkileri düzgün yürütebilme ve Aristo’nun
dediği gibi doğru kişiye, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızabilmek
gibi önemli bir beceriye de sahip olabilme gibi. (Nörolojik ayrıntılarla ilgilenmeyen okuyucular,
doğrudan doğruya bu bölüme geçebilirler.)
“Zekâ”nın ne anlama geldiğini açıklayan bu genişletilmiş model, duyguları yaşamsal yetenekler
içinde merkezi bir yere oturtuyor. Üçüncü bölüm, bu yeteneklerin en değerli ilişkilerimizi
koruyabilmeleri ya da olmayışlarının yarattığı yıkım, iş yaşantısını yeniden şekillendiren pazar
güçlerinin iş başarısında başlıca etken olarak duygusal zekâyı ön plana çıkarması ve zehirli
duyguların fiziksel sağlığımızı en az sigara içmek kadar riske atması, hatta duygusal dengenin
sağlığımızı ve refahımızı korumakta rol oynaması gibi, çok önemli etkilerine değiniyor.
Genetik mirasımız her birimize mizacımızı belirleyen bir dizi duygusal kıstas bağışlamıştır. Ancak
beyin devreleri olağanüstü esnektir; mizaç, kader değildir. Dördüncü bölümde görüleceği gibi
duygusal zekânın temelinde, çocukken evde ve okulda öğrendiğimiz duygusal derslerin duygu
devrelerini şekillendirerek bizi daha yeterli ya da yetersiz kılması yatar. Bu, çocukluk ve ergenliğin
yaşam boyu varlığını hissedeceğimiz temel duygusal alışkanlıkların oluşmasında kritik dönemler
olduğu anlamına gelir.
Beşinci bölüm ise yetişme dönemi içinde duygusal dünyayla başa çıkmayı beceremeyenleri
bekleyen tehlikeleri araştırıyor. Duygusal zekâdaki eksikliklerin; depresyon ya da şiddetle dolu bir
hayattan, yeme bozukluklarına ve uyuşturucu bağımlılığına uzanan bir yelpazedeki riskleri nasıl
artırdığını gösteriyor. Ayrıca öncü okullarda çocuklara, yoldan çıkmadan yaşamaları için gerekli
duygusal ve sosyal becerilerin nasıl öğretildiği de belgeleniyor.
Belki kitaptaki bulguların tek başına en rahatsız edici olanı, aileler ve öğretmenlerle yapılan
araştırmalar sonucunda ortaya çıkan dünya çapında yaygın bir eğilimdir. Bu da, şimdiki kuşağın bir
öncekine oranla duygusal açıdan daha fazla zorluk çektiği, daha yalnız ve depresif, daha kızgın ve asi,
daha sinirli ve kaygıya yatkın, daha fevri ve saldırgan olmasıyla ilgilidir.
Eğer bir çözüm varsa, bunun gençlerimizi hayata hazırlama tarzımızda yattığını sanıyorum.
Günümüzde çocuklarımızın duygusal eğitimini şansa bırakıyoruz ve bunun sonuçları çok yıkıcı oluyor.
Çözümlerden biri, okulların öğrenciyi sınıfta bir bütün olarak, aklı ve kalbi birleştirerek nasıl
eğitebileceğine dair bir vizyon geliştirmektir. Yolculuğumuz duygusal zekânın temellerini çocuklara
vermeyi amaçlayan yenilikçi sınıflara bir göz atmakla sona erecek. Yakın gelecekte okullardaki
eğitimin düzenli olarak özbilinç, özdenetim ve empatiyle dinleme, anlaşmazlık çözme ve işbirliği gibi
temel insan becerilerini kapsayacağına inanıyorum.
Aristo, Nikomakus’un Etiği başlıklı erdem, kişilik ve iyi bir yaşam hakkındaki felsefi
incelemesinde, duygusal hayatımızı akıllıca yönetmeye çağırıyor bizi. Tutkularımız; düşüncelerimizi,
değerlerimizi, yaşam mücadelemizi yönlendirir ve iyi kullanıldığında bir bilgelik içerirler. Ancak
kolayca yoldan çıkabilirler, çoğu zaman olan da budur. Aristo’nun da gözlemlediği gibi, sorun
duygusallıkta değil, duyguların ve ifadelerinin uygunluğundadır.
Sorulması gereken soru ise şudur: Duygularımızı akılla nasıl birleştirebiliriz? Sokaklarımıza
nezaketi, toplumsal yaşamımıza şefkati nasıl taşıyabiliriz?
1 J. A. Durlak ve R. P. Weissberg, “A Major Meta-analysis of Positive Youth Development Programs”, Amerikan Psikologlar Birliği’nin
yıllık toplantısında yaptıklarısunum, Washington, DC, Ağustos 2005. Bkz. ayrıca, R.P. Weissberg, “Social and Emotional Learning for
School and Life Success”, Amerikan Psikologlar Birliği’nin yıllık toplantısında Toplum Araştırmaları ve Eylem Derneği’ne (APA Division
27) hitaben, Kuram ve Araştırma’ya Seçkin Katkı Ödül Töreni, Washington, D.C., Ağustos 2005.
2 N. R. Riggs, M. T. Greenberg, C. A. Kusche ve M. A. Pentz, “The Role of Neurocognitive Change in the Behavioral Outcomes of a
Social-Emotional Prevention Program in Elementary School Students: Effects of the PATHS Curriculum”, 2005.
3 Duygusal zekâ modeli, psikolojinin içindeki etkileyici bir iskelet yapı olarak ortaya çıkıyor gibi. DZ modelinden bilgi alan (ve ona bilgi
veren) psikoloji alanları, sinirbilimden sağlık psikolojisine kadar uzanıyor. DZ ile en güçlü bağları olan alanlar şunları içeriyor: gelişim,
eğitim, klinik ve danışmanlık, sosyol ve endüstriyel/kurumsal psikoloji, vd. Gerçekten de, duygusal zekâya dair parçalar artık bu konularda
birçok üniversite ve lisansüstü derse düzenli olarak dahil ediliyor.
4 J. D. Mayer, P. Salovey ve Dr. R. Carouso, “Models of Emotional Intelligence, R. J. Sternberg, derl. Handbook of Intelligence,
Cambridge, Eng.: Cambridge University Press, 2000.
5 1999’da değerlendirilen çocuklar: Thomas M. Achenbach ve diğ., “Are American Children’s Problems Still Getting Worse? A 23-year
Comparison”, Journal of Abnormal Child Psychology, 31 (2003): 1-11.
BİRİNCİ BÖLÜM-DUYGUSAL BEYİN
1-Duygular Neye Yarar?
Kişi gerçeği kalbiyle görür; esas olan gözle görülemeyendir.
Antoine De Saint-Exupéry, Küçük Prens
Beyin felci yüzünden tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş on bir yaşındaki kızları Andrea’ya
hayatlarını adayan Gary ve Mary Jane Chauncey çiftinin son dakikalarına bir göz atalım. Chauncey
ailesi Louisiana’nın nehir bölgesinde bir çarpma sonucu hasar gören demiryolu köprüsünden nehre
yuvarlanan Amtrak treninin yolcularındandı. Karı-koca öncelikle kızlarını düşünerek, Andrea’yı su
alarak gittikçe batan trenden kurtarmak için ellerinden geleni yapıp bir şekilde onu camdan iterek
kurtarma ekibine ulaştırdılar. Kendileri ise sulara gömülen vagonun içinde can verdiler.1
Andrea’nın hikâyesi, son dakikalarında çocuklarının hayatta kalmasını sağlamak için kahramanca
çabalayan bir anneyle babanın neredeyse efsanevi cesaretini anlatıyor. Kuşkusuz insanlık tarihiyle
tarih öncesi ve en az bir o kadar da türümüzün evrim süreci, çocukları uğruna kendini feda eden
ailelerle ilgili bu tür sayısız örnekle dolu.2Evrim biyologlarına göre bir anneyle babanın kendilerini
feda etmesi, genlerin bir sonraki kuşağa geçmesine yani “üreme başarısına” hizmet eder. Bir kriz
anında bu korkunç kararı veren aile açısından ise, bu sevgiden başka bir şey değildir.
Duyguların amaç ve gücünü anlatan bu kahramanlık örneği, insana kendini feda ettiren sevginin ve
aslında hissedilen her duygunun insan hayatındaki merkezi yerine tanıklık ediyor.3Bu durum en derin
hislerimizin, tutkularımızın, özlemlerimizin temel rehberlerimiz olduğunu gösteriyor. Türümüz var
oluşunu büyük ölçüde duyguların insan ilişkilerindeki gücüne borçludur. Bu güç olağanüstüdür:
Sadece kuvvetli bir sevgi, –bağrına bastığı çocuğunu acilen kurtarma gereği– bir anneyle babanın
kendi yaşamlarını devam ettirme dürtüsünü bastırabilir. Zihin gözüyle bakıldığında, kendini bu
şekilde feda etmek akıl dışı olarak değerlendirilebilir, ancak kalbin gözüyle bundan başka seçenek
yoktur.
Sosyobiyologlar evrimin insan ruhunda duyguya neden böyle merkezi bir yer verdiğini tartışırken,
kritik anlarda kalbin akla üstünlüğüne işaret etmektedirler. Onlara göre duygularımız tehlike, acı bir
kayıp, zorluklara karşın bir hedefe doğru ilerleme, eşine bağlanma ve bir aile kurma gibi yalnızca
akla bırakılamayacak durum ve görevlerde yol göstericidir. Her duygu bizi bir şekilde hareket etmeye
hazırlar; her biri insan hayatında tekrarlanan güçlüklerle baş edebilecek şekilde bizi yönlendirir.4Bu
durumlar evrimsel tarihimiz boyunca defalarca tekrarlandıkça, duygusal repertuarımızın yaşamın
sürdürülebilmesi açısından değeri, kalbimizin doğuştan, otomatik eğilimleri olarak sinir sistemimize
işlenmesiyle kanıtlanmıştır.
İnsan doğasını duyguların gücünden soyutlayarak anlamaya çalışmak, üzücü bir dar görüşlülüktür.
Homo Sapiens, yani Düşünen Tür adı bile, duyguların hayatımızdaki yeri hakkında bilimin bize
sunduğu yeni görüş ve vizyona göre yanıltıcıdır. Hepimizin kendi deneyimlerinden bildiği üzere,
kararlarımızı ve hareketlerimizi şekillendirirken hislerimiz çoğu zaman düşüncelerimize baskın çıkar.
Salt zekâya, yani IQ’nun ölçtüğü şeye verdiğimiz değer ve önemde çok aşırıya gitmişiz. Duygular bize
hâkim olduğu sürece, zekâ –iyi ya da kötü– hiçbir yere varamaz.
TUTKULAR MANTIĞI BASTIRDIĞINDA
Yanılgılar büyük bir trajediye yol açmıştı. On dört yaşındaki Matilda Crabtree, babasına sadece
şaka yapmak istemişti. Annesiyle babası bir arkadaş ziyaretinden sabaha karşı saat birde
döndüklerinde, saklandığı dolaptan fırlayıp “böö” diye bağırdı.
Ancak Bobby Crabtree ve karısı, Matilda’nın o gece arkadaşlarıyla kaldığını sanıyorlardı. Eve
girdiğinde sesler duyan Crabtree .357 kalibrelik silahına sarıldı ve etrafı kolaçan etmek için
Matilda’nın odasına girdi. Kızı dolaptan fırladığında Crabtree onu boynundan vurdu. Matilda
Crabtree on iki saat sonra öldü.
5
Evrimin bize bıraktığı duygusal miraslardan biri, ailemizi tehlikeden korumaya yönelten korkudur;
Bobby Crabtree’yi silahına davranıp evinde sinsice dolandığını düşündüğü kişiyi aramaya yönelten
dürtü buydu. Korku, Crabtree’nin daha neye ateş ettiğini anlayamadan, kızının sesini bile tanıyamadan
silahını ateşlemesini sağlamıştı. Böylesi otomatik tepkiler sinir sistemimize yerleşmiştir. Evrim
biyologlarının tahminlerine göre bunun nedeni insanın tarihöncesindeki uzun ve önemli bir zaman
diliminde bu tepkilerin yaşam ve ölüm durumlarının belirleyicisi olması, ayrıca bundan da önemlisi,
evrimin esas amacı olan genetik verileri taşıyarak soyun devamını sağlamasındaki payıdır; tabii bu,
Crabtree’lerin evindeki trajediyi düşündüğümüzde, üzücü bir ironi olarak görülebilir.
Evrim sürecinde duygular yol gösterici olduysa da, uygarlığın getirdiği yeni gerçeklikler öyle hızlı
gelişti ki evrimin yavaş ilerleyişi bunu yakalayamadı. İlk etik yasaları ve bildirileri –Hammurabi
Kanunu, Yahudilerin On Emri, İmparator Aşoka’nın Fermanları– duygusal yaşamı yumuşatma,
ehlileştirme, evcilleştirme çabaları olarak görülebilir. Freud’un Uygarlık ve Hoşnutsuzları adlı
yapıtında belirttiği gibi, toplum, içinde serbestçe kabaran aşırı duygusallık dalgalarını yatıştırmak
için dışarıdan bazı kuralları uygulamak zorunda kalmıştır.
Sosyal kısıtlamalara karşın, tutkular mantığı çoğu kez bastırır. İnsan doğasının bu yönü zihinsel
yaşamın temel mimarisinden kaynaklanır. Duygunun temel sinir devrelerinin biyolojik tasarımı
açısından, dünyaya birlikte geldiğimiz tasarım, son 5 ya da 500 değil, son 50.000 insan kuşağı
boyunca en çok işe yarayan şeydir. Evrimin, duygularımızı şekillendirmiş olan yavaş ve kararlı
güçleri, bir milyon yıl boyunca görevlerini yerine getirmiştir; son 10.000 yıl –uygarlığın hızla
gelişmesine ve insan nüfusunun 5 milyondan 5 milyara sıçramasına karşın– duygusal yaşamlarımızın
biyolojik kalıpları üzerinde küçük bir iz bırakmıştır.
İyi ve kötü yanlarıyla her yaşananı ve ona karşı tepkilerimizi salt rasyonel yargılarımız ve kişisel
geçmişimizle değil, aynı zamanda atalarımızdan gelen uzak geçmişimizle de değerlendiriyoruz. Bu da
bizi Crabtree’lerin evinde yaşanan üzücü olaylara tanık olmak gibi korkunç durumlarla yüz yüze
getiriyor. Kısacası, Pleistosen döneminin acil durumlarına göre ayarlanmış bir duygusal repertuar, sık
sık modern ikilemlerle karşılaşmamıza neden oluyor. Konumuzun özü de bu zor durumla ilgili.
Harekete Yönelten Dürtüler
Bir ilkbahar gününün erken saatlerinde Colorado’da bir dağ geçidi üzerindeki otoyolda ilerken
başlayan kar yağışı, biraz önümdeki arabayı ansızın gözden yitirmeme neden oldu. Tipi kör bir
beyazlığa dönüştüğünden göz gözü görmüyordu. Frene bastığımda, bedenime yayılan kaygıyı
hissedebiliyor ve gümbürdeyen kalp atışlarımı duyabiliyordum.
Kaygının yerini korkuya bırakmasıyla birlikte arabayı kenara çekip yağışın dinmesini beklemeye
başladım. Yarım saat içinde kar durdu, görüş mesafesi normale döndü ve yoluma devam ettim. Ancak,
birkaç yüz metre sonra bu kez, önde daha yavaş giden bir arabaya arkadan çarpan araçtaki yolcuyu
kurtarmaya çalışan ambulans ekibi yüzünden durmak zorunda kaldım; çarpışma nedeniyle otoyol
kapanmıştı. Göz gözü görmeyen yağış esnasında yola devam etseydim, büyük olasılıkla ben de onlara
çarpacaktım.
O gün hayatımı kurtaran, beni dikkatli olmaya zorlayan o korku oldu. Yanından bir tilki geçerken
dehşetten donup kalan bir tavşana –ya da etrafta dolanan bir yağmacı dinozordan saklanan ilk memeli
türlerinden birine– olduğu gibi, içsel bir duyum beni durmaya, dikkatli olmaya ve yaklaşan tehlikeyi
önemsemeye zorlamıştı.
Aslında tüm duygular harekete geçmemizi sağlayan dürtülerdir; evrim, yaşamla baş edebilmemiz
için bizi acil plan yapabilecek şekilde programlamıştır. Duygu (emotion) sözcüğünün kökü moteredir.
Latince hareket etmek anlamına gelen fiile “e-” ön eki getirildiğinde anlam uzaklaşmak olur ki bu, her
duygunun bir harekete yönelttiği fikrini vermektedir. Duyguların harekete dönüştüğünü en açık şekliyle
hayvan ve çocukları izlerken gözlemleyebiliriz. Hareket güdüsünün kökeni olan duyguların belirgin
tepkiden arınmış olması gibi son derece garip bir duruma, hayvanlar aleminde yalnızca “uygar”
yetişkinlerde sık sık rastlıyoruz.
6
Kendine has biyolojik izlerinden de belli olduğu üzere, duygusal repertuarımızdaki her duygunun
özgün bir rolü vardır (“temel” duygularla ilgili ayrıntıları Ek A’da bulabilirsiniz). Beden ve beynin
yeni yöntemlerle incelenmesiyle birlikte araştırmacılar, her duygunun bedeni birbirinden farklı
tepkilere nasıl hazırladığına ilişkin, sayısı gitgide artan fizyolojik ayrıntılar keşfetmekteler:
7
• Öfke hissedildiğinde, kan akışı bir silahı tutmayı ya da düşmana vurmayı kolaylaştırıcı şekilde
ellere yönelir; kalp atışı hızlanır, adrenalin gibi hormonların hızla salgılanmasıyla birlikte çevikçe
hareket etmeye yetecek güçte enerji meydana gelir.
• Korku hissedildiğinde ise, kan kaçmayı kolaylaştırmak için bacaklardaki gibi büyük iskelet
kaslarına yönelir ve sanki yüzdeki kan çekilir, bu da kanın “donduğu” hissini verir. Bu arada
saklanmanın daha iyi bir alternatif olup olmadığının anlaşılması için beden bir anlık donar. Beynin
duygusal merkezlerindeki devreler onu alarma geçirip harekete hazırlamak üzere hormon
salgılamasını başlatır. Dikkat, nasıl tepki verilmesi gerektiğini değerlendirmek için yaklaşan
tehlikeye odaklanır.
• Mutluluğun oluşturduğu başlıca biyolojik değişiklikler arasında, beyin merkezinde olumsuz
duyguları engelleyip bir enerji artışına yol açarak kaygı verici düşünceleri durduran bir etkinlik yer
alır. Ancak bedeni rahatsız edici duyguların yarattığı biyolojik uyarılmadan kurtaran sükûnet hali
dışında, belirli bir fizyolojik değişim görülmez. Bu konfigürasyon bedene genel bir dinlenme sağlar,
ayrıca kişiyi elindeki işi yapmaya, çeşitli hedeflere doğru ilerlemeye hazır ve istekli hale getirir.
• Sevgi, sevecen duygular ve cinsel tatmin, parasempatik uyarılmayı sağlar, bu ise korku ve öfkede
görülen “savaş ya da kaç” durumunun fizyolojik karşıtıdır. “Gevşeme tepkisi” denen parasempatik
model, işbirliğini kolaylaştıran, genel bir huzur ve tatmin hali yaratan bedenin her yerine yayılmış
tepkileri kapsar.
• Şaşkınlıkla kalkan kaşlar, görüş alanının büyüyüp retinaya daha fazla ışık girmesini sağlar. Bu,
beklenmedik durum hakkında daha fazla bilgi edinip çevrede neler olup bittiği anlayarak en uygun
hareketin yapılmasına olanak verir.
• Tiksinme tüm dünyada aynı şekilde ifade edilmektedir ve aynı mesajı gönderir: bir şeyin kendisi
ya da fikri tat veya koku olarak iğrenç gelmektedir. Tiksintinin yüz ifadesi olarak üst dudağı yana
doğru kıvırıp burnu hafifçe kırıştırmak, Darwin’in de gözlemlediği üzere kötü kokuya karşı burun
deliklerini kapama veya zehirli yiyeceği tükürmeye yönelik ilk çabadır.
• Üzüntünün esas işlevi, yakın birinin ölümü veya büyük bir hayal kırıklığı gibi önemli kayıplara
uyum sağlamaya yardımcı olmaktır. Üzüntü enerjiyi azaltır, derinleşip depresyona yaklaştıkça da
metabolizmayı yavaşlatıp hayatta zevk alınan şeylerden uzaklaşmaya yol açar. Bu içe dönüklük,
kaybın veya kırgınlığın yasını tutup sonuçlarını değerlendirmeyi, sonra da artan enerjiyle birlikte yeni
başlangıçlar planlamayı sağlar. Bu enerji kaybı, üzüntüye kapılan ve hassaslaşan ilk insanları, daha
güvende oldukları yuvalarına yakın tutmuş olabilir.
8
Bizi eyleme geçiren bu biyolojik eğilimler, deneyimler ve kültür tarafından şekillendirilir. Örneğin
sevilen birinin kaybı evrensel olarak üzüntüye ve yas tutmaya neden olur. Ancak bu yası yaşama
tarzımız, yani duyguların nasıl gösterildiği veya özel anlara saklandığı, tıpkı kimlerin yas tutulacak
kadar “sevilen kişiler” olduğu gibi, kültür tarafından belirlenir.
Duygusal tepkilerin deneyimlerle bu halini aldığı uzun evrim süreci, çoğu insanın yazılı tarihin
başlangıcından sonra yaşadıklarından daha zor bir gerçeklikti kuşkusuz. O zamanlarda pek az bebek
çocukluk yıllarına, pek az yetişkin otuzlu yaşlarına kadar yaşayabiliyordu. Av hayvanları her an
saldırabiliyor, kuraklık ve seller hayatta kalmakla açlıktan ölmek arası farkı belirleyebiliyordu.
Tarımla birlikte en ilkel insan toplulukları için bile yaşam şartları çok değişti. Son on bin yılda
dünyadaki gelişmelere paralel olarak, insan nüfusunu azaltan bu tehditkâr baskılar azaldı.
Aynı baskılar, hayatta kalabilmek için duygusal tepkilerimizi son derece gerekli kılmıştı. Ancak bu
baskılar azaldıkça duygusal repertuarımızın bir kısmının durumlara uygunluğu da azaldı. Eski
çağlarda anında parlayan bir öfke hayatta kalmak açısından çok kritik bir avantaj sağlarken, bugün
otomatik silahların on üç yaşındakilerin elinde olması, bunu çoğu kez felakete yol açan bir tepkiye
dönüştürmüştür.
İki Zihnimiz
Bir arkadaşım acı bir ayrılık olan boşanmasından söz ediyordu. Kocası iş yerinden daha genç bir
kadına âşık olmuş ve ansızın karısına artık o kadınla yaşamak istediğini söylemişti. Ev, para,
çocukların velayeti konusundaki tartışmalar aylarca sürmüştü. Şimdi, olaydan birkaç ay sonra,
arkadaşım bağımsız olmanın çekiciliğinden ve kendi başına yaşamaktan duyduğu hoşnutluktan söz
ediyordu. “Onu artık düşünmüyorum. Umurumda bile değil,” diyebiliyordu. Ancak bunu söylerken bir
an için de olsa gözleri doluyordu.
Birisinin yaşaran gözlerinden, söylediği sözlere karşın üzüntülü olduğunu anlamak, tıpkı basılı bir
sayfadaki sözcüklerden anlam süzmek gibi, bir kavrama edimidir. Birisi duygusal zihinden, diğeri ise
akılcı zihinden kaynaklanır. Aslında biz iki zihne sahibiz; birisi düşünüyor, diğeri ise hissediyor.
Birbirinden tamamen farklı bu iki kavrama tarzı, zihinsel yaşantımızı oluşturmak için etkileşim
halindedir. Akılcı zihin, çoğunlukla farkında olduğumuz bir kavrama tarzıdır; bilincimize daha
yakındır, düşüncelidir ve tartıp yansıtabilir. Bunun yanı sıra fevri ve güçlü, bazen de mantıksız olan
bir kavrama sistemi daha vardır; bu da duygusal zihindir (duygusal zihnin daha ayrıntılı tarifini B
Ekinde bulabilirsiniz).
Bu duygusal/akılcı ikililiğin halk arasındaki izdüşümü “kalp” ile “kafa”dır. Bir şeyin doğru
olduğunu “kalpten” bilmek, akılcı zihinle düşünmekten farklı bir inanç şeklidir; bir biçimde daha
derinden emin olmaktır. Zihnin akılcı-duygusal dengesinin belirli bir orantısı vardır; hisler
yoğunlaştıkça duygusal zihin devreye girer ve akılcı zihin etkisini yitirir. Yaşamımızın tehlikede
olduğu –ve durup ne yapabileceğini düşünmenin hayatımıza mal olacağı– durumlarda duygu ve
sezgilerimizin anlık tepkilerimize rehberlik etmesi, çağlar boyu süren bir üstünlük sayılır.
Biri duygusal, biri akılcı olan bu iki zihin, çoğunlukla bir uyum içinde ve farklı bilinç biçimlerini
birbiriyle kaynaştırarak hayatta yol almamıza yardımcı olurlar. Genelde duygusal ve akılcı zihinler
bir denge halindedir. Duygu, akılcı zihnin işleyişine katkıda bulunur, akılcı zihin ise duygusal verileri
şekillendirir ve bazen reddeder. Ancak yine de duygusal ve akılcı zihinler yarı bağımsız melekelerdir,
her ikisi de, göreceğimiz gibi, beyindeki farklı ama birbiriyle bağlantılı devrelerin işleyişini yansıtır.
Çoğu zaman bu iki zihin olağanüstü bir işbirliği içerisindedir; duygu düşünceler için, düşünceler ise
duygular için vazgeçilmezdir. Ancak tutkular bu dengeyi sarstığında duygusal zihin üstünlük sağlar ve
akılcı zihni etkisiz bırakır. On altıncı yüzyıl hümanisti Rotterdamlı Erasmus, akıl ve duygu arasındaki
bu çok eskilere dayanan gerginliği şöyle hicvetmiştir:
9
Jüpiter akıldan çok tutku bahşetmiştir. Bunun oranı hesaplandığında 24’e 1 olduğu görülür.
Aklın mutlak gücüne karşı koyması için de iki hiddetli asi yaratmıştır; bunlar öfke ve şehvettir.
İnsan hayatındaki yeri kolayca fark edilebilen bu iki gücün birlikteliğine Akıl ne kadar karşı
koyabilir ki! Diğer ikisi gittikçe seslerini yükseltir, karşı koyar, Aklı yok etmeye çabalar, Aklın tek
yapabildiği ise bağıra çağıra erdemli olmanın yollarını tekrarlamaktır, ta ki tükenene, vazgeçene
ve boyun eğene kadar.
BEYİN NASIL GELİŞTİ
Akılcı zihin üzerinde duyguların nasıl bu kadar güçlü olduğunu ve duygu ile aklın neden sık sık
çatıştığını daha iyi anlayabilmek için beynin gelişimine bakmamız gerekir. İnsan beyni, yaklaşık iki
kiloluk hücre ve sinir özüyle, evrimsel anlamda kendine en yakın memelininkinin üç katı
büyüklüğündedir. Milyonlarca yıllık evrim süresince beyin aşağıdan yukarıya doğru gelişmiş, yani en
donanımlı merkezleri daha aşağı düzeydeki kadim bölümlerinin gelişmesiyle oluşmuştur. (Beynin
insan ceninindeki gelişmesi, bu evrimsel süreci tekrarlar.)
Basit bir sinir sisteminden fazlasına sahip her türde, beynin en ilkel kısmı omuriliğin tepesini
çevreleyen beyin sapıdır. Bu kök beyin, nefes almak, vücudun diğer organlarının metabolik
işleyişlerini ayarlamak, kalıplaşmış tepki ve hareketleri kontrol etmek gibi temel hayati işlevleri
düzenler. Bu ilkel beynin düşündüğü ya da öğrendiği söylenemez; vücudun gereğince işlemesini ve
yaşamak için gerekli olan tepkileri idare eden önceden programlanmış bir düzenleyicidir. Bu beyin
Sürüngenler Çağı için idealdi: Bir saldırı tehdidinin işareti olarak tıslayan yılanı düşünün.
Beyin sapı denilen bu ilkel kökten, duygu merkezleri gelişmiştir. Evrim süresince, milyonlarca yıl
sonra, bu duygu alanlarından, üst katmanları meydana getiren karmaşık kıvrımlı dokuların soğan
şeklindeki oluşumuyla düşünen beyin, yani “neokorteks” (yeni kabuk) evrilmiştir. Düşünen beynin
duygu merkezlerinden gelişmiş olması, ikisi arasındaki ilişkiyi aydınlatmaktadır: Duygusal beyin
akılcı beyinden çok daha önce var olmuştur.
Duygusal hayatımızın en eski kökü, koklama duyusudur ya da diğer bir deyişle kokuyu alan ve
inceleyen koku lobudur. Yaşayan her varlığın –besleyici, zehirli, cinsel eş, av, avcı, ya da yırtıcı–
rüzgârla taşınan moleküler bir imzası vardır. İlkel çağlarda koku hayati önem taşıyan bir duyuydu.
Koku lobundan, duyguya yol açan eski merkezler gelişmeye başlayıp, beyin sapının baş kısmını
çevreleyecek kadar genişledi. Gelişmemiş koku merkezi, o haliyle kokuyu incelemek için bir araya
gelmiş ince bir nöron (sinir hücresi) tabakasından oluşmuştu. Birinci hücre tabakası koklamaya ve
alınan kokuyu yenilebilir, zehirli, cinsel açıdan elde edilebilir, düşman ya da yiyecek olarak ayırmaya
yarıyordu. İkinci bir hücre tabakası ise sinir sistemi yoluyla vücuda ısır, tükür, yaklaş, kaç, kovala
gibi mesajlar veriyordu.
10
İlk memelilerin gelişiyle birlikte duygusal beynin temel katmanları oluştu. Beyin sapını saran bu
katmanlar, alt tarafında sapın içlerine yuvalandığı yerden ısırılmış bir çöreğe benziyordu. Beynin bu
kısmına, beyin sapını çevreleyip sınırlarını belirlediği için, “yüzük” anlamına gelen Latince
“limbus”tan türetilerek “limbik” sistem denildi. Bu yeni sinir bölgesi beynin repertuarına duyguları
ekledi.
11Midemiz kazındığında, öfkelendiğimizde, sırılsıklam âşık olduğumuzda, ya da
kederlendiğimizde limbik sistemin eline düşeriz.
Limbik sistem zaman içinde iki önemli beceri geliştirmiştir: öğrenme ve hatırlama. Bu devrim
niteliğindeki gelişmeler bir hayvana yaşamak için daha akıllıca seçimler yapma ve değişmez otomatik
tepkiler yerine çevrenin taleplerine uyan ince ayarlı tepkiler verme olanağını tanıdı. Bir yiyecek
hastalanmaya yol açıyorsa bir dahaki sefere ondan kaçınılabilirdi. Neyin yenilip neyin
yenilemeyeceği yine büyük ölçüde koku yoluyla belirleniyordu. Koku bölgesiyle limbik sistem
arasındaki bağlantı sayesinde kokular tanınıp seçilebiliyor, o anki koku geçmiştekiyle
karşılaştırılabiliyor ve böylece iyi kötüden ayırt edilebiliyordu. Bu, “rinensefalon” yani “burun
beyni” anlamına gelen, limbik devrelerin bir parçası ve aynı zamanda düşünen beyin olan
neokorteksin tam gelişmemiş temelini oluşturan bir kısım tarafından yapılıyordu.
Yaklaşık yüz milyon yıl önce memelilerin beyni büyük bir hızla gelişti. İnce iki tabakadan oluşan
planlama, hissedileni anlama, hareketi koordine etme gibi işlevleri olan korteksin üzerine yeni beyin
hücreleri eklenerek neokorteks oluştu. Eski beynin iki katmanlı korteksiyle kıyaslandığında,
neokorteks olağanüstü bir entelektüel üstünlük sağladı.
Tüm türlerinkinden çok daha büyük olan Homo sapiens neokorteksi, insana özgü tüm özellikleri
barındırmaktadır. Neokorteks düşüncenin beşiğidir; duyular aracılığıyla algılananları bir araya getirip
anlaşılır kılan merkezlerden oluşur. Hissettiklerimize düşünceyi katar ve fikirler, sanat, simgeler,
hayaller hakkında bir şeyler hissetmemizi sağlar.
Evrim süresince neokorteks, bir organizmanın olumsuz koşulların üstesinden gelmesinde hiç
kuşkusuz büyük üstünlük sağlayan sağgörülü bir ince ayar sundu; bu da, aynı sinir devresine sahip
olanların genlerini aktarmak suretiyle soyu devam ettirmelerini daha olanaklı kıldı. Hayatta kalabilme
üstünlüğünü neokorteksin strateji geliştirme, uzun vadeli plan yapma gibi zihinsel kurnazlıklarına
borçluyuz. Bunun ötesinde, sanat, medeniyet ve kültürün zaferi de neokorteksin meyveleri olarak
görülebilir.
Beyne yapılan bu yeni katkı duygusal yaşama da bir nüans eklemiş oldu. Aşkı ele alalım. Limbik
yapılar haz ve cinsel arzuyu, yani tutkuları besleyen duyguları oluştururlar. Ancak neokorteksin ve
bunun bağlantılarının limbik sisteme eklenmesi, aile birliğini ve uzun vadede çocuk yetiştirme
kararlılığının temeli olan anne-çocuk arasındaki bağın oluşmasını sağladı; bu da insan gelişimini
olanaklı kıldı. (Sürüngenler gibi neokorteksi olmayan türlerde anne şefkati yoktur; yavrular
yumurtadan çıktıklarında, yem olmamak için saklanmak durumundadır.) İnsanlarda ise ebeveynle
çocuk arasındaki koruyucu bağ, olgunlaşmanın uzun çocukluk dönemi boyunca sürmesini sağlar; bu
süre içinde beyin de gelişmesini sürdürür.
Gelişim tarihi boyunca sürüngenden maymuna ve insana doğru ilerlediğimizde, neokorteks
kütlesinin fazlalaştığını ve buna paralel olarak beyin devreleri arasındaki bağlantıların arttığını
görüyoruz. Bu bağlantıların sayısı fazlalaştıkça, olası tepkilerin kapsamı da büyür. Neokorteks,
duygusal yaşamımızda hissettiklerimiz hakkında bir şeyler hissedebilme gibi bir incelik ve
karmaşıklığa olanak tanır. Diğer türlerle kıyaslandığında, primatlarda ve özellikle de insanda
neokorteksle limbik sistemin ilişkisi daha yoğundur. Bu da daha geniş bir yelpazede çok daha çeşitli
tepkiler verme yeteneğimizi açıklamaktadır. Bir tavşan ya da maymun korkuya belli türde tepkiler
verdiği halde, insanların daha büyük neokorteksi, Polis İmdat’ı aramak dahil, daha geniş bir tepki
repertuarına olanak tanır. Sosyal sistem karmaşıklaştıkça, bu esnekliğin önemi de artar. İnsanınkinden
daha karmaşık bir sosyal sistem de yoktur.
12
Ancak bu gelişmiş merkezler duygusal yaşama tamamen egemen değildir; özellikle de duygusal
bakımdan acil durumlarda yapılması gerekenler için limbik sisteme dönülür. Beynin birçok merkezi
limbik sistemden geliştiği veya onun uzantısı olduğu için, sinir sisteminin mimarisinde duygusal beyin
önemli bir rol oynar. Yeni beynin kökü burası olduğundan, duygusal alanlar devreler yoluyla
neokorteksin her yanıyla bağlantılıdır. Bu da duygusal merkezlere, düşünce merkezleri dahil olmak
üzere, beynin diğer kısımlarının işleyişini etkileyen büyük bir güç verir.
1 Associated Press, 15 Eylül, 1993.
2 Kişinin kendisini uğruna feda ettiğisevgi temasının dünya mitolojisindeki yaygınlığı bunun ezelden beri var olduğunu göstermektedir:
Binlerce yıldır Asya’nın büyük bir kısmında anlatılagelen Jataka masallarında da özveri üzerine çeşitli meseller bulunmaktadır.
3 Özverilisevgi ve insanın yaşam mücadelesi: Özverinin evrimsel uyarlanma açısından avantajlarını ortaya koyan evrim kuramları,
Malcolm Slavin ve Daniel Kriegman’ın The Adaptive Design of the Human Psyche (New York: Guilford Press, 1992) adlı eserinde çok
iyi özetlenmektedir.
4 Bu tartışmanın büyük bir kısmı Paul Ekman’ın “An Argument for Basic Emotions” başlıklı, Cognition and Emotion, sayı 6, yıl 1992,
s.169-200’daki önemli makalesine dayanmaktadır. Bu husus, P.N. Johnson-Laird ve K. Oatley’nin derginin aynısayısında yayınlanan
makalesinden alınmadır.
5 Matilda Crabtree’nin vurulması: The New York Times, 11 Kasım, 1994.
6 Sadece yetişkinlerde: San Francisco’daki California Üniversitesi’nden Paul Ekman’ın bir gözlemi.
7 Duyguların yarattığı bedensel değişiklikler ve bunların evrimsel nedenleri: Bu değişikliklerden bazıları Robert W. Levenson, Paul Ekman
ve Wallace V. Friesen’ın, “Voluntary Facial Action Generates Emotion-Specific Autonomous Nervous System Activity,” başlıklı
Psychophysiology sayı 27, 1990’da çıkan makalesinde belgelenmektedir. Bu liste oradan ve diğer kaynaklardan derlenmiştir. Bu noktada
böyle bir liste, bir derece spekülasyon düzeyinde kalmaktadır; her duygunun kesin bir biyolojik imzası olup olmadığı konusundaki bilimsel
tartışma sürmekte ve bazı araştırmacılar duygular arasında farklılıktan çok örtüşme olduğu veya duygunun biyolojik paralellerini ölçme
yeteneğimizin bunları güvenilir bir biçimde ayırt etmeye yetecek kadar olgunlaşmadığı görüşündedirler. Bu tartışma için bakınız: Paul
Ekman ve Richard Davidson, derl., Fundamental Questions About Emotions (New York: Oxford University Press, 1994).
8 Paul Ekman’ın dediğişudur, “Öfke en tehlikeli duygudur; bu günlerde toplumu tahrip eden temelsorunların bazıları kontrolden çıkmış
öfke duygularıyla ilintilidir. Bugün için, evrimsel bakımdan en az uyumlu duygu öfkedir, çünkü bizi kavgaya yöneltir. Duygularımız, onların
dürtmesiyle bu denli büyük sonuçlar yaratabileceğimiz bir teknolojiye sahip olmadığımız bir zamanda oluşmuştur. Tarih öncesi zamanlarda
aniden hiddetlenip, birini öldürmek istediğinizde bunu büyük bir kolaylıkla yapamazdınız -ama şimdi yapabilirsiniz.”
9 Erasmus of Rotterdam, In Praise of Folly, çev. Eddie Radice (London: Penguin, 1971), s.87.
10 Bu tür temel tepkiler, bu türlerin “duygusal yaşamı”, daha doğrusu “içgüdüsel yaşamı” denebilecek şeyi tanımlamışlardır. Evrimsel
bağlamda daha da önemli olan, bu kararların hayatta kalabilmek için gerekli olduğudur; bunları iyi yapabilen ya da yeterince iyi yapabilen
hayvanlar genlerini geçirmek üzere hayatta kalabilmişlerdir. Bu erken zamanlarda zihinsel yaşam ilkeldir: duyular ve algıladıkları
uyarıcılara yönelik basit bir tepki repertuarı, bir kertenkelenin, kurbağanın, kuşun veya balığın –belki de bir brontozorun– yaşamını
sürdürebilmesinisağlamıştır. Ancak bu çelimsiz beyin, bizim duygu olarak düşündüğümüz şeye henüz yer vermemekteydi.
11 Limbik sistem ve duygular: R. Joseph, “The Naked Neuron: Evolution and the Languages of the Brain and Body,” New York: Plenum
Publishing, 1993; Paul D. Mac Lean, The Triune Brain in Evolution (New York: Plenum, 1990).
12 Makak yavruları ve evrimsel uyarlanma yeteneği: “Aspects of emotion conserved across species,” Ned Kalin, M. D., Psikoloji ve
Psikiyatri Bölümleri, Wisconsin Üniversitesi, MacArthur Duygusal Sinirbilim Toplantısı Kasım 1992 için hazırlanmıştır.
2-Duygusal Korsanlığın Anatomisi
Yaşam düşünenler için bir komedi, hissedenler içinse bir trajedidir.
Horace Walpole
1963 yılında, Rahip Martin Luther King Jr.’ın Washington’daki insan hakları yürüyüşünde “Bir
Hayalim Var” diye başlayan konuşmasını yaptığı sıcak bir ağustos gününün akşamıydı. Aynı gün eroin
parası bulmak için yüzden fazla ev soymuş ve üç yıllık mahkûmiyetten sonra şartlı tahliye edilmiş
olan kaşarlanmış hırsız Richard Robles bir eve daha girmeye karar verdi. Robles sonradan, suç
işlemeyi bırakmak istediğini, ancak kız arkadaşı ve üç yaşındaki kızları için paraya ihtiyacı olduğunu
söyleyecekti.
O gün girdiği evde iki genç kadın, Newsweek dergisinde araştırmacı olarak çalışan 21 yaşındaki
Janice Wylie ve ilkokul öğretmeni 23 yaşındaki Emily Hoffert yaşıyordu. Robles, soymak için New
York’un fiyakalı kuzey doğu yakasından bir ev seçerken içeride kimse olmadığını sanıyordu, ancak
Wylie evdeydi. Robles kızı bıçakla tehdit ederek bağladı. Evden çıkarken Hoffert eve geldi. Rahatça
kaçabilmek için Robles onu da bağladı.
Robles’in yıllar sonra anlattığına göre, Hoffert’ı bağlarken, Janice Wylie bu suçtan yakayı
sıyıramayacağını, yüzünü hatırlayıp kendisini polise yakalatacağını söyleyerek onu tehdit etmişti.
Bunun son işi olacağına dair kendi kendine verdiği sözü unutup paniğe kapılan Robles, kontrolünü
tamamen kaybetmişti. Bir gazoz şişesini yakalayıp bayıltıncaya kadar çılgınca kafalarına vurmuş,
sonra bir öfke ve korku nöbetine kapılarak eline geçirdiği mutfak bıçağını tekrar tekrar vücutlarına
saplamıştı. 25 yıl sonra bu olaya dönüp bakan Robles ağlamaklı bir halde, “Aklımı kaçırmıştım.
Adeta beynim patlamıştı,” diyordu.
Bugüne kadar Robles’in, dizginleyemediği o birkaç dakikalık öfkesinden pişmanlık duymak için çok
zamanı oldu. Bu satırlar yazıldığı sırada kendisi son otuz yıldır “Meslek Sahibi Kızlar Cinayeti” diye
bilinen suç yüzünden hâlâ hapiste bulunuyor.
Böylesi duygusal patlamalar sinirlerin korsanlığıdır. Bulgulara göre, o anlarda limbik beyindeki bir
merkez acil durum mesajı verip beynin geri kalan kısımlarını da o duruma odaklar. Korsanlık bir
anda oluşan bir durumdur ve düşünen beyin, yani neokorteks, yapılanın doğru bir hareket olup
olmadığı bir yana, daha ne olup bittiğini kestiremeden bir dizi tepkilerin başlaması demektir. Bu
korsanlık anlarının en önemli özelliği, kişinin o anı atlattıktan sonra kendisinin de neye uğradığını
bilememesidir.
Sinirlerin korsanlığı “Meslek Sahibi Kızlar Cinayeti”ndeki gibi münferit, hunharca cinayetlerle
sonuçlanan korkunç olaylar olmak zorunda değildir. Bu kadar trajik sonuçlara yol açmasa da, hemen
hemen aynı şiddetteki olayları sık sık yaşıyoruz. Kendinizi kaybettiğiniz son durumu, örneğin karınıza,
kızınıza ya da başka bir aracın şoförüne vurduğunuz ve sonradan düşündüğünüzde aslında o kadarına
gerek olmadığını hissettiğiniz anı düşünün. Büyük olasılıkla o da bir korsanlıktı, yani sinirlerin
hâkimiyeti ele aldığı ve limbik beyindeki amigdala denilen bir merkezden kaynaklanan bir durumdu.
Bütün limbik korsanlıklar böyle sıkıntı vermez. Bir şakanın bir kahkaha tufanına yol açması da
limbik bir tepkidir. Yoğun mutluluk anlarında da aynı tepkiyi görebiliriz. Örneğin, Olimpiyatlarda
altın madalya için yarıştığı buz pateni sürat dalında üst üste moral bozucu başarısızlıklara uğrayan
Dan Jansen’ın, 1994 Norveç Kış Olimpiyatları’nın 1000 metre yarışında ölmek üzere olan kız
kardeşine söz verdiği altın madalyayı kazanması üzerine, karısı heyecan ve mutluluktan fenalaşıp pist
kenarındaki doktorlar tarafından acilen müdahale altına alınmıştı.
HER TÜRLÜ TUTKUNUN BEŞİĞİ
Amigdala (Yunancada “badem” anlamına gelen sözcükten), insanlarda limbik halkanın altına yakın,
beyin sapının üzerinde bulunan ve birbiriyle bağlantılı yapılardan oluşan badem şeklinde bir kütledir.
Her biri beynin bir tarafında olmak üzere, başın yan kısmına yakın iki amigdala vardır. İnsan
amigdalası evrimsel kuzenlerimiz primatlara kıyasla daha büyüktür.
Hipokampus ile amigdala, ilkel “burun beynin” iki ana parçasıdır ve evrim boyunca önce korteksin
daha sonra da neokorteksin oluşumuna yol açmıştır. Limbik yapılar o günden bugüne beynin öğrenme
ve hatırlama süreçlerinin büyük kısmını gerçekleştirmektedir; amigdala ise duygusal durumların
uzmanıdır. Amigdala beynin geri kalan kısmından ayrılsa, olayların duygusal anlamını
değerlendirmekte inanılmaz bir yetersizlik, hatta “duygusal körlük” denilen durum ortaya çıkar.
Duygusal ağırlığı kaybolmuş ilişkiler, etkisini yitirir. Yoğun nöbetleri kontrol altına almak için
ameliyatla amigdalası alınmış genç bir adam insanlarla ilgisini tamamen kesmiş, herkesten uzak,
yapayalnız yaşamayı tercih etmişti. Çok iyi konuşabildiği halde yakın arkadaşlarını, ailesini, annesini
bile tanıyamaz hale geldi ve bu kayıtsızlığı karşısında onların çektiği acıya da duyarsız kaldı.
Amigdalası olmadığı için hissetmeyi, hissettikleri hakkında bir şeyler hissetmeyi unutmuş
gibiydi.
13Amigdala, duygusal belleğin ve başlı başına anlamın deposudur; amigdalasız yaşam, kişisel
anlamlarından soyutlanmış bir yaşamdır.
Yalnız şefkat değil, tüm tutkular amigdalaya bağlıdır. Amigdalası alınmış ya da hasar görmüş
hayvanlar korkuyu ve öfkeyi, yarışma ya da işbirliği güdüsünü yitirirler ve sosyal düzendeki yerleri
hakkında fikirleri kalmaz; duygu körelmiş ya da yok olmuştur. İnsanlara özgü bir duygusal işaret olan
gözyaşı, amigdala ve yakınındaki cingulate gyrus denilen yapı tarafından başlatılır; kucaklanma,
okşanma ve teselli, beynin bu merkezlerini etkileyerek hıçkırıkları durdurur. Amigdala yoksa,
dindirilecek üzüntü gözyaşları da yoktur.
New York Sinir Bilimleri Merkezi’nde çalışan Joseph LeDoux adlı bir nörolog, duygusal beyinde
amigdalanın ana rolünü ilk keşfeden kişidir.
14LeDoux, çalışmakta olan beynin haritasını daha önce
bilinmeyen bir kesinlikte çıkaran yenilikçi yöntem ve teknolojileri getiren ve böylece önceki nesil
bilim adamlarının çözülemez sandıkları gizemleri açığa çıkaran son kuşak nörologlardan biridir.
Duygusal beynin devreleriyle ilgili bulguları, limbik sistem hakkında uzun zamandır beslenen bir
kanıyı çürütüp amigdalayı eylemin merkezine yerleştirmiş, diğer limbik yapılara da çok farklı roller
vermiştir.
15
LeDoux’nun araştırması, düşünen beyin yani neokorteks henüz karar aşamasındayken, amigdalanın
yaptığımız şeyi nasıl denetim altına aldığını açıklıyor. Birazdan da göreceğimiz gibi, duygusal
zekânın merkezinde amigdalanın işleyişi ve neokorteksle olan ilişkisi yatmaktadır.
SİNİRSEL ALARM
Duyguların zihinsel yaşam içindeki gücünü anlamaya çalışırken en fazla merak konusu olan, hırsla
harekete geçip her şey yatıştıktan sonra pişmanlık duyduğumuz o anlardır; buradaki soru nasıl bu
kadar kolayca mantıksız olabildiğimizdir. Örneğin, erkek arkadaşıyla öğle yemeği yiyip gününü
onunla geçirmek üzere arabasıyla iki saat yol kat ederek Boston’a giden genç bir kadını düşünelim.
Yemek esnasında erkek ona aylardır beklediği hediyeyi, İspanya’dan gelen zor bulunur bir sanat
eserini verir. Ancak genç kadının mutluluğu, yemekten sonra görmek istediği bir filme gitme önerisine
karşılık adamın antrenmanından dolayı günün geri kalan kısmını onunla geçiremeyeceğini söylemesi
üzerine yıkılır. Genç kadın şaşkınlık ve acı içinde ağlayarak kafeyi terk eder, giderken de düşünmeden
hediyeyi çöp kutusuna atar. Aylar sonra olayı düşündüğünde pişmanlık duyduğu şey çekip gitmesi
değil, o baskıyı yitirmiş olmasıdır.
İşte bu tür fevri duyguların akla üstün geldiği anlar amigdalanın yeni keşfedilen esas rolünü gözler
önüne seriyor. Duyu organlarından gelen sinyaller, amigdalanın her türlü sıkıntılı deneyimi taramasını
sağlar. Bu da amigdalayı, psikolojik gözcü konumuyla ruh dünyamızda merkezi bir yere yerleştirir.
Amigdala her durumu, her algıyı sorgular, ancak bunu en ilkel bir soru biçimiyle, “Bu benim nefret
ettiğim bir şey mi? Bana zarar verir mi? Benim korktuğum bir şey mi?” şeklinde yapar. Eğer bu
soruların cevabı bir şekilde “evet” ise, amigdala adeta bir sinirsel alarm gibi anında tepki verir ve
bir kriz var mesajını beynin geri kalan kısımlarına iletir.
Beyin mimarisinde amigdalanın yeri, bir evdeki güvenlik sistemi alarm vermeye başladığı anda
itfaiyeye, polise, komşuya haber vererek acil durum çağrılarına cevap veren operatörlerden oluşan
güvenlik şirketine benzetebilir.
Örneğin bir korku sinyali alındığında beynin her yerine acil mesajlar iletilir: ‘savaş ya da kaç’
hormonları salgılanmaya başlar, hareket merkezleri uyarılır, kardiovasküler sistem, kaslar ve hazım
sistemi çalışmaya başlar.
16Amigdalanın diğer devreleri ise acil durum hormonu olan norepinefrin
salgılayarak, duyuları daha fazla uyarmak dahil, beynin anahtar bölgelerindeki tepkiselliği artırır,
yani beyni tamamen hassaslaştırır. Amigdaladan gelen ek sinyaller, beyin sapına yüze korkulu bir
ifade vermesini, kasların gereksiz hareketleri dondurmasını, nabzı ve tansiyonu yükseltmesini, nefes
almayı ise yavaşlatmasını emreder. Diğer sinyaller ise dikkati korkunun kaynağında toplar ve kasları
uygun bir biçimde tepki vermeye hazırlar. Aynı anda korteksin bellek sistemleri bir düşünce
oluşturmadan önce, böylesi bir acil durumla daha önce karşılaşıp karşılaşılmadığını araştırır.
Bunlar, amigdalanın beyinde yönettiği alanlarda oluşan dikkatle koordine edilmiş bir dizi
değişikliğin yalnızca bir kısmıdır (daha detaylı bilgi için C ekine bakınız). Amigdala, yaygın sinir
bağlantıları ağı sayesinde duygusal bir aciliyet durumunda, akılcı zihin dahil olmak üzere, beynin
büyük bir bölümünü kontrol eder ve yönlendirir.
DUYGUSAL GÖZCÜ
Bir arkadaş, tatilde İngiltere’ye gittiğini ve kanal kıyısındaki bir kafede öğle yemeği yediğini
anlatıyor. Daha sonra kanala inen taş merdivenlerde dolaşırken aniden korkudan donmuş bir şekilde
suya bakan bir kız görmüş. Nedenini anlayamadan, paltosu ve kravatıyla suya atlamış. Ancak suya
girdiği anda, kızın şok olmuş bir halde suya düşmüş küçük bir çocuğa bakakaldığını anlayıp çocuğu
kurtarmış.
Nedenini anlayamadan onu suya atlamaya iten neydi? Büyük olasılıkla, amigdalasıydı.
Son on yılın duygularla ilgili en önemli keşiflerinden biri olan LeDoux’nun çalışması, beyin
mimarisinin amigdalaya duygusal bir gözcü olarak, beyne korsanlık yaptırabilecek ayrıcalıklı bir
konumu nasıl verdiğini ortaya çıkardı.
17Yaptığı araştırma, göz ya da kulaktan gelen duyu sinyallerinin
beyinde önce talamusa, oradan da, tek bir sinapsla, amigdalaya ulaştığını gösterdi. Talamustan bir
ikinci sinyal ise düşünen beyin neokortekse gidiyordu. Bu dallanma, amigdalanın, bilgiyi beyin
devrelerinin çeşitli düzeylerinde değerlendirdikten sonra tamamen algılayan, son olarak da daha ince
ayarlı tepkisini başlatan neokorteksten önce tepki verebilmesini sağlar.
LeDoux’nun araştırması duygusal yaşamı anlamak açısından devrim niteliğinde bir önem taşır,
çünkü bu, duyguların neokorteksi atlayan sinir yollarını irdeleyen ilk çalışmadır. Doğrudan
amigdalaya ulaşan bu duygular bizim en ilkel ve en güçlü hislerimizi kapsıyor; işte bu devre,
duyguların gücünü ve akla olan üstünlüğünü çok iyi açıklıyor.
Nörolojide geleneksel görüşe göre göz, kulak ve diğer duyu organları, sinyalleri talamusa gönderir,
buradan neokorteksin duyuları işleyen duyarlı alanlarına ulaşan sinyaller birleşir ve algıladığımız
şekliyle cisimleri oluşturur. Beynin her bir cismin ne olduğunu ve varlığının ne anlama geldiğini
kavrayabilmesi için, sinyaller anlamlarına göre sınıflandırılır. Eski kurama göre sinyaller
neokorteksten limbik beyne gönderiliyor, oradan da uygun tepki beyne ve bedenin geri kalan kısmına
yayılıyordu. Bu çoğunlukla böyledir; ancak LeDoux, kortekse giden büyük nöron topluluğunun yanı
sıra küçük bir nöron demetinin talamustan dosdoğru amigdalaya yöneldiğini bulguladı. Bu küçük ve
daha kısa yol –adeta bir sinirsel arka yol– amigdalanın duyulardan gelen sinyalleri doğrudan almasını
ve neokorteks tarafından tamamen kaydedilmeden önce bir tepki başlatmasını sağlıyor.
Bu buluş amigdalanın tamamen neokorteksten gelen sinyallere dayanarak duygusal tepkiler
geliştirdiği inancını çürütmektedir. Amigdala ile neokorteks arasında paralel bir yansıtıcı devre
oluşsa bile, bu kestirme yol sayesinde amigdala duygusal bir tepkiyi başlatabiliyor. Neokorteks
yavaşça, ancak donanımlı bir biçimde daha ince bir tepki üretme planını oluştururken, amigdala bizi
hemen harekete geçirebiliyor.
LeDoux, hayvanların korku tepkisi üzerine yaptığı araştırma sayesinde duyguların geçtiği yollar
hakkındaki bilinen görüşü tepetaklak etmiştir. Önemli bir deneyinde, farelerin işitsel korteksini
işlevsiz kıldıktan sonra onları elektrik şokla birlikte gelen bir sese maruz bırakmıştır.
Neokortekslerine kaydedilemediği halde, fareler sesten korkmayı çabucak öğrenmiştir. Ses kulaktan
dosdoğru talamusa, oradan da amigdalaya ulaşarak daha üst yolları atlamıştır. Kısacası fareler üst
düzey bir korteks faaliyeti olmadan duygusal bir tepki vermeyi öğrenmişlerdir. Amigdala kendi
başına farelerdeki korkuyu algılamış, anımsamış ve sergilemiştir.
LeDoux bana, “Anatomik olarak, duygusal sistem neokorteksten bağımsız işleyebilir,” demişti.
“Bazı duygusal tepkiler ve duygusal anılar bilinçli ve bilişsel hiçbir katkı olmadan oluşabilir.”
Talamusla neokorteks arasındaki kestirme yol neokorteksi tamamen atladığı için, amigdala nedenini
pek kavrayamadan harekete geçirdiğimiz anıları ve tepki repertuarını barındırabiliyor. Bu atlama,
amigdalanın tam farkında olmadığımız bazı duygusal izlenimleri ve anıları saklayabilmesini sağlıyor.
Sözgelimi, şaşırtıcı bir deneyde insanların, kendilerine bir an gösterildiği için gördüklerinin bilincine
varamadıkları garip geometrik şekilleri sonradan seçebilmelerini açıklayan, LeDoux’ya göre,
amigdalanın bellek üzerindeki bu gizli gücüdür.
18
Diğer araştırmalar şunu göstermiştir: Bir şeyi algıladığımız ilk birkaç milisaniye içinde bilinçsizce
onun ne olduğunu anlamakla kalmayıp ondan hoşlanıp hoşlanmadığımıza da karar verebiliyoruz; bu
“bilişsel bilinçsizlik” sadece gördüğümüzün kimliğini fark etmemizi değil, onun hakkında bir fikir
edinmemizi de sağlıyor.
19Duygularımızın akılcı zihinden bağımsız olarak görüş edinebilen
kendilerine özgü bir zihinleri var.
SAVAŞ YA DA KAÇ TEPKİSİ
Nabız ve tansiyon yükselir.
Geniş kaslar çabuk hareket için hazırlanır.
Görsel sinyal öncelikle retinadan talamusa ulaşır ve orada beyin diline çevrilir. Mesajın büyük
bir kısmı buradan görsel kortekse ulaşır, anlamı analiz edilir ve uygun tepki belirlenir; tepki
duygusalsa, duygu merkezlerini harekete geçirmek için amigdalaya sinyal gönderilir. Ancak ilk
sinyalin daha ufak bir bölümü, daha hızlı bir aktarımla talamustan dosdoğru amigdalaya gidip
daha çabuk (ancak daha az kesin) bir tepkiye yol açar. Böylece kortikal merkezler ne olup bittiğini
daha tam anlayamadan, amigdala duygusal bir tepkiyi başlatabilir.
DUYGUSAL BELLEK UZMANI
Bu bilinçsiz izlenimler duygusal anılardır; biriktikleri yer ise amigdaladır. LeDoux’nun ve diğer
nörologların araştırmaları, uzun zamandır limbik sistemin temel yapısı olarak bilinen hipokampusun
duygusal tepkilerden çok, algılanan biçimlerin kaydedilip anlamlandırılmasıyla ilgili olduğunu öne
sürüyor. Hipokampusun esas katkısı, duygusal anlam açısından hayati olan yoğun bir bağlam belleği
sağlamaktır; sözgelimi hayvanat bahçesindekiyle arka bahçenizdeki ayı arasındaki farkı algılayan,
hipokampustur.
Hipokampus kuru gerçekleri hatırlarken, amigdala o gerçeklerle bağlantılı olan duygusal çeşniyi
kaydedip saklar. İki şeritli bir yolda öndeki arabayı geçmeye çalışırken kıl payı bir çarpışmadan
kurtulursak, hipokampus yolun hangi kısmında bulunduğumuz, kiminle olduğumuz, diğer arabanın neye
benzediği gibi olayla ilgili ayrıntıları kaydeder. Ancak sonradan ne zaman aynı şekilde bir arabayı
geçmeye çalışsak, tedirginliğe kapılmamızı sağlayacak olan amigdaladır. LeDoux’nun bana dediği
gibi, “Bir yüzün kuzenimizin olup olmadığını ayırt eden hipokampustur. Ondan pek hoşlanmadığınızı
ekleyen ise amigdaladır.”
Beyin, duygusal anıların kaydedilmesini sağlamak için basit ama kurnazca bir yöntem kullanır:
Bedenle ilgili hayati tehlikeler karşısında savaşmaya ya da kaçmaya yönelten nörokimyasal uyarıcı
sistem o anı tüm canlılığıyla belleğe işler.
20Stres altındayken (veya kaygı, hatta mutluluğun getirdiği
yoğun heyecan hissedildiğinde) beyinden böbrek üstündeki adrenal bezlerine uzanan bir sinir, bedeni
acil duruma hazırlayan epinefrin ve norepinefrin salgılanmasına yol açar. Bu hormonlar vagus
sinirindeki alıcıları harekete geçirir; vagus siniri kalp atışlarını düzenlemek için beyinden mesaj
taşırken, aynı zamanda epinefrin ve norepinefrinden gelen sinyalleri de beyne geri taşır. Bu
sinyallerin beyinde gittiği ana nokta amigdaladır; bunlar olayın anısını güçlendirmek için beyindeki
diğer alanları uyarmak amacıyla amigdaladaki nöronları harekete geçirir.
Amigdalanın uyarılması, diğer duygusal uyarılma anlarının bellekte daha da kuvvetli bir şekilde yer
etmesini sağlar. Bu nedenle de, örneğin ilk kez biriyle çıktığımızda nereye gittiğimizi, ya da uzay
mekiği Challenger infilak ettiğinde ne yapıyor olduğumuzu hatırlamaya daha yatkın oluruz. Amigdala
ne kadar şiddetli uyarılırsa, olay o kadar güçlü bir biçimde yer eder; yaşamımızda bizi en fazla
heyecanlandıran ya da korkutan olaylar, en silinmez anılarımız arasında yer alır. Bu da aslında,
beyinde iki bellek sistemi bulunduğu anlamına gelir; biri sıradan olaylar, diğeri ise duygusal açıdan
yüklü olanlar için. Duygusal anılar için özel bir sistem olması evrim açısından son derece anlamlıdır,
hayvanların kendilerini tehdit eden ya da hoşlarına giden olaylar hakkında canlı anılara sahip
olmalarını sağlar. Ancak duygusal anılar şimdiki zamanı yanlış yönlendirebilir.
GEÇERSİZ SİNİRSEL ALARMLAR
Böylesi sinirsel alarmların bir dezavantajı, amigdalanın gönderdiği acil mesajın –özellikle de
insanların yaşadığı bu değişken sosyal dünyada– sık sık değilse de zaman zaman geçersiz olmasıdır.
Duygusal belleğin saklandığı yer olan amigdala, deneyimleri tarar ve şimdi olanı geçmiştekiyle
karşılaştırır. Karşılaştırma yöntemi ise bağlantı kurmaktır: şimdiki durumun ana unsurlarından biri
geçmiştekine benziyorsa, buna “aynısı” diyebilir; işte bu yüzden bu devre oldukça dikkatsizdir: Bir
şey tam olarak kesinleşmeden harekete geçer. Bugün olup bitenlere, uzun süre önce geçerli olan bir
tarzda; bugünkine çok az benzeyen, ama amigdalayı uyaracak kadar yakın olaylardan öğrenilmiş
düşünceler, duygular, tepkilerle karşılık vermemiz için çılgınca talimatlar yağdırır.
Savaş zamanı sardığı korkunç yaralardan dolayı sarsılmış olan eski bir ordu hemşiresi, dolapta
çocuğunun sakladığı pis bezden gelen kötü kokuyu duyduğunda, aniden savaş alanında yaşadığı korku,
iğrenme ve panik karışımını yıllar sonra tekrar yaşamıştı. Amigdalanın acil durum ilan etmesi için
olayın birkaç yanının geçmişteki tehlikeye benzemesi yeterlidir. Buradaki sorun, kriz tepkisini
başlatacak güçteki duygu yüklü anıların geçersiz tepkileri de beraberinde getirebilmesidir. Yaşamın
ilk yıllarında, bebekle bakıcıları arasındaki ilişkiden kaynaklanan birçok güçlü duygusal anı da, bu
tür anlarda duygusal beynin şaşmasına katkıda bulunur. Bu, özellikle dayak ya da aşırı ihmal gibi
sarsıcı olaylar için geçerlidir. Yaşamın bu erken dönemlerinde, anlatılabilir anılardan sorumlu olan
hipokampus ve akılcı düşüncenin kaynağı neokorteks gibi diğer beyin yapıları henüz tam olarak
gelişmemiştir. Bellek işinde, amigdalayla hipokampus birlikte çalışırlar; her biri kendi özel bilgisini
bağımsız olarak depolar ve bulup çıkarır. Hipokampus bilgiyi ortaya çıkarırken, amigdala o bilginin
duygusal bir değerinin olup olmadığını belirler. Bebeğin beyninde hızla olgunlaşan amigdala, doğum
anında son şekline çok yakın durumdadır.
LeDoux amigdalanın rolüne dönerek, psikanalitik düşüncenin uzun süredir temeli olan bir ilkeyi
destekliyor. Bu ilkeye göre yaşamın ilk yıllarındaki etkileşimler, bebekle bakıcıları arasındaki uyum
ve uyumsuzlardan kaynaklanan bir dizi duygusal ders çıkarır ortaya.
21LeDoux’ya göre bu duygusal
dersler son derece güçlü ve yetişkinliğin bakış açısından da anlaşılması bir o kadar zordur, çünkü
bunlar duygusal yaşamın sözsüz, kaba taslakları gibi, amigdalanın içinde depolanmıştır. Bu ilk
duygusal anılar bebeğin yaşadıklarını henüz dile getiremediği bir dönemde yerleştikleri için, ileride
çağrıştırıldıklarında bize hâkim olan tepkiyi ifade edecek geçmiştekine benzeyen bir düşünce kümesi
yoktur. Duygusal patlamalarımızın bizi o kadar şaşırtabilmesinin bir nedeni de, çoğu zaman, her şeyin
karmakarışık olduğu ve olayları anlayabilmemizi sağlayacak sözcüklerden henüz yoksun olduğumuz
erken bir dönemden kaynaklanmalarıdır. O karmaşık duygulara sahip olabiliriz, ama onları oluşturan
anıları ifade edecek sözcüklerimiz yoktur.
HIZLI VE DAĞINIK DUYGULAR
Kocaman bir şey yatak odamın uzak bir köşesinden tavanı delip geçerek tavan arasındaki eşyaları
odaya döktüğünde, saat sabahın üçü gibiydi. Tüm tavanın çökebileceği korkusuyla bir saniye içinde
yataktan fırlayıp koşarak dışarı çıktım. Kendimi güvende hissedip bu hasara neyin sebep olduğunu
anlamak için yatak odama bir göz attığımda, tavan çökmesi sandığım gürültünün, karımın dolabını
düzelttikten sonra odanın bir köşesine üst üste yığdığı kutuların düşmesinden geldiğini anladım. Tavan
arasından düşen bir şey yoktu, aslında tavan arası da yoktu. Tavan da, ben de gayet sağlamdık.
Tavan gerçekten çökseydi beni yaralanmaktan koruyabilecek olan yarı uykulu bir halde yataktan
fırlayışım, daha neokorteks olayın ne olduğunu tam olarak kaydedemeden önceki hayati anlarda,
amigdalanın acil durumlarda bizi hemen harekete geçiren gücünü sergiliyor. Gözden ya da kulaktan
talamusa, oradan da amigdalaya uzanan acil durum hattı büyük önem taşır; anında tepki verilmesi
gereken acil durumlarda zaman kazandırır. Ancak talamustan amigdalaya uzanan bu devre, duyulardan
gelen mesajların ancak küçük bir bölümünü taşır ve çoğunluk esas yoldan neokortekse ulaşır. Bu
ekspres yol aracılığıyla amigdalaya kaydedilen, sadece uyarı niteliğinde bir sinyaldir. LeDoux’nun
dediği gibi, “Bir şeyin tehlikeli olabileceğini anlamamız için, tam olarak ne olduğunu bilmemiz
gerekmez.”
22
Saniyenin birkaç binde biri olarak hesaplanan beyin zamanında, bu dolaysız yol çok büyük bir
avantaj sağlar. Farelerdeki amigdala on iki mili saniye, yani saniyenin binde on ikisi gibi kısa bir
zaman içinde bir algıya tepki vermeye başlayabilir. Talamustan neokortekse, oradan da amigdalaya
ulaşan yol ise bunun yaklaşık iki katı uzunluktadır. Benzeri ölçümler insan beyninde henüz yapılmadı,
ama aşağı yukarı aynı oranın çıkacağı düşünülüyor.
Evrimsel bağlamda, bu dolaysız yolun hayatta kalmak açısından değeri çok büyüktü; çünkü tehlikeye
tepki gösterme süresini birkaç kritik milisaniye azaltan bir hızlı cevap seçeneği sunuyordu. Bu
milisaniyeler ilk memeli atalarımızın öyle çoğunun hayatını kurtarmış olmalı ki, şimdi benimki ve
sizinki de dahil olmak üzere her memelinin beyninde yer etmiş. İnsanlar için bu devrenin önemi
duygusal krizlerle sınırlıdır; oysa hayatta kalmaları sürekli av peşinde koşmaya ya da avcıdan
korunmaya bağlı olan kuşlar, balıklar ve sürüngenlerin neredeyse tüm zihinsel yaşamı, bunun etrafında
dönmektedir. LeDoux’nun dediğine göre, “Memelilerdeki bu ilkel, gelişmemiş beyin sistemi, memesiz
hayvanlarda esas beyin sistemidir. Duygulara çok çabuk tepki vermeyi sağlar. Bu hızlı ama kaba bir
süreçtir, çünkü hücreler çabuk ama hassas olmayan bir biçimde çalışmaktadır.”
Bu hassasiyet eksikliği bir sincap için fazla önemli olmayabilir, çünkü güvenliğini tehlikeye
atmayacak yönde işler. Yaklaşan bir düşman belirtisi olabilecek en ufak bir işareti alır almaz
kaçarken, yenilebilir gibi görünen en ufak bir şeyin üstüne atlayacaktır. Ancak insanın duygusal
yaşamında bu hassasiyet eksikliği ilişkilerimizin feci şekilde sonuçlanmasına yol açabilir, çünkü
mecazi anlamda yanlış şeyin –ya da insanın– üstüne atlayabilir veya ondan kaçabiliriz. (Örneğin, eski
kocasının kendisini terk etmesine neden olan kıvırcık kızıl saçlı kadını gördüğünü sanıp, üstünde altı
kişinin yemeği bulunan tepsiyi düşüren garson kızın halini bir düşünün.)
Böylesi gelişmemiş duygusal hataların temelinde, duygunun düşünceden önce gelmesi yatar. LeDoux
buna “biliş öncesi duygu” diyor ki bu, tam olarak sınıflandırılıp tanınan bir nesne olarak
bütünleştirilmemiş duyusal bilgi parçacıklarına dayanan bir tepkidir. Duyusal bilginin çok ham bir
biçimidir. Sinirsel bağlamda, “Bu parçanın adını söyleyin” oyunu gibidir; yalnızca birkaç notadan
melodiyi pat diye çıkarmak yerine, bütün bir algılayış ilk birkaç belirsiz parçaya dayanarak
oluşmaktadır. Amigdala, önemli bir duyusal modelin ortaya çıktığını hissederse hemen sonuca atlar
ve onu destekleyecek bulgulara bakmaksızın ya da hiçbir teyit olmaksızın tepkilerini başlatır.
Daha fevri duygularımızın derinliklerine çok az nüfuz edebilmemize şaşmamalıyız; özellikle de
onlara esir olduğumuz anlarda. Amigdala, korkunç bir öfke ya da korku nöbeti sırasında daha korteks
ne olduğunu anlayamadan tepki verebilir; çünkü bu ham duygular, düşünceden önce ve bağımsız bir
şekilde harekete geçirilir.
DUYGUSAL YÖNETİCİ
Bir dostumun altı yaşındaki kızı Jessica ilk defa bir oyun arkadaşının evinde kalıyordu ve annenin
mi, yoksa kızının mı daha sinirli olduğu belli değildi. Hissettiği yoğun kaygıyı Jessica’ya belli
etmemeye çalışan annenin gerginliği, gece yarısı yatmaya hazırlanırken çalan telefon sesiyle doruğa
ulaştı. Diş fırçasını elinden düşürerek telefona koştu; kalbi gümbürdüyor, gözünün önüne Jessica’nın
korkunç sıkıntılar içinde olduğu görüntüler geliyordu.
Anne ahizeyi kapar kapmaz, “Jessica!” diye bağırdı. Karşılığında, “Sanırım yanlış numara...” diyen
bir kadın sesi duydu. O anda anne kendini toparladı ve kibar, ölçülü bir şekilde, “Hangi numarayı
aramıştınız?” dedi.
Amigdala, kaygılı, fevri bir tepkiyi başlatırken, beynin diğer bir kısmı daha uygun bir tepkiye
olanak verir. Beynin, amigdalanın ani hamlelerine karşı bir tampon vazifesi gören şalteri, neokortekse
giden ana devrenin diğer ucunda, alnın tam arkasındaki prefrontal loblarda bulunur. Prefrontal korteks
korku veya öfke anlarında devreye girer; ancak, karşılaşılan durumu daha etkili bir şekilde idare
edebilmek için, ya da telefondaki kaygılı anne örneğinde olduğu gibi, durumun yeniden
değerlendirilmesi sonucu tamamen farklı bir tepki gerektiğinde, hisleri bastırır ya da kontrol eder.
Beynin neokortekse ait bu alanı, amigdala ve diğer limbik alanları yumuşatarak duygusal
dürtülerimize daha analitik ya da uygun tepkiler getirir.
Normal hallerde, başlangıçtan itibaren prefrontal bölgeler duygusal tepkilerimizi yönetir.
Hatırlayacağınız gibi, duyusal bilgilerin büyük bir kısmı talamustan sonra amigdalaya değil, bu
bilgileri alıp bir anlam çıkarması için neokorteks ve onun birçok merkezine ulaşır; bu bilgi ve bizim
buna tepkimiz, duygusal hareketlerimizi bir hedefe yönelik olarak planlama ve örgütleme yeri olan
prefrontal loblar tarafından koordine edilir. Kademeli bir devreler zinciri bilgiyi neokortekse
kaydeder, analiz eder ve anlayarak prefrontal loblar aracılığıyla bir tepkiyi düzenler. Eğer duygusal
bir tepki gerekiyorsa, prefrontal loblar, amigdala ve duygusal beyindeki diğer devrelerle el ele
çalışarak bu tepkiyi oluşturur.
Bu işlem dizisi, acil duygusal durumlar hariç, duygusal tepkilerde basireti devreye sokan standart
düzenlemedir. Bir duygu uyarıldığında, bir an içinde prefrontal loblar sayısız olası tepkinin yararzarar
hesabını yaparak en iyi tepkiye karar verir.
23Hayvanlar için bu, ne zaman saldırıp ne zaman
kaçacaklarını belirleyen bir tepkidir. İnsanlar için ise ne zaman saldırıp ne zaman kaçacağı –ayrıca ne
zaman yatıştıracağı, ikna edeceği, sempati arayacağı, araya duvar öreceği, suçluluk hissi
uyandıracağı, sızlanacağı, hava atacağı, tepeden bakacağı, vb. gibi duygusal oyunlar repertuarının
tümünü kapsar.
Daha çok sinirsel devre işin içine girdiğinde, neokorteksin tepkileri korsan mekanizmadan beyin
zamanı olarak daha yavaştır. Duygunun önüne daha çok düşünce geçtiği için, aynı zamanda daha
basiretli ve anlayışlıdır. Bir kayba uğrayıp üzüldüğümüzde, bir başarıya sevindiğimizde, birinin
dediği, yaptığı bir şeye kafayı takıp incindiğimiz ya da kızdığımızda, neokorteks iş başında demektir.
Tıpkı amigdala gibi, prefrontal loblar da olmasaydı duygusal hayatın büyük kısmı olmazdı; bir
durumun duygusal bir tepki gerektirdiği anlaşılamayınca, öyle bir tepki de olmazdı. Prefrontal
lobların duygular üzerindeki bu rolü, aslında, nörologların 1940’ların başında vahim ve yanlış
yönlendirilmiş bir ameliyat olan prefrontal lobotomiyle ruh hastalıklarını (çoğu zaman özensiz bir
biçimde) tedavi etmeye başlamasından beri tahmin ediliyordu. Prefrontal lobların alınması veya
prefrontal korteks ile alt beyin arasındaki bağlantıların kesilmesi demek olan bu cerrahi tedavi
yöntemi, ruhsal rahatsızlıklara karşı etkili ilaçların ortaya çıkmasından önce ciddi duygusal
sıkıntıların tek çözümü olarak görülüyordu; prefrontal loblar ile beynin geri kalan kısmının
bağlantıları kesilince, hastalar “rahatlıyordu”. Ne yazık ki bunun bedeli birçok hastanın duygusal
yaşamının da yok olup gitmesiydi. Ana devre, yok ediliyordu.
Duygusal korsanlıkların iki dinamiği olması gerekir: bunlardan biri, amigdalanın harekete
geçirilmesi ve genellikle duygusal tepkileri dengede tutan neokorteks süreçlerinin başlatılamaması,
ya da acil duygusal durumlarda neokorteks bölgelerinin devreye sokulmamasıdır.
24Böyle anlarda
duygusal zihin akılcı zihni bastırır. Prefrontal korteksin eylemden önce tepkileri tartarak duyguları
verimli bir biçimde yönetebilmesi, aynen bir annenin fevri çocuğuna bir şeyi kapıp almak yerine
usulünce istemeyi (ya da beklemeyi) öğretmesi gibi, amigdalanın ve diğer limbik merkezlerin
gönderdiği sinyalleri hafifletmesiyle mümkün olur.
25
Sıkıntı veren duygular için kapama şalteri, sol prefrontal lobdur. Frontal lobları kısmen hasar
görmüş hastaların ruh halini inceleyen nörologların bulguları, sol frontal lobun bir sinirsel termostat
gibi çalışıp hoş olmayan duyguları düzenlediğini göstermektedir. Sağ prefrontal loblar ise korku ve
öfke gibi olumsuz duyguların yeridir. Sol loblar, sağ lobları bastırarak bu kaba duyguları kontrol
eder.
26Örneğin bir grup inmeli hasta içinde sol prefrontal korteksi hasarlı olanlar feci kaygı ve
korkularla uğraşırken, hasarı sağ tarafta olanlar “beklenmedik ölçüde mutlu”ydular. Bunlar nörolojik
muayeneler sırasında şaka yapıp, testlerdeki başarı düzeylerini umursamayacak kadar rahat
olabiliyorlardı.
27Bir de mutlu koca vakası vardı. Beyin anormalleşmesi yüzünden sağ prefrontal
lobunun bir kısmı ameliyatla alınmış olan bu adamın karısı; ameliyat sonrasında kocasının kişiliğinde
büyük değişiklikler olduğunu, daha zor sinirlenen –ve memnuniyetle ekleyerek– çok daha şefkatli
birisi haline geldiğini doktorlara anlattı.
28
Kısacası, sol prefrontal lob, çok güçlü olmadıkları sürece olumsuz duygu akımlarını kesebilen ya da
en azından hafifletebilen bir sinir devresinin parçası gibi gözüküyor. Amigdala acil durumlarda
devreye girer dediğimiz gibi, sol prefrontal lobun da, beyindeki rahatsız edici duyguları kapama
şalteri olduğunu söyleyebiliriz: Yani amigdala öneri gönderir, prefrontal lob tasfiye eder. Bu
prefrontal-limbik bağlantıların rolü duygulara ince ayar yapmanın çok ötesinde, zihinsel yaşamımız
açısından da hayati bir öneme sahiptir; hayatta ilerlerken vereceğimiz en önemli kararlarda yönümüzü
belirlememiz için bunlar mutlaka gereklidir.
DUYGU VE DÜŞÜNCENİN UYUMU
Amigdala (ve ilgili limbik yapılar) ile neokorteks arasındaki bağlantılar, zihin ve kalp, düşünce ve
duygu arasındaki savaşların ya da işbirlikçi antlaşmaların ana terminalidir. Bu devreler bize, etkili
düşünmede, hem akıllıca kararlar vermek hem de zihin açıklığı bakımından, duygunun önemini
gösterir.
Duyguların düşünmeyi engelleyen gücünü düşünün. Nörologlar, satın alacağınız bir evde aradığınız
ideal özellikler ya da bir sınavdaki muhakeme probleminin unsurları gibi, bir işi ya da sorunu
halledebilmek için gerekli verileri akılda tutma yeteneğine “işleyen bellek” diyorlar. Prefrontal
korteks işleyen bellekten sorumlu beyin bölgesidir.
29Ancak limbik beyinden prefrontal loblara giden
devreler, kaygı, öfke ve benzeri kuvvetli duygu sinyallerinin sinirsel statik yaratabilmesine olanak
verir; bu da prefrontal lobun işleyen belleği koruma yeteneğini köreltir. Bu yüzden duygusal bakımdan
altüst olduğumuzda, “doğru dürüst düşünemiyorum” deriz; ve duygusal sıkıntıların sürüp gitmesi
çocuğun entelektüel yeteneklerini azaltarak, öğrenme yetisini felce uğratır.
Bu entelektüel eksiklik, eğer belirgin değilse, IQ testlerinde ortaya çıkmayabilir, ancak daha hassas
nöropsikolojik ölçümlerde ya da çocuğun devamlı aşırı tedirgin olmasından ve fevri hareket
etmesinden anlaşılabilir. Örneğin bir çalışmada, ortalamanın üstünde bir IQ puanı almış, ancak okul
durumu iyi olmayan ilkokul çağındaki erkek çocuklara yapılan nöropsikolojik testler sonucunda,
frontal kortekslerinde işlev bozukluğu saptanmıştır.
30Bu çocuklar aynı zamanda fevri ve kaygılıydı;
çoğu zaman bozgunculuk yapıyor ve başları derde giriyordu. Bu da, limbik dürtülere karşı prefrontal
kontrolün eksik olduğunu gösteriyordu. Entelektüel potansiyellerine rağmen bu tür çocuklar akademik
başarısızlık, alkolizm ve suç işleme gibi sorunlar açısından yüksek risk grubundadır. Bunun nedeni
zekâlarındaki bir eksiklik değil, duygusal yaşamlarını kontrol etme yeteneklerinin bozulmuş
olmasıdır. IQ testlerinde erişilen korteks bölgelerinden çok ayrı bir noktada olan duygusal beyin, hem
öfkeyi hem de şefkati kontrol eder. Bu duygusal devreleri çocukluk dönemi boyunca edinilen
deneyimler şekillendirir; biz ise bu deneyimleri tamamen oluruna bırakarak kendimizi riske atıyoruz.
En “akılcı” kararlarda bile duyguların rolünü bir düşünün. Çalışmalarıyla zihinsel yaşamın
anlaşılmasına çok büyük katkılarda bulunan Dr. Antonio Damasio,
*
prefrontal-amigdala devresi hasar
görmüş hastalarda neyin bozulduğunu inceleyen özenli araştırmalar yapmıştır.
31Bu kişilerin karar
verme yetileri büyük ölçüde yetersizleşmiş olsa da, zekâ katsayılarında ya da diğer herhangi bir
bilişsel yetilerinde hiçbir bozulma görülmüyor. Bunlar sağlam bir zekâya sahip olmalarına rağmen iş
ve kişisel hayatlarında çok kötü seçimler yapabiliyor ve hatta bir randevu için tarih saptama gibi
basit bir kararda bile sonsuza dek takılıp kalabiliyorlar.
Dr. Damasio, bu kadar kötü karar vermelerini, duygusal bilgi haznelerine erişimlerinin
kaybolmasına bağlıyor. Düşünce ve duygunun buluştuğu nokta olan prefrontal-amigdala devresi,
yaşamımız boyunca hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeylere ilişkin bilgilerin haznesini açan tek
anahtardır. Amigdaladaki duygusal bellekle bağ kopuksa, neokorteks neyin üzerinde düşünüp taşınırsa
taşınsın, geçmişte onunla bağlantılı olan duygusal tepkileri başlatamaz; her şey belirsiz bir
tarafsızlığa bürünür. İster sevilen bir hayvan, ister hiç hoşlanılmayan bir tanıdık olsun, dürtüler artık
ne yakınlaşma ne de uzaklaşmaya yol açar; bu hastalar bu tür duygusal derslerin hepsini “unutmuştur”,
çünkü amigdalada depolandıkları yere artık erişememektedir.
Bu tür bulgular Dr. Damasio’yu, sezgilerimize ters gelse de, hislerin akıllıca kararlar alabilmek için
vazgeçilmez olduğu kanısına götürmüştür; hisler bize doğru yönü gösterir, ondan sonra kuru mantık işe
yarar. Yaşam bizi çok çeşitli seçimlerle baş başa bırakır (Emeklilik tazminatını nereye yatırmalısın?
Kiminle evlenmelisin? gibi) ve hayat boyunca duygusal öğrenimle edinilenler (felaketle sonuçlanan
bir yatırımın anısı veya acı bir ayrılık), başlangıçta bazı seçenekleri eleyip bazılarını öne çıkararak
kararı şekillendirecek sinyaller verdirir. Dr. Damasio’ya göre, bu şekilde duygusal beyin, muhakeme
alanında düşünen beyin kadar işe karışır.
Demek ki, duygular mantıklı olmak için gereklidir. Duygu ile düşüncenin dansında, duygusal yetenek
akılcı zihinle el ele verip düşüncenin kendisini devreye sokarak –veya devreden çıkararak–
kararlarımızı her an yönlendirir. Benzer şekilde, düşünen beyin, duyguların kontrolden çıkıp duygusal
beynin dolu dizgin gittiği anlar hariç, duyguları idare eder.
Bir bakıma, akılcı ve duygusal olmak üzere, iki beynimiz, iki zihnimiz ve iki farklı türden zekâmız
var demektir. Hayatı nasıl yaşadığımız her ikisi tarafından belirlenir – sadece IQ değil, duygusal
zekâ da önemlidir. Aslında akıl, duygusal zekâ olmadan tam verimli çalışamaz. Normal koşullarda,
limbik sistemle neokorteksin, amigdalayla prefrontal lobların birbirini tamamlaması, zihinsel
yaşamda her birinin ötekine eşlik etmesi anlamına gelir. Bu eşler iyi bir etkileşim içerisinde oldukları
sürece duygusal zekâ entelektüel yetenekle birlikte yükselir.
Bu, eskiden beri akıl ile duygular arasında varolduğuna inanılan çelişki kavramını baş aşağı ediyor:
Biz, Erasmus gibi duygunun yerine aklı koymaya değil, ikisi arasındaki akıllı dengeyi bulmaya
çalışıyoruz. Eski paradigma, duyguların çekiminden bağımsız bir akıl idealini içeriyordu. Yeni
paradigma ise zihinle kalbin uyumunu sağlamaya zorluyor bizi. Yaşamımızda bunu iyi yapmak için,
öncelikle duyguları zekice kullanmanın ne demek olduğunu daha iyi anlamamız gerekiyor.
13 Hiçbir şey hissetmeyen adam vakası R. Joseph’in a.g.e, s.83’te anlatılmıştır. Öte yandan, amigdalası olmayan kişilerde bazı duygu
kalıntıları olabilir (bkz. Paul Ekman ve Richard Davidson, derl., Questions About Emotion. New York: Oxford University Press, 1994).
Farklı bulgular amigdalanın ve ilgili devrelerin tam olarak hangi kısımlarının eksik olduğuyla ilgili olabilir; duygunun detaylı nörolojisi
konusunda son söz henüz söylenmiş değildir.
14 Pek çok nörolog gibi LeDoux da, örneğin farenin beynindeki belirli lezyonların onun davranışlarını nasıl değiştirdiğini araştırarak; özenle
tek tek nöronların takip ettiği yolları izleyerek; ameliyatla beyinlerinde değişiklik yapılmış farelerde korku şartlandırması için incelikli
deneyler düzenleyerek çeşitli düzeylerde çalışmalar yapmaktadır. Onun ve burada adı geçen diğerlerinin bulguları nöroloji araştırmalarının
ön saflarında yer almakla beraber; özellikle duygusal hayatımızı açıklama çabasıyla elde edilen verilerden çıkarıldığı görülen anlamlar söz
konusu olduğunda, biraz spekülatif kalmaktadır. Ancak LeDoux’nun çalışması; duyguların sinirsel altyapılarını düzenli olarak ortaya koyan
çeşitli nörologların, bu doğrultuda gittikçe artan ve aynı yöndeki bulguları tarafından desteklenmektedir. Bkz. örneğin, Joseph LeDoux,
“Sensory Systems and Emotion,” Integrative Psychiatry, sayı 4, yıl 1986; Joseph LeDoux, “Emotion and the Limbic System Concept,”
Concepts in Neuroscience, sayı 2, yıl 1992.
15 Limbik sistemin beynin duygu merkezi olduğu fikri kırk yıldan fazla bir süre önce nörolog Paul MacLean tarafından ortaya atılmıştır.
Son yıllarda LeDoux’nunki gibi keşifler, limbik sistem kavramını daha açıklığa kavuşturarak hipokampus gibi bazı merkezî yapılarının
duygularla bağlantısının dolaylı olduğunu, beynin diğer kısımlarını amigdalaya bağlayan devrelerin –özellikle de prefrontal lobların– ise daha
merkezî bir konumda olduğunu göstermiştir. Bunun ötesinde, her duygunun belirli beyin alanlarıyla bağlantılı olabileceği, giderek
yaygınlaşan bir anlayıştır. En yeni düşünce, açık seçik tanımlanmış tek bir “duygusal beyin” olmadığı; bunun yerine belirli bir duygunun
düzenlenmesini beynin birbirinden uzak, fakat eş güdümlü kısımlarına dağıtan birkaç devre sistemi bulunduğu yönündedir. Nörologlar,
duyguların beyin haritası tamamlandığında, her temel duygunun bir topografisi, duygunun özgül niteliklerini belirleyen nöron yollarının
ayrıntılı bir haritası olacağını tahmin etmekteler. Ancak bu devrelerin birçoğu ya da çoğunluğunun; sistemin amigdala ve prefrontal korteks
gibi kilit kavşaklarında birbiriyle bağlantısı olduğu sanılmaktadır. Bkz. Joseph LeDoux, “Emotional Memory Systems in the Brain,”
Behavioral and Brain Research, sayı 58, yıl 1993.
16 Farklı korku düzeylerinin beyin devreleri: Bu analiz Jerome Kagan’ın Galen’s Prophecy (New York: Basic Books, 1994) adlı
eserindeki mükemmelsentezine dayanmaktadır.
17 Ben Joseph LeDoux’nun araştırması hakkında, 15 Ağustos 1989’da New York Times’da bir yazı yazdım. Bu bölümdeki tartışma da
onunla yapılan görüşmelere ve birkaç makalesine dayanmaktadır. Joseph LeDoux, “Emotional Memory Systems in the Brain,”
Behavioural Brain Research, sayı 58, yıl 1993; Joseph LeDoux, “Emotion, Memory and the Brain,” Scientific American, Haziran
sayısı, 1994; Joseph LeDoux, “Emotion and the Limbic System Concept,” Concepts in Neuroscience, sayı 2, yıl 1992, bunlar arasındadır.
18 Bilinçaltı tercihler: William Raft Kunst-Wilson ve R.B. Zajonc, “Affective Discrimination of Stimuli That Cannot Be Recognized,”
Science (1 Şubat 1980).
19 Bilinçaltı kanılar:John A. Bargh, “First Second: The Preconscious in Social Interactions,” Amerikan Psikoloji Derneği’nin Washington,
DC’deki (Haziran 1994) toplantısında sunulmuştur.
20 Duygusal bellek: Larry Cahill ve bşk. “Beta-adrenergic activation and memory for emotional events,” Nature (20 Ekim 1994).
21 Psikanalitik kuram ve beynin olgunlaşması: beynin olgunlaşmasının ilk yılları ve duygusalsonuçlarının en ayrıntılı tartışması Allan
Schore’un, Affect Regulation and the Origin of Self (Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum Associates, 1994) adlı kitabındadır.
22 Ne olduğunu bilmesen de tehlikeli: LeDoux’dan “How Scary Things Get That Way,” Science (6 Kasım 1992), s.887’de yapılan bir
alıntı.
23 Neokorteksin duygusal tepkiye hassas ayar yapması konusundaki bu spekülasyonun büyük bir kısmı Ned Kalin’in a.g.e.’inden
gelmektedir.
24 Sinir anatomisine yakından bakılırsa prefrontal lobların duyguları nasıl yönettiği görülür. Bir çok delil, prefrontal korteksin bir kesiminin,
bir duygusal tepkinin içerdiği birçok veya tüm kortikal devrelerin birçoğu ya da tümünün buluştuğu yer olduğunu göstermektedir.
İnsanlarda neokorteks ve amigdala arasındaki en güçlü bağlantılar sol prefrontal loba ve frontal lobun altında, yan tarafta bulunan
temporal loba uzanırlar (temporal lob bir nesnenin tanımlanmasında hayati rol oynar). Her iki bağlantı da tek bir uzantının içerisinde
gerçekleşir ve hızlı ve güçlü bir yolun, bir sanalsinir otoyolunun varlığını işaret eder. Amigdala ve prefrontal korteks arasındaki tek nöron
uzantısı orbitofrontal korteks denilen bir alana gider. Bu alan, duygusal tepkilerin ortasındayken ve düzeltmeler yapıyorsak, tepkilerimizi
tartmakta en önemli yer olarak görülmektedir.
Orbitofrontal korteks hem amigdaladan sinyalleri alır, hem de limbik beynin her yerinde kendine ait karmaşık, yaygın bir uzantı ağı vardır.
Bu ağ vasıtasıyla, duygusal tepkilerin düzenlenmesinde bir rol oynar; bu arada limbik sistemden korteksin diğer alanlarına erişen
sinyalleri bastırarak, bu sinyallerin sinirsel aciliyetini azaltır. Orbitofrontal korteksin limbik beyinde bağlantıları o kadar yaygındır ki bazı
sinir anatomistleri bunu bir çeşit “limbik korteks” –duygusal beynin düşünen kısmı– olarak adlandırmışlardır. Bkz. Ned Kalin, Wisconsin
Üniversitesi Psikoloji ve Psikiyatri Bölümleri, “Aspects of Emotion Conserved Across Species,” Mac Arthur Duygusal Sinirbilim
Toplantısı, (1992 Kasım için hazırlanmış, yayınlanmamış metin; ve Allan Schore, Affect Regulation and the Origin of Self (Hillsdale,
NJ: Lawrence Erlbaum Associates, 1994).
Amigdala ve prefrontal korteks arasında sadece yapısal bir köprü değil, her zamanki gibi biokimyasal bir köprü de vardır; hem prefrontal
korteksin ventromedyal kısmı, hem de amigdala, bir sinirsel aktarıcı olan serotonin alıcıları bakımından hayli zengindir. Bu beyin kimyasalı,
diğer şeylerin yanısıra, işbirliğini de başlatmaktadır: Prefrontal-amigdala devresinde fazlasıyla yüksek yoğunlukta serotonin alıcıları olan
maymunlar, “iyisosyal uyum” gösterirken, düşük konsantrasyona sahip olanlar saldırgan ve düşmanca davranırlar. Bkz. Antonio Damasio,
Descartes’Error (New York: Grosset/Putnam, 1994) –Descartes’ın Yanılgısı, Çev.: Bahar Atlamaz, İstanbul: Varlık Yayınları, 1998.
25 Hayvanların incelenmesişunu göstermektedir: Prefrontal loblardaki alanlarda zedelenme olup, artık limbik alandan gelen duygusal
sinyallerin modülasyonu olanaksızlaşınca, hayvanlar dengesizleşmekte, fevri ve tahmin edilemez bir biçimde ya öfke patlamaları
yaşamakta da korkudan sinmektedirler. Rus nöropsikoloğu A. R. Luria’nın ta 1930’larda öne sürdüğü gibi, prefrontal korteks özdenetimi
ve duygusal patlamanın sınırlandırılmasınısağlamakta anahtar rolü oynar; Luria, beyinlerinin bu kesimi zarar görmüş olan hastaların
dürtüsel korku ve öfke nöbetlerine yatkın olduklarını kaydetmiştir. Bir tutkunun hararetiyle, fevri cinayetler işlemekten hüküm giymiş iki
düzine kadın ve erkeğin beyinleri PET tarayıcısıyla görüntülenerek yapılan bir çalışmada; prefrontal korteksin yine bu kısımlarındaki genel
faaliyet düzeyinin normalden çok düşük olduğu saptanmıştır.
26 Lobları zedelenmiş olan fareler üzerine yapılmış esas araştırmanın bir kısmı Connecticut Üniversitesi’nden psikolog Victor Dennenberg
tarafından gerçekleştirilmiştir.
27 Sol yarım küre zedelenmeleri ve neşe: G. Gianotti, “Emotional behavior and hemispheric side of lesion,” Cortex, sayı 8, yıl 1972.
28 Daha mutlu görünen inmeli hasta vakası, Florida Üniversitesi Nöroloji Bölümü’nden Mary K. Morris tarafından 13-16 Şubat, 1991’de
San Antonio’daki Uluslararası Nörofizyoloji Derneği Toplantısı’nda sunulmuştur.
29 Prefrontal korteks ve işleyen bellek: Lynn D. Selemon ve bşk., “Prefrontal Cortex”, American Journal of Psychiatry, sayı 152, yıl
1995.
30 Yanlış frontal loblar: Philip Harden ve Robert Pihl, “Cognitive Function, Cardiovascular Reactivity, and Behavior in Boys at High Risk
for Alcoholism,” Journal of Abnormal Psychology, sayı 104, yıl 1995.
31 Prefrontal korteks: Antonio Damasio, y.a.g.e.
İKİNCİ BÖLÜM-DUYGUSAL ZEKÂNIN DOĞASI
3-Akıllı Kişi Aptallık Yaptığında
Lise fizik hocası David Pologruto’nun, yıldız öğrencilerinden biri tarafından neden bıçaklandığı hâlâ
tam olarak açıklığa kavuşmadı. Anlatıldığı kadarıyla, olay şöyle olmuştu:
H. Jason, Florida’nın Coral Springs kentindeki bir lisenin, sürekli tam not alan 3. sınıf
öğrencilerinden biriydi ve tıp okuluna gitmeyi aklına koymuştu. Öyle herhangi bir tıp okulu değil,
Harvard’ın hayalini kurmaktaydı. Fakat fizik hocası Pologruto, bir sınavda kendisine 80 verdi. Jason,
“B” düzeyindeki notun hayallerini tehlikeye attığı düşüncesiyle okula bir et bıçağı getirerek fizik
laboratuarında Pologruto’yla yaptığı tartışma sırasında hocasını köprücük kemiğinden bıçakladıktan
sonra, etkisiz hale getirildi.
Onun olay anında geçici bir çılgınlık geçirdiğine inanan bir yargıç, Jason’ı suçsuz buldu. Dört
psikolog ve psikiyatrdan oluşan bir heyet ise kavga esnasında Jason’ın ruhsal açıdan dengesiz
olduğuna dair yeminli ifade verdi. Jason, bu sınav notu yüzünden kendini öldürmeyi planladığını ve
Pologruto’nun yanına da bunu söylemek için gittiğini söyledi. Pologruto’nun ifadesiyse tamamen
farklıydı: Kötü not yüzünden deliye dönen Jason, resmen işini bitirmek istemişti.
Özel bir okula geçen Jason iki yıl içerisinde sınıf birinciliğiyle mezun oldu. Normal sınıflarda 4.0
ortalamasıyla tam not A’dır, ancak Jason yeterli sayıda ileri düzeyde ders alıp ortalamasını 4.614
yaparak ‘A+’yı da geçti. Jason okulunu şeref listesinin en başında bitirmiş olsa da, eski fizik hocası
David Pologruto, saldırıdan dolayı Jason’ın hiçbir zaman kendisinden özür dilemediğini veya
saldırının sorumluluğunu üstlenmediğini söyleyerek yakınıyordu.
1
Soru: Nasıl olur da, zekâ düzeyi bu kadar yüksek birisi böylesi akıl dışı –bu kadar aptalca– bir şey
yapabilmiştir? Yanıt: Akademik zekânın, duygusal yaşamla pek ilgisi yoktur. Aramızdaki en zeki
insanlar gem vuramadıkları tutkuların, söz geçiremedikleri dürtülerin esiri olabiliyor; yüksek IQ’lu
kişiler özel yaşamlarını hayret edilecek ölçüde kötü yönetebiliyor.
Psikolojinin açık sırlarından biri de, yaygın efsaneye karşın notların, IQ’nun ya da üniversite giriş
sınavı puanlarının hayatta kimin başarılı olacağına dair kusursuz bir tahmin sağlayamamasıdır. Bir
bütün olarak büyük gruplar açısından IQ ve yaşam koşulları arasında bir bağ bulunduğuna emin
olabiliriz: çok düşük IQ’lu birçok kişi işçilik ve benzeri işler yaparken, yüksek IQ’lular iyi para
kazandıkları işlere –her zaman olmasa da– giriyorlar.
Ancak IQ’nun kişinin gelecekteki başarısını belirlediğine ilişkin kuralın çok sayıda istisnası var;
hatta istisnaların sayısı kurala uyanlardan fazla da olabilir. IQ’nun hayattaki başarıya katkısı en fazla
yüzde yirmidir; geri kalan yüzde sekseni belirleyen başka etkenler vardır. Bir gözlemcinin de dediği
gibi, “Bir kişinin toplumda edindiği yeri, sonuçta IQ dışında kalan ve sosyal sınıftan şansa kadar
uzanan etkenler belirler.”
2
Richard Herrnstein ve Charles Murray, Bell Curve (Çan Eğrisi) başlıklı kitaplarında IQ’ya birinci
derecede bir önem atfetseler de, onlar bile durumu kabul edip şöyle diyorlar; “SAT
* üniversite giriş
sınavı matematik puanı 500 olan bir üniversite birinci sınıf öğrencisi, matematikçi olma hevesinden
vazgeçmelidir, ancak kendi işini kurmak, senatör olmak, milyonlarca dolar kazanmak istiyorsa,
vazgeçmesi için hiçbir sebep yoktur... Test puanıyla bu başarılar arasındaki ilişki, kişinin hayatta
ortaya koyacağı diğer özelliklerinin yanında çok önemsiz kalır.”
3
Benim ilgilendiğim, bu “diğer özellikler”in önemli bir kümesi olan duygusal zekâdır: Kendini
harekete geçirebilme, aksiliklere rağmen yoluna devam edebilme, dürtüleri kontrol ederek tatmini
erteleyebilme, ruh halini düzenleyebilme, sıkıntıların düşünmeyi engellemesine izin vermeme, kendini
başkasının yerine koyabilme ve umut besleme... Neredeyse yüz yıldır, yüz binlerce kişi üzerinde
yapılmış araştırmalara dayanan IQ’nun aksine, duygusal zekâ yeni bir kavramdır. Hayat yolunda,
kişiler arası farklılığın ne ölçüde bundan kaynaklandığı hakkında kesin bir şey söylemek henüz zor.
Ancak eldeki veriler, oldukça güçlü hatta zaman zaman IQ’dan da güçlü bir belirleyici olduğunu
gösteriyor. IQ’nun eğitim ve yaşam deneyimleriyle değişmeyeceğini öne sürenler de var; ancak ben,
hayati duygusal yetilerin –öğretmeye zahmet edersek– çocukken öğrenilip ve geliştirilebileceğini
Beşinci Bölüm’de göstereceğim.
DUYGUSAL ZEKÂ VE YAZGI
Amherst Üniversitesi’ndeki kendi arkadaşlarımdan birini hatırlıyorum. Okula girmeden önce başarı
testlerinden ve SAT’ta beş ayrı bölümden tam puan (800) almıştı. Ancak müthiş zekâsına rağmen
gününün büyük bir bölümünü orada burada takılarak, geç saatlere kadar dışarda kalarak, öğleye kadar
uyuyup dersleri kaçırarak geçirirdi. Okulu ancak on yılda bitirebildi.
Kabaca eşit umut vaat eden, eşit eğitime ve imkânlara sahip kişilerin farklı yazgılarını açıklamakta
da IQ’nun pek yardımı olduğu söylenemez. 1940’larda Harvard’tan mezun olan 95 öğrenci –o
zamanlar daha farklı düzeyde IQ’lara sahip kişiler bu tür Ivy League
*
okullarına girebiliyordu– orta
yaşlarına kadar takip edildiğinde, okul sınavlarında en yüksek puanları tutturan kişilerin, daha düşük
puanlı arkadaşlarına oranla maaş, verimlilik ve kendi alanlarındaki konumları açısından çok daha
başarılı olmadıkları gözlenmiştir. Üstelik, ne hayatlarından daha hoşnut, ne de arkadaş, aile ve aşk
ilişkilerinde daha mutluydular.
4
Orta yaşa kadar benzeri bir takip çalışması, Massachusetts’in Somerville kentinde yaşayan ve
birçoğu göçmen ailelerden olan 450 erkek çocuğuyla yapıldı. Bunların üçte ikisinin ailesi devletten
yardım alıyor ve Harvard’tan birkaç blok ötede sefil bir gecekondu mahallesinde yaşıyordu. Üçte
birinin IQ’su 90’ın altındaydı. Ancak yine iş ve özel hayatlarındaki başarıları ile IQ’larının pek az
ilintisi vardı; örneğin IQ’su 80’in altında olan erkeklerin yüzde 7’si on veya daha fazla yıl işsiz
kalmıştı; ancak aynı durum, IQ’su 100’den fazla olan erkeklerin yüzde 7’si için de geçerliydi. Gerçi
47 yaşında IQ ve sosyo ekonomik düzey arasında genel bir bağ olduğu doğrudur ve bu her zaman
böyledir. Ancak sıkıntılarla baş edebilme, duyguları kontrol edebilme, insanlarla anlaşabilme gibi,
çocukluk çağlarında elde edilen beceriler bu kişilerin hayatında daha etkiliydi.
5
Illinois eyaletindeki liselerden 1981’de mezun olan 81 sınıf birincisi ile sürdürülmekte olan
çalışmanın verilerine bir göz atalım. Tabii ki hemen hepsi okullarında en yüksek not ortalamalarına
sahipti. Başarılarını ve mükemmel notlar almayı üniversitede de sürdürmekle beraber, yirmili
yaşların sonlarında ancak ortalama bir başarı düzeyine erişmişlerdi. Liseden mezun olduktan on yıl
sonra ancak dördünden biri, aynı yaştan gençlerle kıyaslandığında, kendi seçtiği dalda en yüksek
başarı düzeyine ulaşmış, birçoğu çok daha az başarılı olmuştu.
Okul birincilerini izleyen araştırmacılardan biri olan, Boston Üniversitesi’nde eğitim veren
Profesör Karen Arnold ise durumu şöyle açıklıyor: “Sanıyorum ’itaatkârları’, yani sistem içinde nasıl
başarılı olunacağını bilenleri keşfettik. Okul birincileri de hepimiz gibi hayatta bir mücadele
içindedir. Bir insanın okul birincisi olduğunu bilmek, onun ancak notlarla ölçülen akademik alanda
çok başarılı olduğunu bilmek demektir. Hayatta karşılaşacakları şeylerle nasıl baş edebileceklerini
hiç bilemezsiniz.”
6
İşte sorun da burada: Akademik zekâ yaşamın getirebileceği değişiklikler veya imkânlara hazırlıklı
olmayı neredeyse hiç sağlayamıyor. Oysa yüksek IQ zenginliğin, saygının, ya da mutluluğun bir
garantisi olmadığı halde, okullarımız ve kültürümüz akademik becerilere takılıp kalarak, kişinin
geleceğini belirlemekte çok önemli rolü olan duygusal zekâ dediğimiz –bazıları karakter de
diyebilir– bir grup özelliği göz ardı ediyor. Duygusal yaşam, matematik ve okuma gibi daha çok ya da
az beceriyle yapılabilen ve kendine özgü yetenek gerektiren bir alandır. Eşit zekâya sahip iki kişiden
biri hayatta başarılı olurken, diğerinin nasıl çıkmaza girdiğini anlamak için, kişinin bu alanlarda ne
kadar yetenekli olduğunu bilmek çok önemlidir. Duygusal yetenek, bir meta-yetenektir; yani, ham
zekâ dahil, var olan diğer yeteneklerimizi ne kadar iyi kullanabileceğimizin belirleyicisidir.
Tabii hayatta başarıya ulaşmanın pek çok yolu ve değişik yetenekler gerektiren pek çok alan
bulunmaktadır. Bilgiye gitgide daha fazla dayanan toplumumuzda, teknik beceri bunlardan birisidir.
Bir çocuk şakası vardır: “Bir gerzek 15 yıl sonra ne olur?” Cevap: “Patron.” Üçüncü Bölüm’de de
göreceğimiz gibi iş yerinde gerzeklerin bile duygusal zekâya sahip olmaları onlara bir avantaj
kazandırmaktadır. Birçok bulgu gösteriyor ki, duygusal yetenek sahibi –kendi duygularını tanıyan ve
idare edebilen, başkalarının duygularını okuyup onlarla etkili bir şekilde başa çıkabilen– kişiler,
hayatın her alanında –gerek romantik, yakın ilişkilerde, gerekse kuruluş içi politik ilişkilerde başarıyı
belirleyen sözsüz kuralları kavrama becerisinde– avantajlıdırlar. İyi gelişmiş duygusal becerilere
sahip kişiler yaşamlarını daha doyumlu ve etkili bir şekilde sürdürerek, kendi verimliliklerini
besleyecek zihinsel alışkanlıkları edinebilir; duygusal hayatını bir şekilde kontrol altına alamayan
kişiler ise, kendi içlerinde, işe odaklanıp açıkça düşünmelerini sağlayacak yetenekleri baltalayan
savaşlar verir.
BAŞKA TÜR BİR ZEKÂ
Dört yaşındaki Judy rasgele gözlem yapan birisine, daha hareketli arkadaşları arasında köşede
kalmış gibi görünebilir. Oyun zamanı olayın dışında kalır; kendini ortaya atmaz, kenardadır. Ancak
Judy aslında okul öncesi sınıfındaki çocuklar arasındaki politik ilişkilerin çok keskin bir gözlemcisi,
belki de diğerlerinin duygusal dalgalanmalarını sezmek açısından arkadaşları arasında en ileride
olanıdır.
Öğretmen, dört yaşındaki grubu Sınıf Oyunu denen ve sosyal algılama yeteneğini sınayan bir oyunu
oynatmak için bir araya getirene dek, Judy’nin bilgiçliği ortaya çıkmaz. Bu oyunda, Judy’nin kendi
okul öncesi sınıfının bir minyatür kopyası içinde, başları öğrenci ve öğretmenlerin fotoğraflarından
oluşan çöp figürler yer almaktadır. Judy’nin hocası ondan, kız ve erkekleri oda içinde oynamayı en
çok sevdikleri yere –resim köşesi, kutu oyunları köşesi gibi– koymasını istediğinde, Judy bunu hiç
hatasız yapabilmektedir. Ve yine Judy’den kızları ve erkekleri birlikte oynamayı en çok sevdikleri
arkadaşlarıyla eşleştirmesi istendiğinde, tüm sınıftaki en iyi arkadaşları eşleştirebildiğini
göstermektedir.
Judy’nin isabetliliği, sınıfındaki sosyal ilişkiler ağının mükemmel bir haritasını çıkarmış olduğunu
gösteriyor. Bu dört yaşındaki birisi için olağandışı bir algılama yeteneğidir. Gelecekteki hayatında
Judy’yi satış, yöneticilik, diplomasi gibi “insan ilişkileri becerisi”nin önemli olduğu alanlarda
yıldızlaştırabilecek bir yetenektir.
Judy, Tufts Üniversitesi kampusunda Spektrum Projesi’nin geliştirildiği Eliot-Pearson Ana
Okulu’nun bir öğrencisi olduğu için, parlak sosyal zekâsı bu kadar erken bir yaşta saptanabilmiştir.
Bu proje değişik türlerde zekâyı bilinçli olarak geliştirmek amacıyla hazırlanmış bir müfredatı
kapsamaktadır. Spektrum Projesi, insanın yetenek repertuarının okulların geleneksel olarak üstünde
durduğu belirli birtakım sözel-sayısal becerilerinin çok ötesinde olduğunu kabul etmektedir.
Dolayısıyla, sosyal algılama ustalığı gibi yeteneklerin eğitim süresince görmezlikten gelinmesi ya da
engellenmesi değil, beslenmesi gereken yetenekler olduğunun bilincindedir. Çocukların (hayatta)
başarılı olmak için fiiliyatta yararlanacakları ya da yaptıkları şeyden tatmin olmak için kullanacakları
çeşitli yeteneklerin tümünü geliştirmeye teşvik eden öğrenim, yaşama becerilerinin öğretildiği bir
süreçtir.
Spektrum Projesi’nin temelindeki vizyon, Harvard Eğitim Okulu’ndan psikolog Howard Gardner’a
aittir.
7Gardner bana şöyle söylemişti: “Artık yetenekler yelpazesi hakkındaki görüşümüzü
genişletmenin zamanı geldi. Okulun, çocuğun gelişimine yapabileceği en büyük katkı, onu yetenekleri
doğrultusunda en mutlu ve yeterli olabileceği bir alana yönlendirmektir. Biz bunu tamamen unuttuk.
Bunun yerine herkesi, başarılı olursa en çok üniversite hocalığına uygun düşecek bir eğitime tabi tutup
bu kısıtlı başarı standardına uyup uymadığına göre değerlendiriyoruz. Artık çocukları notlarına göre
sıralamaya daha az; onların kendilerine özgü yetenek ve özelliklerini keşfetmelerine yardımcı olmaya
ve bunları geliştirmeye ise daha çok zaman ayırmalıyız. Başarılı olmanın yüzlerce, binlerce yolu var
ve hedefe ulaşmaya yardımcı olacak bir sürü değişik yetenek bulunuyor.”
8
Zekâ hakkındaki eski görüşlerin sınırlarını en iyi gören kişi olan Gardner, IQ testlerinin parlak
döneminin Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte başladığını söylüyor. O zamanlar iki milyon Amerikalı
erkek, IQ testinin Stanford’lu bir psikolog olan Lewis Terman tarafından yeni geliştirilmiş, kurşun
kalem ve kâğıtla uygulanan kitlesel biçimiyle sınıflandırılmıştı. Bu durum senelerce, Gardner’ın
deyişiyle “IQ tarzı düşünme”ye yol açtı. “İnsanlar ya zekidir ya değildir, o şekilde doğmuşlardır, bunu
değiştirmek için yapılacak pek fazla bir şey yoktur ve testler de size zeki kişiler arasında olup
olmadığınızı söyler. Üniversite girişlerinde kullanılan SAT testi de, tek bir yetenek türünün
geleceğinizi belirlediğini öne süren anlayışa dayalıdır. Bu tarz düşünce toplum içinde yaygındır.”
Gardner’ın 1983 tarihli önemli kitabı Frames of Mind (Zihin Çerçeveleri), IQ görüşüne karşı çıkan
bir bildiri niteliğindeydi ve hayatta başarılı olmak için tek tip bir zekânın şart olmadığı, yedi temel
çeşitlemesi olan geniş bir yetenekler yelpazesi bulunduğunu öne sürüyordu. Gardner’ın listesi sözel
ve matematiksel-mantıksal yatkınlık olmak üzere iki standart akademik zekâ türünün yanı sıra,
olağanüstü ressam ve mimarlarda görülen uzamsal kavrama kapasitesini; Martha Graham veya Magic
Johnson’da olduğu gibi fiziksel akıcılık ve zarafette kendini gösteren kinestetik dehayı; Mozart veya
Yo Yo Ma gibi müzikal yetenekleri de kapsıyor. Bu listeyi, Gardner’ın “kişisel zekâlar” dediği şeyin
iki yönü tamamlıyor: Örneğin Carl Rogers gibi büyük terapistlerde veya Martin Luther King Jr. gibi
dünya liderlerinde kişiler arası ilişki becerileri; bir de Sigmund Freud’un dahice sezgilerinde olduğu
gibi ortaya çıkan veya daha yalın bir biçimde bir kişinin hayatını gerçek hisleri doğrultusunda
yaşamaktan aldığı hazda görülen türden psişik yetenekler.
Zekâ hakkındaki bu görüşte anahtar deyim “çoğul”dur; Gardner’in modeli IQ’nun tek ve değişmez
belirleyici olduğu standart kavramı çok aşar. Okula giderken bize zulmeden testlerin, hayatta IQ’nun
çok üstünde ve ötesinde önem taşıyan asıl beceri ve yeteneklerden kopuk, sınırlı bir zekâ kavramına
dayandığını kabul eder. Kimlerin teknik okullara, kimlerin üniversiteye gönderileceğini belirleyen
yetenek ve başarı testlerinden, bir yüksek okula kabul edilip edilmeyeceğimizi, edilirsek hangisine
girebileceğimizi belirleyen SAT testlerine kadar çeşitli sınavlar bu tür ölçütlerdir.
Gardner, yedi rakamının zekâ türlerini tespitte rasgele bir sayı olduğunu kabul ediyor; insan
yeteneklerinin çokluğunu ifade edecek herhangi sihirli bir sayı yok gibidir. Bir noktada Gardner ve
çalışma arkadaşları, değişik türde zekâları yediden yirmiye çıkardılar. Örneğin, kişiler arası zekâyı
dört ana yetenek altında topladılar: Liderlik, ilişkileri geliştirip arkadaşlıkları koruyabilme,
anlaşmazlıkları çözebilme ve dört yaşındaki Judy’nin mükemmel becerdiği türden sosyal ilişkilerin
analizini yapabilme.
Bu çok yönlü zekâ tanımlaması bir çocuğun yetenekleri ve potansiyeli açısından IQ’dan çok daha
zengin bir tablo sunuyor. Spektrum öğrencileri, bir zamanlar IQ testlerinin altın standardı olan
Stanford-Binet Zekâ Ölçeği ile ve Gardner’ın yelpazesindeki zekâ türlerini ölçmeye yönelik bir dizi
testle değerlendirildiklerinde, çocukların bu iki testten aldıkları puanlar arasında anlamlı bir ilişki
bulunamadı.
9En yüksek IQ’lu (125-133 arası) beş çocuk Spektrum testiyle ölçülen on kuvvetli alanda
değişik profiller sergilediler. Örneğin IQ testine göre en “akıllı” beş çocuktan biri üç alanda, üçü iki
alanda ve biri de sadece bir alanda Spektrum ölçeğine göre kuvvetli bir yön sergileyebildi. Ayrıca bu
kuvvetli yönler dağınıktı: Bu çocukların biri müzik, ikisi görsel sanatlar, biri sosyal kavrama, biri
mantık, ikisi dil konusunda kuvvetliydi. Yüksek IQ’lu beş çocuktan hiçbirisi hareket, sayılar, veya
mekanik alanlarında kuvvetli çıkmadı; hatta hareket ve sayılar bu beş çocuktan ikisinin zayıf
yanlarıydı.
Gardner’ın çıkardığı sonuç “Stanford-Binet Zekâ Ölçeği, Spektrum faaliyetlerinin tümünde, ya da
tutarlı bir kümesi içinde başarılı bir performans tahmin etmedi,” şeklinde. Diğer taraftan Spektrum
puanları, ailelere ve öğretmenlere, çocuğun hangi alanlara kendiliğinden ilgi duyacağı ve bir gün
hangi alanda yeterliliğin ötesine geçip ustalaşacak kadar başarılı olacağı konusunda açıkça yol
gösteriyor.
Gardner’ın çok yönlü zekâ tanımlamasının evrimi devam ediyor. Kuramını yayınladıktan on yıl
sonra, Gardner kişisel zekâların şu özlü tanımını yaptı:
Kişiler arası ilişkilerde zekâ, diğer insanları anlamaktır: Onları ne harekete geçirir, nasıl çalışırlar, onlarla nasıl işbirliği yapılabilir? Başarılı
satıcılar, politikacılar, öğretmenler, klinik doktorlar ve dini liderler büyük olasılıkla yüksek düzeyde kişiler arası zekâya sahiptir. Birey
içindeki zekâ... içe dönük, karşılıklı bir yetenektir. Kişinin kendisi hakkında dikkatli, doğru bir model oluşturup bunu etkili bir yaşam
sürebilmek için kullanma becerisidir.
10
Gardner bir başka konuşmasında kişiler arası zekânın temelinde “diğerinin ruh halini, mizacını,
güdülerini, arzularını anlayıp ona uygun tepkiler verme yeteneği”nin olduğunu; kişisel zekânınsa,
özbilincin anahtarı olan “kendi duygularına ulaşabilme, bunları ayırt edip davranışını buna göre
yönlendirme”yi de içerdiğini söylemiştir.
11
SPOCK, UZAYYOLCULUĞU KAHRAMANLARINDAN DATA’YA KARŞI: BİLİŞ
YETMEDİĞİ ZAMAN
Gardner’ın incelemelerinde kişisel zekânın kabaca değinilen, ancak çok az araştırılmış bir boyutu
var: Duyguların rolü. Belki de bunun nedeni, Gardner’ın bana söylediği gibi, çalışmasının, zihnin
bilişsel-bilim modelinden oldukça etkilenmiş olmasıdır. Bundan ötürü bu zekâlar hakkındaki
görüşlerinde biliş –kendinin ve diğerlerinin güdülerini, çalışma alışkanlıklarını anlama ve bunları
hayata geçirip ilişkilerinde kullanabilme– vurgulanmıştır. Ancak fiziksel parlaklığın kendini sözsüz
ifade ettiği kinestetik duyguların dünyası da dil ve bilişin ötesine uzanır.
Gardner’ın kişisel zekâ betimlemelerinde duyguların rolüne ve ustaca yönetilmesine oldukça yer
verilmiş olsa da, Gardner ve çalışma arkadaşları duygunun zekâ üzerindeki rolüne ayrıntılı bir
biçimde bakmayıp, duygu hakkındaki bilişler üzerinde durmuşlardır. Bu odak, belki de istemeden, iç
dünyamızı ve ilişkilerimizi böylesine karmaşıklaştıran, ama aynı zamanda da çekici ve şaşırtıcı kılan
zengin duygu deryasını araştırılmadan bırakıyor. Şimdi ele alınması gereken konu ise, duyguların
içinde zekânın nasıl yer aldığı ve duygularımızın içine zekâyı nasıl yerleştirebileceğimizdir.
Gardner’ın kişisel zekâlardaki bilişsel unsurlar üzerinde bu kadar durması, görüşlerini
biçimlendiren zamanın psikolojik modelini yansıtıyor. Psikolojinin biliş, hatta duygu alanı üzerinde
aşırı durması, bu bilimin tarihindeki bir tuhaflığa bağlıdır. Bu yüzyılın ortalarında akademik
psikoloji, B.F. Skinner’in biçimlendirdiği davranışçıların egemenliğindeydi; Skinner ancak, nesnel
olarak dışarıdan görülebilen davranışların bilimsel kesinlikle incelenebileceği düşüncesindeydi.
Davranışçılar, duygular dahil insanın tüm iç dünyasını bilim dışı ilan etmişlerdi.
Sonra, 1960’ların sonlarında baş gösteren “bilişsel devrim” sayesinde psikoloji biliminin odağı
zihnin bilgiyi nasıl kaydedip sakladığına ve zekânın doğasına yöneldi. Ancak duygular hâlâ sınır
dışıydı. Bilişsel bilimciler arasında hâkim olan geleneksel görüşe göre zekâ, verilerin duygusuzca,
mesafeli olarak işlenmesini içeriyordu. Bu, Uzay Yolu dizisindeki, duygunun karışmadığı kuru bilgi
parçacıklarını temsil eden Mr. Spock gibi, duygunun zekâda hiç yeri olmadığı ve yalnızca zihinsel
yaşamı bulandırdığı düşüncesini temsil eden bir aşırı akılcılıktı.
Bu görüşü benimseyen bilişsel bilimciler, beyin yazılımının gerçekte; zihin benzetmesini doğuran
arındırılmış, düzenli bir silikon ortama hiç benzemeyen nörokimyasal maddelerden oluşan
karmakarışık, nabız gibi atan bir sıvıya bulanmış halde olduğunu unutarak, zihnin fiili modeli olarak
bilgisayardan etkilenmişlerdir. Bilişsel bilimcilerin zihnin bilgiyi nasıl işlediğine dair modelleri,
ussallığın hisler tarafından yönlendirildiğini –ya da hisler tarafından silinip süpürüldüğünü gözden
kaçırmaktadır. Böyle bakıldığında bilişsel model, fakirleştirilmiş bir zihin modelidir, hislerin coşku
ve baskısının zekâya kattığı tadın gücünü açıklayamamaktadır. Bu görüşte diretmek için, bilişsel
bilimciler kendi umut ve korkularının, evlilik çalkantılarının, mesleki kıskançlıklarının zihin
modelleriyle ilgisini yaşama çeşni katan ve aciliyetleri yaratan, bilginin tam olarak nasıl (ne kadar iyi
ya da kötü) işlendiğini etkileyen duygu selini yadsımak zorunda kalmış olmalılar.
Son seksen yıldır zekâ üzerindeki araştırmaları yönlendirmiş olan ve duygusal bakımdan yeknesak
bir zihinsel yaşam hayal eden bu çarpık bilimsel görüş, psikolojinin duyguların düşünmedeki önemli
rolünü keşfetmesiyle yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Uzay Yolu: Gelecek Nesil’deki Spock
benzeri Data karakteri gibi, psikoloji ve duyguların zihinsel hayat üzerindeki gücünü, erdemlerini ve
tehlikelerini takdir etmeye başlamıştır. Sonuçta Data da, kuru mantığının doğru insani çözümü
bulmakta yetersiz kaldığını (yılgınlık içinde, tabii yılgınlık hissedebildiyse) görür. İnsanlığımız en
çok duygularımızdan belli olur; Data çok önemli bir eksik olduğunun bilinciyle, hissetmeye çalışır.
Arkadaşlık, sadakat arayışındadır, tıpkı Oz Ülkesinin Büyücüsü’ndeki Teneke Adam gibi, onun da
kalbi yoktur. Duyguların getirdiği şiirsellikten yoksun olan Data, mükemmel bir teknikle müzik
parçaları çalabilmekte, şiir yazabilmektedir, ancak bunların tutkusunu hissedemez. Data’nın özleme
özlem duymasından çıkan ders, insan kalbinin inanç, umut, bağlılık, aşk gibi yüksek değerlerine soğuk
bilişsel görüşte hiç yer verilmediğidir. Duygular zenginleştirir; onları dışarda bırakan zihin modeli
fakirleşmiştir.
Gardner’a neden duygularla ilgili düşünceler ya da bilişüstü üzerinde duyguların kendisinden daha
fazla durduğunu sorduğumda, zekâyı bilişsel açıdan ele aldığını kabul ederken, şunları da söyledi:
“Kişisel zekâlar hakkında yazmaya başladığımda, duygulardan söz ediyordum; özellikle de kişisel
zekâ anlayışımda bunun bir parçası, kendi duygularına kulak verebilmektir. Kişilerarası zekâ
açısından, içten gelen duygu sinyallerine mutlaka ihtiyaç vardır. Ancak pratikte çoğul zekâ kuramı,
tüm duygusal yetenekler yelpazesi ’bilişüstü’ –yani, kendi zihinsel süreçlerinin farkında olmak–
üzerinde odaklaşacak şekilde gelişti.”
Yine de, Gardner duygusal yeteneklerin ve ilişki becerilerinin hayat mücadelesi içinde ne kadar
önemli olduklarının farkında. Gardner bunu, “Kişisel zekâsı zayıf olan 160 IQ’lu birçok kişi, bu yönü
kuvvetli olan 100 IQ’lu kişilerin altında çalışıyor. Günlük hayatta kişiler arası zekâdan daha önemli
bir zekâ türü yok. Eğer bu eksikse, kiminle evleneceğinize, nerede çalışacağınıza vb. dair kötü
kararlar verebilirsiniz. Kişisel zekâ alanında çocuklarımızı okullarda eğitmeliyiz,” diyerek belirtiyor.
DUYGULAR ZEKİ OLABİLİR Mİ?
Böylesi bir eğitimin nasıl olabileceğini daha iyi anlamak için Gardner’in görüşüne katılan diğer
kuramcılara; en başta duygulara zekânın nasıl katılabileceğini ayrıntılı olarak açıklamış olan psikolog
Peter Salovey ve John Meyer’e bakmak gerekiyor.12Bu girişim yeni değildir; yıllar boyunca en ateşli
IQ kuramcıları bile “duygu” ve “zekâyı” birbirleriyle bağdaşmayan terimler olarak görmek yerine,
zaman zaman duyguları zekâyla buluşturmaya çalışmıştır. 1920 ve 1930’lu yıllarda IQ kavramının
popülerleşmesinde etkili olan tanınmış psikolog E.L. Thorndike, Harper’s Magazine’deki bir
makalesinde duygusal zekânın bir yönü olan “sosyal” zekânın –başkasını anlayabilme ve “insan
ilişkilerinde akıllıca davranabilme”nin– IQ’nun başlı başına bir parçası olduğunu öne sürmüştür. O
dönemin diğer psikologları sosyal zekâya karşı daha kuşkucu bir tavır takınarak, bunu başkalarını
istediği gibi yönlendirebilme –isteseler de istemeseler de, kendi istediklerini onlara yaptırabilme–
olarak algılamışlardır. Ancak sosyal zekâ hakkındaki bu görüşler IQ kuramcıları tarafından fazla
tutulmamış, hatta zekâ testleri üzerine 1960’larda yazılmış önemli bir ders kitabı, sosyal zekânın “işe
yaramaz” bir kavram olduğunu belirtmiştir.13
Ancak kişisel zekâ kavramı görmezlikten gelinemezdi, çünkü sezgilere ve sağduyuya uygundu.
Örneğin Yale Üniversitesi’nden psikolog Robert Sternberg, insanlardan “zeki kişiyi” tarif etmelerini
istediğinde, pratik insan ilişkileri becerileri ana özellikler olarak sıralandı. Daha sistemli bir
çalışma, Sternberg’i Thorndike’ın vardığı sonuca götürdü: Sosyal zekâ akademik başarılardan
bağımsız ve kişinin hayatın pratik yanıyla başa çıkabilmesi için son derece önemlidir. Sözgelimi, iş
yerinde büyük değer verilen pratik zekânın bir türüdür.
Son yıllarda sayıları gittikçe artan bir grup psikolog da benzer sonuçlara varmıştır. Gardner gibi
onlar da, eski IQ tanımının kısıtlı dil ve matematik becerileri alanında kaldığını ve IQ testlerinde
başarılı olmanın en dolaysız biçimde, kişinin ancak bir öğrenci ya da bir öğretim üyesi olarak
başarısını gösterdiğini, ancak hayat yolları akademik dünyadan ayrıldıkça bu tahmin yeteneğinin de
zayıfladığını kabul etmişlerdir. Sternberg ve Salovey’in de aralarında bulunduğu bu psikologlar,
zekâyı daha geniş bir açıdan ele alarak, hayatta başarılı olmak için gereken şeyler ışığında yeniden
tanımlamaya çalışmışlardır. Bu yöndeki araştırmalar da, “kişisel” ya da duygusal zekânın ne denli
hayati öneme sahip olduğunun yeniden kabulüne yol açmaktadır.
Salovey meslektaşı Gardner ile birlikte, duygusal zekânın ayrıntılı bir tanımını sunarak, bu
yetenekleri beş ana başlık altında toplamıştır:
14
1. Özbilinç. Kendini tanıma –bir duyguyu oluşurken fark edebilme– duygusal zekânın temelidir. 4.
Kısım’da da göreceğimiz gibi, duyguların her an farkında olma yeteneği psikolojik sezgi ve kendini
anlamak bakımından şarttır. Gerçek duygularımızı fark edememek bizi onların insafına bırakır.
Duygularını tanıyan kişiler, hayatlarını daha iyi idare ederler; kiminle evleneceğinden hangi işe
gireceğine kadar kişisel karar gerektiren konularda ne düşündüklerinden çok daha emindirler.
2. Duyguları idare edebilmek. Duyguları uygun biçimde idare yeteneği, özbilinç temeli üstünde
gelişir. 5. Kısım, kendini yatıştırma, yoğun kaygılardan, karamsarlıktan, alınganlıklardan kurtulma
yeteneğini ve bu temel duygusal beceride başarısız olmanın sonuçlarını ele alıyor. Bu yeteneği zayıf
olan kişiler sürekli huzursuzlukla mücadele ederken, kuvvetli olanlar ise hayatın tatsız sürprizleri ve
terslikleriyle karşılaştıktan sonra kendilerini daha kolay toparlayabilmektedir.
3. Kendini harekete geçirmek. 6. Kısım’da değinileceği gibi, duyguları bir amaç doğrultusunda
toparlayabilmek, dikkat edebilme, kendini harekete geçirebilme, kendine hâkim olabilme ve
yaratıcılık için gereklidir. Duygusal özdenetim –doyumu erteleyebilme ve fevri davranışları
zaptedebilme– her başarının altında yatan özelliktir. Tıkanıp kalmamak (akış haline girebilmek) her
tür yüksek performansı mümkün kılar. Bu beceriye sahip kişiler, yaptıkları her işte daha üretken ve
etkili olabilmektedir.
4. Başkalarının duygularını anlamak. Duygusal özbilinç temeli üzerinde gelişen diğer bir yetenek
olan empati, insanlarla ilişkide temel beceridir. 7. Kısım, empatinin köklerini, duygusal tonlara
sağırlığın sosyal bedelini ve empatinin neden hayırseverlik hissini canlandırdığını inceliyor. Empatik
kişiler başkalarının neye ihtiyacı olduğunu, ne istediğini gösteren belli belirsiz sosyal sinyallere karşı
daha duyarlıdır. Bu da onları insan bakımıyla ilgili mesleklerde, öğretmenlik, satıcılık ve idarecilikte
başarılı kılar.
5. İlişkileri yürütebilmek. İlişki sanatı, büyük ölçüde, başkalarının duygularını idare etme
becerisidir. 8. Kısım, sosyal yeterlilik ve yetersizliği, ayrıca hangi özgül becerilerin söz konusu
olduğunu incelemektedir. Bu beceriler popüler olmanın, liderliğin, kişiler arası etkililiğin altında
yatan unsurlardır. Bu becerilerini çok geliştirmiş kişiler, insanlarla sürtüşmesiz bir etkileşim
sürdürmeye dayalı her alanda başarılı olur ve parlak bir sosyal yaşam sürdürürler.
Kuşkusuz, insanlar bu beş alandaki yetenekleri açısından farklılık gösterirler; örneğin bazılarımız
kolaylıkla kendi kaygılarını yatıştırabilirken, başkalarını yatıştırma konusunda oldukça beceriksiz
olabilir. Yetenek düzeyimizin temelinde hiç kuşkusuz sinir sistemimiz bulunur; ancak ileride de
göreceğimiz gibi, beyin olağanüstü bir esneklikte, sürekli öğrenen bir organdır. Duygusal
becerilerdeki aksaklıklar telafi edilebilir. Bu alanlardan her biri büyük ölçüde bir alışkanlıklar ve
tepkiler bütününü temsil eder; doğru yönde çaba harcayarak ıslah edilebilir.
IQ VE DUYGUSAL ZEKÂ: SAFTÜRLER
IQ ve duygusal zekâ birbirlerine karşıt değil, birbirinden ayrı yetilerdir. Hepimizde akıl ve
duygusal hassasiyet karışıktır; IQ’su yüksek ancak duygusal zekâsı düşük (veya IQ’su düşük ve
duygusal zekâsı yüksek) kişiler, kalıplaşmış inanışlara karşın görece enderdir. Aslında IQ ve
duygusal zekânın bazı yönleri arasında az da olsa bir bağlantı vardır, ancak bu o kadar ufaktır ki, IQ
ile duygusal zekânın birbirinden bağımsız olgular olduğunu açıkça ortaya koyar.
Bildik IQ testlerinin aksine, “duygusal zekâ puanı”nı çıkaran tek bir kalem kâğıt testi yoktur ve
hiçbir zaman da olmayabilir. Duygusal zekânın, her türlü unsuru hakkında çok fazla araştırma
bulunmasına rağmen empati gibi bazı yetileri sınamanın en iyi yolu, kişinin o işte gösterdiği fiili
yeteneği örneklemektir; –sözgelimi deneklere bir kişinin duygularını o kişinin videoya çekilmiş yüz
ifadelerinden okutturmak gibi. Berkeley’deki California Üniversitesi’nden psikolog Jack Block,
“Benliğin dayanıklılığı” diye adlandırdığı duygusal zekâya oldukça benzeyen (temel sosyal ve
duygusal yeterlilikleri içeren) bir ölçüt kullanarak, kuramsal açıdan saf iki türün karşılaştırmasını
yapmıştır: Yani, yüksek IQ’lu kişilerle, gelişmiş duygusal yetenekleri olanları
karşılaştırmıştır.
15Bulduğu farklar oldukça aydınlatıcıdır.
Saf yüksek IQ tipi (yani, duygusal zekâdan ayrı tutulmuş olan), adeta, zihin dünyasında uzman, ancak
kişisel dünyada yetersiz bir entelektüelin karikatürüdür. Profiller kadın ve erkeklerde hafif farklılık
göstermektedir. Yüksek IQ’lu erkek, bekleneceği gibi, geniş bir entelektüel ilgi ve yetenekler dizisine
sahiptir. Hırslı, üretken, istikrarlı, sebatkâr ve kendi sorunlarını dert etmeyen birisidir. Ayrıca
eleştirici, tepeden bakan, titiz, duygularına gem vuran, cinsellik ve duygusal deneyimler konusunda
tutuk, kendini açmayan, mesafeli, duygusallık açısından ise kayıtsız ve soğuktur.
Buna karşılık, duygusal zekâsı yüksek erkekler, sosyal açıdan dengeli, dışa dönük ve neşeli,
korkaklığa veya derin düşünmeye yatkınlığı olmayan kimselerdir. İnsanlara ve davalara bağlanma,
sorumluluk alma, etik bir görüşe sahip olma özellikleri dikkat çeker. İlişkilerinde başkalarına karşı
sevecen ve ilgilidirler. Zengin, ama yerli yerinde bir duygusal yaşamları vardır. Kendileriyle,
başkalarıyla ve yaşadıkları sosyal dünyayla barışıktırlar.
Salt yüksek IQ’lu kadınlar kendilerinden beklenen entelektüel güvene sahiptir. Düşüncelerini akıcı
bir şekilde ifade edebilir, entelektüel konulara değer verir ve geniş bir entelektüel ve estetik ilgi
alanına sahiptirler. Bu tip kadınlar aynı zamanda kendi kendilerini tahlil edebilen, kaygıya, derin
düşünmeye, suçluluk duymaya yatkın, ayrıca öfkelerini açıkça belli etmekten kaçınan (dolaylı yoldan
bunu yapan) kişilerdir.
Duygusal zekâsı yüksek kadınlar ise, aksine kendini ortaya koyabilen, duygularını doğrudan dile
getiren, kendi kendilerine olumlu bakan, hayatta bir anlam bulan insanlardır. Ayrıca, erkekler gibi
onlar da dışa dönük, neşeli, duygularını uygun bir biçimde ifade edebilen (örneğin, sonradan
pişmanlık duyulan patlamalar halinde değil) strese kolay uyarlanabilen kimselerdir. Sosyal tavırları,
yeni insanlara kolayca ulaşmalarını sağlar. Kendileriyle barışık olmaları, oynak, içtenlikli ve
duygusal deneyime açık olmalarına yol açar. Saf IQ kadınlarının aksine, ender olarak kaygı ya da
suçluluk hisseder veya derin düşüncelere dalarlar.
Bu portreler tabii ki uç örneklerdir; hepimizde, IQ ve duygusal zekânın farklı bir karışımı vardır.
Ancak, her bir boyutun kişiye ayrı ayrı ne gibi özellikler kattığını görmemizi sağlayan bir bakış açısı
sunmaktadırlar. Bir kişide hem bilişsel hem duygusal zekâ olduğu ölçüde, bu portreler örtüşür. Yine
de, insanı insan yapan niteliklerin çoğu, duygusal zekâdan gelmektedir.
1 Jason H.’nin hikâyesi New York Times’daki “Warning by a Valedictorian Who Faced Prison” başlıklı haberde aktarılmıştır (Haziran
23,1992).
2 Bir gözlemcinin tespiti: Howard Gardner, “Cracking Open the IQ Box,” The American Prospect, (1995 Kış sayısı).
3 Richard Herrnstein ve Charles Murray, The Bell Curve: Intelligence and Class Structure in American Life (New York: Free Press,
1994) s. 66.
4 George Vaillant, Adaptation to Life (Boston: Little, Brown, 1977). Harvard grubunun en yüksek puanın 800 olduğu SAT ortalama puanı
584’tü. Şu anda Harvard Üniversitesi Tıp Okulu’nda bulunan Dr. Vaillant bana bu avantajlı erkek grubu açısından bile, hayattaki başarı
söz konusu olduğunda, test puanlarının oldukça zayıf bir tahmin değeri olduğunu belirtmiştir.
5 J.K. Felsman ve G.E. Vaillant, “Resilient Children as Adults: A 40-Year Study,” E.J. Anderson ve B.J. Cohler, derl., The Invulnerable
Child’ın içinde (New York: Guilford Press, 1987).
6 Illinois Üniversitesi’nde Terry Denny ile birlikte sınıf birincileri üzerinde çalışmış olan Karen Arnold’dan The Chicago Tribune (29
Mayıs 1992)’de bir alıntı.
7 Spektrum Projesi: Gardner’ın Spektrum Projesi’ni geliştirirken yer alan başlıca meslektaşları Mara Krechevsky ve David Feldman’dı.
8 Howard Gardner’la çoğul zekâlar kuramı üzerine yaptığım söyleşi The New York Times Education Supplement’ta (3 Kasım 1986)
“Rethinking the Value of Intelligence Tests,” başlığıyla yayınlanmıştır: Bundan sonra da pek çok kez kendisiyle görüştüm.
9 IQ testleriyle Spectrum yeteneklerinin kıyaslaması, Mara Krechevsky’nin eş yazarı olduğu, Howard Gardner’ın Multiple
Intelligences: The Theory in Practice (New York: Basic Books, 1993) başlıklı kitabının bir bölümünde sunulmuştur.
10 Bu kısa özet Howard Gardner’ın a.g.e, s.9’undandır.
11 Howard Gardner ve Thomas Hatch, “Multiple Intelligences Go to School,” Educational Research sayı 18, 8 (1989).
12 Duygusal zekâ modeli ilk kez Peter Salovey ve John D. Mayer’in “Emotional Intelligence,” başlıklı; Imagination, Cognition, and
Personality sayı 9 (1990), s.185-211’daki yazısında ortaya atılmıştı.
13 Pratik zekâ ve kişilerarası beceriler: Robert J. Sternberg, Beyond I.Q. (New York: Cambridge University Press, 1985).
14 “Duygusal zekâ”nın temel tanımı Salovey ve Mayer’in “y.a.g.e.’nin” s. 189’dadır.
15 IQ’ya karşı duygusal zekâ:Jack Block, Berkeley’deki California Üniversitesi, yayınlanmamış metin, Şubat 1995. Block duygusal zekâ
yerine “ego dayanıklılığı” terimini kullanıyor ancak bunun temel parçalarının duygusal denge, evrimsel bakımdan uyumlu bir dürtü kontrolü,
yararlılık hissi ve sosyal zekâ olduğunu da ekliyor. Bunlar duygusal zekânın temel öğeleri olduğundan, ego dayanıklılığı, aynen SAT
puanlarının IQ için olduğu gibi, duygusal zekânın yerine geçen bir ölçüm olarak görülebilir. Block ergenlik yaşlarında ve yirmili yaşların
başındaki yüz kadar kadın ve erkek üzerinde yıllar boyu süren bir çalışmanın verilerini analiz etmiş ve istatistiki yöntemlerle duygusal
zekâdan bağımsız olarak yüksek IQ düzeyinin kişilik ve davranışlarla ilintilerini, IQ’dan bağımsız olarak duygusal zekâyı değerlendirmiştir.
IQ ve ego dayanıklılığı arasında az çok bir ilinti bulunduğunu fakat ikisinin de birbirinden bağımsız yapılar olduğunu bulgulamıştır.
4-Kendini Bil
Eski bir Japon masalına göre, kavgacı bir samuray günün birinde bir Zen ustasını cennet ve cehennem
kavramlarını açıklamaya davet eder. Ancak rahip onu küçümseyen bir tavırla, “Sen eşeğin tekisin.
Senin gibilerine zaman harcayamam,” der.
Onuru zedelenen samuray, öfkeden köpürerek kılıcını kınından çıkarıp, “Seni bu küstahlığın için
öldürebilirim,” diye bağırır.
“İşte,” der Zen rahibi sakince, “bu cehennemdir.”
Samuray, kapıldığı öfkeyi ima eden ustanın doğru sözleri karşısında irkilir ve sakinleşerek kılıcını
yerine koyar. Sonra da eğilip, kendisine kazandırdığı içgörü için rahibe teşekkür eder.
“İşte bu da cennettir,” der rahip.
Samurayın nasıl bir sinire kapıldığını birden fark etmesi, duygunun rüzgârına kapılıp gitmekle bunun
bilincinde olmak arasındaki önemli farkı sergiliyor. Sokrates’in “Kendini bil” öğüdü, duygusal
zekânın bu temel taşına, yani kişinin duygularının farkında olabilmesine değinir.
İlk bakışta duygularımızın zaten ortada olduğu düşünülebilir, ancak üzerinde daha dikkatlice
durduğumuzda, çoğu kez bir şey hakkında ne hissettiğimizi pek hatırlayamadığımızı, ya da
hissettiğimiz şeyi olup bitenden sonra fark ettiğimizi görürüz. Psikologlar biraz süslü terimler
kullanarak bu tür durumları üstbiliş (metacognition), yani düşünce süreçlerinin farkında olmak; ve
üsthal (metamood), yani kişinin duygularının farkında olabilmesi, diye adlandırırlar. Benim tercihim
ise, kişinin iç dünyasında olup bitenin sürekli farkında olması anlamındaki özbilinçtir.
-16 Bu kendine
yönelik bilince sahip olan zihin, duygular da dahil olmak üzere, yaşananları gözlemler ve inceler.
17
Bu nitelikteki bir bilinç, Freud’un psikanalize gireceklere tavsiye ettiği “eşit dağılmış dikkat”
kavramına benzetilebilir. Böylesi bir dikkat, farkında olunan her şeyi ilgili ancak tepkisiz bir tanık
gibi tarafsız bir biçimde kaydeder. Bazı psikanalistler buna, hastanın söylediklerine kendisinin
verdiği tepkileri ve yine hastada serbest çağrışım sürecinde ortaya çıkanları gözden geçirmesini
sağlayan özbilince sahip olma yeteneği anlamında, “gözleyen benlik” de demektedirler.
18
Bu tarz bir özbilinç, özellikle de uyandırılan duyguları tanımlayıp adlandırmayı sağlayan dil
alanlarını ve uyarılmış bir neokorteksi gerektirir. Özbilinç, duyguların yoğunluyla dağılabilecek
abartılı bir tepki vermeye ya da algılananı abartmaya açık bir dikkat hali değildir. Tam tersine,
fırtınalı duygular içinde bile kendine yönelik olabilmeyi sürdüren tarafsız bir haldir. William Styron
derin depresyon halini yazarken, “ikinci bir ben’in–dublörünün çılgınlığını paylaşmadan onun
mücadelesini sakin bir merak içinde izleyen hayalet benzeri bir gözlemcinin– kendisine eşlik ettiği”
hissinden söz ederek zihnin tam da bu özelliğine değinmektedir.
19
Kendini gözlemleyebilme, en iyi yanıyla, tutkulu ya da çalkantılı duyguların böylesine bir kayıtsızlık
içinde bilincine varılmasını sağlar. En azından, deneyimden biraz geri çekilme, “meta” düzeyde
paralel bir bilinç akışı şeklinde kendini gösterir: Ana akımın üzerinde veya yanında kalarak, olayların
içine karışıp kaybolmak yerine, farkında olunur. Bu, örneğin birine ölümcül bir öfke beslemekle, o
öfke sırasında “Şimdi öfkeye kapıldım,” gibi kendine yönelik bir düşünceyi aklından geçirebilmek
arasındaki fark gibidir. Bilincin sinirsel mekaniği açısından, zihinsel faaliyetteki bu ince değişim
büyük olasılıkla neokorteks devrelerinin duyguyu etkin bir biçimde takip ederek, onun üzerinde bir
kontrol sağlamaya yönelik ilk adımı attığına ilişkin bir işarettir. Duyguların farkında olma, duygusal
özdenetim gibi diğer yetilerin üzerine inşa edildiği temel duygusal yeterliliktir.
Yale’den Peter Salovey’le birlikte duygusal zekâ kuramını geliştiren New Hampshire
Üniversitesi’nden psikolog John Mayer’in deyimiyle, özbilinç kısaca, “kişinin ruh halinin ve o ruh
hali hakkındaki düşüncelerinin farkında olabilmesi” demektir.
20Özbilinç, iç dünyaya karşı tepkisiz ve
yargısız bir dikkat olabilir. Ancak Mayer, bu duyarlılığın her zaman bu denli kayıtsız olmadığına
işaret etmektedir; duygusal özbilincin içerdiği tipik düşüncelerden bazıları, “böyle hissetmeliyim”,
“neşelenmek için iyi şeyler düşünüyorum” gibi, ya da daha kısıtlı bir özbilinç hali olarak, çok moral
bozucu bir şeye tepki verirken zihninden geçiveren “bunu düşünme” düşüncesi olabilir.
Hislerin farkında olmakla, onları değiştirmek için harekete geçmek arasında mantıksal bir fark olsa
da, Mayer uygulamada bu ikisinin el ele gittiğini görmüştür: Berbat bir ruh halinin farkında olmak,
aynı zamanda ondan kurtulmayı istemek anlamına gelir. Ancak bu farkında olma durumu, duygusal bir
dürtü yüzünden fevri hareketlerde bulunmayı engellemeye çalışmaktan farklıdır. Öfkelendiği için oyun
arkadaşına vuran bir çocuğa “Dur!” diyerek, vurma hareketini durdurabiliriz ama öfkesinin için için
kaynamasını engelleyemeyiz. Çocuğun düşünceleri halen öfkeyi başlatan şeye odaklıdır –“Ama o
benim oyuncağımı çaldı!”– ve öfke kesintisiz devam eder. Özbilincin güçlü ve hoş olmayan duygular
üzerinde daha kuvvetli bir etkisi vardır: “Öfkeye kapıldım” düşüncesi daha büyük bir özgürlük sağlar;
salt hissedilen duyguya kapılarak harekete geçme seçeneğini değil, aynı zamanda bu duygudan kendini
kurtarmayı deneme seçeneğini de sunar.
Mayer, kişilerin duygularını birbirlerinden farklı şekillerde ele alıp baş ettiğini görmüştür:
21
• Özbilinçli. Ruh hallerinin farkında olan bu kişiler, duygusal hayatları hakkında belli bir anlayışa
sahiptir. Duygularının bilincinde olmaları, diğer bazı kişilik özelliklerini destekleyebilir: Özerk,
kendi sınırlarından emin, psikolojik açıdan sağlıkları yerinde ve hayata olumlu bir gözle bakan
insanlardır. Kötü bir ruh haline girdiklerinde, bunu dert edinip kafalarına takmaz ve daha kısa bir süre
içinde kendilerini bu durumdan kurtarırlar. Kısacası, özbilinçleri duygularını idare etmekte kolaylık
sağlar.
• Kendini kaptırmış. Bunlar, genelde duygularına kapılıp giden ve bu durumdan kendilerini
kurtaramayan, adeta duyguların hükmü altında yaşayan kişilerdir. Değişken, duygularının pek farkında
olmayan, bir perspektiften bakmak yerine duyguların içinde kaybolan insanlardır. Sonuçta kendilerini
kötü ruh halinden kurtarmak için pek çaba harcamaz ve duygusal yaşamlarını kesinlikle
denetleyemediklerini düşünürler. Çoğu kez duygularının kontrolden çıkıp kendilerine baskı yaptığını
hissederler.
• Kabullenmiş. Bu kişiler genelde ne hissettiklerini bilseler de, bu durumlarını kabul eder ve
değiştirmeyi denemezler. Bu teslimiyetçi kişiler ikiye ayrılır: Genelde kendini iyi hissedip bu durumu
değiştirmeye pek az çaba harcayanlar ve bir de ruh hallerinin açıkça farkında oldukları halde,
kendilerini arada bir kötü hissettiklerinde, ne olacaksa olsun şeklinde, bunu kabul edip değiştirmek
için bir şey yapmadan sızlananlar; yılgınlığa teslim olmuş depresif kişilerde gördüğümüz budur.
TUTKULU VE UMURSAMAZ
Bir an için, New York’tan San Francisco’ya giden bir uçakta bulunduğunuzu düşünün. Her şey
yolunda giderken, Kayalık Dağlar’a yaklaşıldığında pilotun şu anonsunu duyuyorsunuz: “Bayanlar ve
Baylar, birazdan bir hava akımına gireceğiz. Lütfen koltuklarınıza dönüp emniyet kemerlerinizi
bağlayınız.” Bir süre sonra uçak, düşündüğünüzden çok daha kuvvetli bir hava akımına giriyor,
dalgalara kapılmış bir sandal gibi, aşağı yukarı ve sağa sola yalpalanıp duruyor.
Soru şu: Ne yaparsınız? Siz, kendini okumakta olduğu kitaba ya da dergiye veren, ya da film
izlemeyi sürdürüp dışarıdaki anaforu zihninizden atanlardan mısınız? Yoksa acil durum kartını çıkarıp
alınabilecek önlemleri okuyan, personelde herhangi bir panik işareti olup olmadığına bakan, ya da
motorları dinleyip ters giden bir şey olup olmadığını anlamaya çalışanlardan mısınız?
22
Bu tepkilerden hangisini yaşıyorsanız, o sizin acil durumlar karşısında dikkatinizin nereye
yöneldiğinin işaretidir. Bu uçak senaryosu Temple Üniversitesi’nden psikolog Suzanne Miller
tarafından, kişilerin stres karşısında tüm ayrıntıları değerlendirip her an tetikte bulunmayı mı, yoksa
bu kaygılı dakikaları kendilerini başka bir işe vererek atlatmayı mı tercih ettiğini anlamak üzere
geliştirilmiş psikolojik testin bir maddesidir. Stres karşısında ortaya çıkan bu iki farklı dikkat hali,
kişilerin duygusal tepkilerini nasıl değerlendirdikleri açısından da farklı sonuçlara yol açar. Stres
karşısında her şeye fazlasıyla dikkat eden kişi, özellikle de bu yoğunlaşma özbilinçten kaynaklanan
sükûnetten yoksunsa, istemeden tepkisinin şiddetini artırır. Sonuçta duyguları daha da yoğunlaşmış
görünür. Kendini başka şeylere vererek olayın dışında tutanlar ise, tepkilerinin pek az farkındadır ve
duygusal tepkilerinin boyutunu olmasa da, deneyimini en aza indirgerler.
Bu uç noktalarda kişilerin duygusal bilinci, ya baş edemeyecekleri kadar büyür ya da neredeyse yok
olup gider. Gece yatakhanede çıkan yangını görünce söndürücüyü bulup alevleri söndüren bir
üniversite öğrencisini düşünün. Bu durumda hiçbir anormallik yok, ancak söndürücüyü almaya
giderken ve geri dönerken koşmuyor, yürüyor. Neden mi? Durumda herhangi bir aciliyet olduğunu
hissetmediği için.
Bu öyküyü bana, kişilerin duygularını ne yoğunlukta hissettikleri konusunda bir çalışma yapan
Illinois Üniversitesi’nden psikolog Edward Diener anlatmıştı.
7 Vaka çalışmaları arasında Diener’in
o ana dek karşılaştığı duygusal yoğunluğu en az yaşayan kişi, bu üniversite öğrencisiydi. Bu genç,
yangın gibi durumlar da dahil olmak üzere, olayları çok az ya da hiç hissetmeyerek yaşayan, temelde
tutkusuz biriydi.
Şimdi de, Diener’in yelpazesinin diğer ucundaki bir kadına bakalım. En sevdiği kalemini
kaybettiğinde günlerce bunun etkisinden kurtulamamış. Bir başka gün, pahalı bir mağazanın kadın
ayakkabılarında büyük ucuzluk ilanını gördüğünde öyle heyecanlanmış ki, yapması gereken işleri
bırakıp arabasına atlayarak, Chicago’daki bu dükkâna ulaşmak için üç saat araba sürmüş.
Diener’e göre kadınlar genelde hem olumlu hem de olumsuz duyguları erkeklerden daha yoğun
hissediyor. Cinsiyet farkını bir yana koyduğumuzda da, duygusal yaşamın daha çok şeyin farkında
olanlar için daha zengin olduğu söylenebilir. Duygusal açıdan bu denli hassas olan kişiler en ufak bir
kışkırtmayla bile, iyi ya da kötü anlamda, duygusal fırtınalara kapılır; diğer uçta olanlar ise, en
korkunç durumlarda bile pek bir şey hissetmez.
HİSSİZ ADAM
Gary, nişanlısı Ellen’i öfkeden çıldırtıyordu, çünkü akıllı, düşünceli, başarılı bir cerrah olmasına
rağmen duygusal açıdan donuktu, yani her türlü duygu gösterisine karşı tamamen tepkisizdi. Bilim ve
sanat hakkında mükemmel konuşmalar yapabilen Gary, sıra Ellen’a karşı hissettikleri de dahil olmak
üzere duygularına geldiğinde, susuyordu. Ellen elinden geldiğince onun tutkularını uyandırmaya
çalışsa da, Gary tepkisiz ve kayıtsız kalıyordu. Gary, Ellen’ın zoruyla gittiği terapiste, “Genelde
hislerini dışa vuran biri değilim,” diyordu. Duygusal yaşam söz konusu olduğunda, “Ne
söyleyeceğimi bilemiyorum, olumlu ya da olumsuz hiçbir güçlü duygu hissetmiyorum,” diye
ekliyordu.
Ellen, Gary’nin kayıtsızlığı karşısında kendini çıkmazda hisseden tek kişi değildi. Gary, terapiste
aktardığına göre, hayatında hiç kimseyle duyguları hakkında açıkça konuşamıyordu. Nedeni, ne
hissettiğini bile tanımlayamamasıydı. Söylediğine göre, hiç öfke, üzüntü ya da neşe duymuyordu.
23
Terapistin gözlemlediğine göre bu duygusal boşluk Gary ve onun gibileri renksiz, donuk
yapmaktadır: “Herkese sıkıntı verirler. Bu yüzden eşleri onları terapiste gönderir.” Gary’nin duygusal
donukluğu, psikiyatrların alexithymia diye adlandırdıkları bir durumun örneği. Bu Yunanca deyim, a
(yoksunluk), lexis (sözcük), thymos (duygu) sözcüklerinin birleşiminden oluşmakta. Bu tür kişiler
duygularını dile getiremez. Hatta hiçbir şey hissetmezler; bu, doğal duygu eksikliğinden çok,
duyguları ifade edememekten kaynaklanan bir durumdur. Bu tür kişiler ilk kez psikanalistler
tarafından, kullandıkları yöntemle tedavi edilemeyen; his, fantezi dile getiremeyen, renksiz rüyaları
olan, kısacası konuşulacak bir duygusal yaşamları olmayan bir hasta grubu olarak fark
edildiler.
24Aleksitimya halinin teşhisine yardımcı olan klinik özelliklerin, kendisinin ve başkalarının
duygularını betimleme zorluğu ve oldukça kısıtlı bir duygusal sözcük dağarcığı olduğu
söylenebilir.
25Bundan da öte, duygularını ve duygularla bedensel duyumlar arasındaki farkı ayırt
etmekte güçlük çekerler. Sözgelimi, içlerinin pır pır ettiğinden, çarpıntıdan, terlemeden, baş
dönmesinden söz edebilir, ancak bunu kaygı diye adlandıramazlar.
1972’de aleksitimya kavramını ortaya atan Harvardlı psikiyatr Dr. Peter Sifneos, bu durumu
“Duyguların merkezi bir yere sahip olduğu toplumumuzda, bu insanlar farklı, yabancı, hatta başka bir
dünyadan gelmiş izlenimi verirler,” şeklinde tanımlıyor.
26 Aleksitimikler ender olarak ağlar,
ağladıklarında ise bol gözyaşı dökerler. Ancak neden ağladıkları sorulduğunda, yanıt veremezler.
Aleksitimik bir hasta, kanserden ölen sekiz çocuklu bir anneyi konu alan filmi izledikten sonra
kendini kötü hissederek uyuyup kalana kadar ağlamış. Terapisti ona, bunun belki de o sırada
kanserden ölmek üzere olan annesini hatırlattığını söylediğinde ise hareketsiz, suskun ve şaşkın bir
ifadeye bürünmüş. O andaki duyguları sorulduğunda ise, kendini “berbat” hissettiğini söylemiş, ama
bunun ötesinde bir açıklama yapmamış. Zaman zaman nedenini hiç bilmeden kendini ağlar bir halde
bulduğunu da eklemiş.
27
Sorunun özü de budur. Aleksitimiklerin hiçbir şey hissetmedikleri söylenemez, duygularını tam
olarak adlandıramaz, en önemlisi, sözcüklere dökemezler. Duygusal zekânın temel becerisi olan
özbilinçten yoksundurlar, yani içimizi altüst eden duyguların bize ne hissettirdiğini bilemezler.
Aleksitimiklerin durumu, ne hissettiğimizin kendiliğinden belli olduğu yolundaki sağduyusal kavramı
yalanlıyor: Onların, ne hissettiklerine ilişkin en ufak bir fikirleri yoktur. Bir şey, ya da birisi onlara
bir şey hissettirdiğinde, bunun üstesinden gelemez, ne pahasına olursa olsun kendilerini aşan,
kaçınılması gereken bir şey olarak görürler. Bir şey hissedecek olurlarsa, sinemada ağlayan hastanın
dediği gibi, bunu “berbat” bir sıkıntı yumağı olarak yaşarlar; ancak ne tür bir berbatlık olduğunu tam
olarak ifade edemezler.
Duygular hakkındaki bu temel karışıklık, çoğu zaman onları duygusal bir sıkıntı yaşarken belirsiz
tıbbi sorunlardan yakınmaya iter. Bu, psikiyatride somatize etmek olarak bilinen, duygusal acıyı
fiziksel acı sanma olgusudur (ve psikosomatik rahatsızlıklardan, yani duygusal sorunların gerçekten
tıbbi sorunlara yol açması durumundan farklıdır). Aslında psikiyatrinin aleksitimiklere ilgisinin asıl
nedeni, onları doktora gelen esas hastalardan ayırt edebilmektir, çünkü ortada duygusal bir sorun
varken, uzun ve sonuçsuz teşhis ve tedavi süreçlerine girebilmektedirler.
Şu ana dek aleksitimyanın nedeni bilinmemekle birlikte, Dr. Sifneos’a göre limbik sistem ve
neokorteks, özellikle de neokorteksin sözel merkezleri arasında bir kopukluk söz konusudur. Bu da
duygusal beyin hakkında öğrendiklerimize uyuyor. Şiddetli nöbetler geçirdiği için semptomları
gidermek üzere bu bağı ameliyatla kesilmiş kişiler, Sifneos’a göre, aleksitimiklerde olduğu gibi
duygusal açıdan donuklaşıyor, hislerini dile getiremiyor ve hayal kurma yeteneğini aniden
kaybediyorlar. Kısacası, duygusal beynin devreleri duygusal tepkiler verebilse de, neokorteks bunları
ayırt edip dillendirme özelliğini ekleyemiyor. Henry Roth, Call It Sleep (Buna Uyku De) adlı
romanında dilin bu gücüne şöyle değiniyor: “Ancak ne hissettiğini kelimelere dökebilirsen o senin
olur.” Bunun doğal sonucu, aleksitimiklerin çıkmazıdır: Hisleri ifade edememek, onları kendine mal
edememek demektir.
İÇTEN GEÇEN HİSLERE ÖVGÜ
Elliot’un alnının tam arkasında büyüyen tümörü küçük bir portakal boyundaydı; ameliyatla tamamı
alındı. Operasyonun başarılı geçtiği bildirildi ama, Elliot’u tanıyanlar onun artık eski Elliot
olmadığını söylüyordu: Kişiliği tamamen değişmişti. Bir zamanların başarılı şirket avukatı, artık
hiçbir işte dikiş tutturamıyordu. Karısı onu terk etti. Birikmiş parasını sonuç vermeyen yatırımlarda
kaybedince, erkek kardeşinin evindeki kullanılmayan odada yaşayan bir sığıntı durumuna düştü.
Elliot’un sorunu bilmece gibiydi: Entelektüel açıdan, her zamankinden daha zekiydi, ancak zamanını
çok kötü kullanıyor, ufak ayrıntılar içinde kayboluyordu; önceliklerini tamamen yitirmiş bir haldeydi.
Uyarılar işe yaramıyordu; bir dizi avukatlık işinden kovuldu. Kapsamlı zekâ testleri Elliot’un zihinsel
becerilerinde bir eksiklik bulamayınca, sinirsel bir sorunu çıkarsa işsizlik sigortasından
yararlanabileceği umuduyla bir nöroloğa gitti. Aksi takdirde herkes onun hasta numarası yaptığını
sanacaktı.
Elliot’un gittiği nörolog Antonio Damasio, Elliot’un zihinsel repertuarında bir şeyin eksik olduğunu
fark etti: Mantık, bellek, dikkat, ya da diğer bilişsel yetilerinde sorun yoktu, ancak Elliot başına
gelenler konusunda ne hissettiğini bilemiyordu.
28En çarpıcı şey, Elliot’un hayatındaki trajik olayları,
sanki geçmişteki kayıplarının ve başarısızlıklarının salt bir gözlemcisiymiş gibi, tam bir kayıtsızlıkla,
pişmanlık ya da üzüntü, hayatın adaletsizliği karşısında öfke ya da engellenmişlik belirtisi
göstermeksizin anlatabilmesiydi. Yaşadığı felaket ona acı vermiyordu. Damasio, Elliot’un
hikâyesinden, kendisinden daha fazla etkilenmişti.
Damasio’ya göre bu duygusal özbilinçsizliğin kaynağı, beyin tümörüyle birlikte Elliot’un prefontal
loblarının bir kısmının da alınmış olmasıydı. Aslında bu ameliyatla duygusal beynin aşağı merkezleri,
özellikle de amigdala ve ilgili devrelerle neokorteksin düşünme yetenekleri arasındaki bağ kesilmişti.
Elliot’un düşünme yeteneği bir bilgisayarınki gibi olmuştu; bir kararın aritmetiğinde her işlemi
yapabiliyor, ancak farklı olasılıklara farklı değerler veremiyordu. Her olasılık onun gözünde aynı
değeri taşıyordu. Bu aşırı duygusuz düşünme tarzı da, Damasio’ya göre Elliot’un sorununun özüydü:
Hislerinin farkında olmaması, Elliot’un muhakemesinde bir bozukluğa yol açmıştı.
Bu aksaklık sıradan kararları bile etkiliyordu. Damasio, Elliot’la bir sonraki randevu gününü ve
saatini kararlaştırmak istediğinde, sonuç kararsızlığın yol açtığı bir kargaşa oluyordu: Elliot,
Damasio’nun önerdiği her gün, her saat için lehte ve aleyhte gerekçeler buluyor, ama aralarından
birini seçemiyordu. Mantıksal açıdan bakıldığında, her bir randevu saatini kabul ya da reddetmek için
bir neden bulmak mümkündü. Ancak Elliot önerilen randevu saatlerinin hiçbiri hakkında ne
hissettiğinin farkında değildi. Kendi duygularının farkında olmadığı için, herhangi bir tercihi de
olamıyordu.
Elliot’un kararsızlığından çıkarılacak derslerden biri, hayatın akışı içinde alınabilecek sonsuz
sayıda kişisel karar arasından yapılan seçim konusunda duyguların hayati bir rol oynadığıdır. Güçlü
duygular muhakeme sürecinde kaos yaratabilse de, duyguların farkında olmamak, özellikle
geleceğimizi belirleyen kararları tartmakta yıkıcı sonuçlar doğurabilir: Hangi mesleğin seçileceği, iş
güvencesi yüksek bir yerde mi, yoksa daha riskli ama ilginç bir işte mi çalışılacağı, kiminle flört
edileceği, ya da evlenileceği, nerede yaşanacağı, hangi evin kiralanacağı ya da satın alınacağı gibi.
Bu tür kararlar salt mantığa dayanarak alınamaz; kişinin güdülerine ve geçmiş deneyimlerden
derlenmiş duygusal bilgeliğe ihtiyaç vardır. Kiminle evlenileceği, kime güven duyulabileceği, ya da
hangi mesleğin seçileceği gibi konularda salt biçimsel mantık işe yaramaz; bunlar duygular
olmadığında aklın köreldiği alanlardır.
Bu anlarda bize yol gösteren sezgisel işaretler iç organlarımızdan limbik sistemce güdülenmiş
dalgalar şeklinde gelir; Damasio’nun “somatik işaretleyiciler” dediği, kelimenin tam anlamıyla
içimizden geçen hislerdir. Somatik işaretleyici bir çeşit otomatik alarmdır ve tipik olarak bir
hareketin doğurabileceği olası tehlikeye dikkat çeker. Genellikle bu işaretleyiciler, deneyimlerimizin
temkinli olmayı öğrettiği bazı seçeneklerden bizi uzaklaştırır, aynı zamanda altın değerinde bazı
fırsatları görebilmemizi de sağlar. Biz çoğunlukla o anda hangi deneyimimizin böylesi olumsuz bir
hisse yol açtığını hatırlamayız; ihtiyacımız olan tek şey, bir sinyalin, belirli bir olası davranıştan
kaynaklanan sonucun yıkıcı olacağını bildirmesidir. Ne zaman içimizden bu tür bir his geçse, ya o işi
bırakırız, ya da daha büyük bir güvenlik duygusuyla o düşünce yolunda devam ederek seçenekleri eler
ve önümüzdeki seçenekler dizisini daha kolay karar verebileceğimiz bir kalıba sokarız. Kişisel
açıdan doğru kararlar verebilmenin anahtarı, özetle hislerine kulak vermektir.
BİLİNÇALTINA İNERKEN
Elliot’un duygusal boşluğu, yaşanan duyguları kavrama yeteneğinin insanlarda farklı olabileceğini
gösteriyor. Nöroloji mantığına göre, bir sinir devresinin işlemeyişi herhangi bir yetenekte bozukluğa
yol açıyorsa, beyinlerinde herhangi bir araz olmayan kişilerde o devrenin görece daha kuvvetli ya da
zayıf oluşu, kişilerin o yeteneğinin birbirinden farklı derecelerde olmasını gerektirir. Duygularla
uyum açısından prefontal devrelerin oynadığı role bakacak olursak, nörolojik nedenlerden dolayı
bazıları içlerinde gelişen korku ya da coşkuyu diğerlerinden daha kolay algılayabilmekte, dolayısıyla
da duygularının daha fazla farkında olabilmektedir.
Psikolojik içgörü yeteneği de bu devreyle bağlantılı olabilir. Bazılarımız duygusal zihnin özel
simgesel biçimlerini yakalamaya daha yatkındır: Şiirler, şarkılar ve masalların yanı sıra mecaz ve
benzetme de hep gönül dilinde seslenir. Anlatının akışını birbiriyle bağlantısız gözüken çağrışımların
belirlediği düşler ve mitler de duygusal zihnin kurallarına uyarak aynı dilden konuşur. İster roman,
ister şarkı sözü yazarı ya da psikoterapist olsun, kalbinin sesini, yani duyguların dilini dinlemeye
yatkın olanların, oradan gelen mesajları daha iyi anlayabilecekleri kesindir. Bu iç uyumlulukları
onlara “bilinçaltının bilgeliğini”, yani en derin dileklerimizi içeren simgeler olan düş ve
hayallerimizin saklı anlamlarını dillendirme becerisini verir.
Psikolojik içgörünün temeli özbilinçtir; psikoterapinin çoğunlukla güçlendirmeyi amaçladığı yeti de
budur. Aslında Howard Gardner’ın içsel zekâ için örnek aldığı kişi de, ruh dünyasının gizli
dinamiklerinin haritasını çıkarabilmiş olan Sigmund Freud’tur. Freud’un dediği gibi, duygusal hayatın
büyük bir kısmı bilinçaltındadır; içimizde hissettiklerimiz çoğu kez bilinç düzeyine erişmez. Bu
psikolojik olgunun gözlemsel olarak doğrulanması, sözgelimi kişilerin daha önce gördüklerinin
farkında bile olmadıkları şeylere karşı kesin bir hoşlanma duygusu beslemeye başlamaları gibi,
dikkate değer bir bulgunun ortaya çıktığı bilinçaltı duygularla ilgili deneylerle mümkündür. Her duygu
bilinçaltında olabilir, zaten çoğu zaman da öyledir. Fizyolojik açıdan duygu, genellikle kişi onu fark
etmeden önce başlar. Örneğin, yılandan korkan kişilere yılan resimleri gösterildiğinde, deri
üzerindeki algılayıcılar bir kaygı işareti olan terlemenin başlangıcını tespit etse de, onlar henüz bir
korku hissetmediklerini belirtirler. Kaygılanmaya başlamaları bir yana, yılan resmi ne olduğunu
algılayamayacakları bir hızda gösterilse bile, bu terleme görülmektedir. Bu tür bilinç öncesi duygusal
kıpırtılar biriktikçe, sonunda bilince ulaşacak kadar güçlenirler. Demek ki duyguların, bilinçaltı ve
bilinçli olarak iki düzeyi vardır. Duygunun bilince ulaştığı an, onun aynı zamanda frontal kortekse bir
duygu olarak kaydedildiği andır.
29
Bilincin eşiğinde kıpırdayan duygular, faaliyetleri hakkında bir fikir sahibi olmasak da, algı ve
tepkilerimizi yönlendirmekte oldukça etkindir. Günün erken saatlerinde karşılaştığı bir kalabalıktan
rahatsız olan birini ele alalım; hırçınlığı saatlerce devam eder, karşısındakilerin davranışlarından,
hiçbir kasıt olmasa da alınır ve durup dururken insanları tersler. Devam eden rahatsızlığının farkında
değildir ve birisi buna dikkatini çekerse şaşırabilir, oysa bir şey bilincinden kaçarak sert tepkiler
vermesini emretmektedir. Ancak verdiği tepkiler konusunda bilinçlenince, yani bunlar neokortekse
kaydedilince, olayları yeniden değerlendirip sabahın erken saatlerinde üstüne çöken hislerden
kurtulup hayata bakış açısını ve ruh halini değiştirebilmektedir. Bu şekilde duygusal özbilinç,
duygusal zekânın ikinci ana öğesi olan kötü bir ruh halini üzerinden atma yeteneğinin temel taşını
oluşturur.
16 Özbilinç terimini; kişinin kendi deneyimine içine dönük, kendine dönüşlü bir dikkatle bakmasına atıf yapmaktadır; bazen buna
düşüncelilik de denir.
17 Ayrıca bkz:Jon Kabat-Zinn, Wherever You Go, There You Are (New York: Hyperion, 1994).
18 Gözlemleyen ego: Psikanalistin dikkat durumu ve özbilincinin içgörülü bir kıyası Mark Epstein’ın Thoughts Without a Thinker (New
York: Basic Books, 1995) adlı eserinde görülmektedir. Epstein’a göre, bu yetenek derinlemesine işlenirse, gözlemcinin sıkılgan halinin
yerine, “tüm hayatı kucaklayabilecek, daha esnek ve cesur bir ‘gelişmiş ego’ ” halini koyabilir.
19 William Styron, Darkness Visible: A Memoir of Madness (New York: Random House, 1990), s.64.
20 John D. Mayer ve Alexander Stevens, “An Emerging Understanding of the Reflective (Meta) Experience of Mood, ” yayınlanmamış
metin (1993).
21 Mayer ve Stevens, a.g.e. Bu duygusal özbilinç tarzları için kullandığım bazı terimler, onların sınıflandırmalarından yaptığım
uyarlamalardır.
22 Duyguların şiddeti: Bu çalışmanın büyük bir kısmışu anda Michigan Üniversitesi’nde bulunan ve Diener’in eski bir yüksek lisans
öğrencisi olan Randy Larsen tarafından ya da onunla birlikte gerçekleştirilmiştir.
23 Duygusal bakımdan donuk cerrah Gary; Hillel I. Swiller’ın “Alexithymia: Treatment Utilizing Combined Individual and Group
Psychotherapy,” International Journal for Group Psychotherapy sayı 38, 1 (1988), s. 47-61’de tarif edilmiştir.
24 Duygusal cahil, M.B. Freedman ve B.S. Sweet tarafından “Some Specific Features of Group Psychotherapy, ” International
Journal for Group Psychotherapy sayı 4, (1954) s. 335-68’de kullanılmıştır.
25 Aleksitimyanın klinik özellikleri Graeme J. Taylor’ın Amerikan Psikiyatri Derneği’nin Washington, DC’deki (Mayıs 1986) yıllık
toplantısında sunduğu “Alexithymia: History of the Concept” adlı tebliğde tarif edilmektedir.
26 Aleksitimyanın bu tarifi, Peter Sifneos’un “Affect, Emotional Conflict, and Deficit: An Overview,” Psychotherapy-andPsychosomatics,
sayı 56 (1991), s.116-22’den alınmıştır.
27 Neden ağladığını bilmeyen kadından, H. Warnes’ın “Alexithymia, Clinical and Therapeutic Aspects,” Psychotherapy-andPsychosomatics,
sayı 46 (1986), s.96-104’te söz edilmiştir.
28 Muhakemede duyguların rolü: Damasio, y.a.g.e.
29 Bilinçaltı korku: Yılan etüdleri Kagan’ın Galen’s Prophecy başlıklı eserinde tarif edilmiştir.
5-Tutkunun Köleleri
Sen...
Kaderin sillesini de, ödüllerini de
Aynı şükranla karşılamış birisin...
Tutkularının kölesi olmayan bir adam göster bana,
Kalbimin içinde, hatta kalbimin kalbinde taşıyayım onu,
Tıpkı seni taşıdığım gibi...
Hamlet’ten arkadaşı Horatio’ya
Bir çeşit özdenetim, yani “tutkunun kölesi” olmaktansa kaderin sillesinin kopardığı duygusal
fırtınalara dayanabilme, Eflatun’dan beri yüceltilen bir erdemdir. Bunun eski Yunanca’daki karşılığı
olan sophrosyne, Yunanca uzmanı Page DuBois’nın yorumuyla, “kişinin hayatını özenle ve akıllıca
yaşaması; ahenkli bir denge ve bilgelik” anlamına gelir. Romalılar ve eski Hıristiyan kilisesiyse buna
temperantia, yani dengeleme, duygusal aşırılıkları sınırlama demiş. Amaç, duyguları bastırmak değil,
dengedir: Her duygunun kendine özgü bir değeri ve önemi vardır. Tutkusuz bir hayat, yaşamın kendi
zenginliklerinden kopuk ve yalıtılmış, donuk, çorak bir kayıtsızlık alemine dönüşebilir. Ancak
Aristo’nun tespit ettiği gibi, makbul olan uygun duygudur, yani koşullarla orantılı biçimde
hissedebilmektir. Duygular fazlasıyla bastırıldığında donukluk ve uzaklık yaratır; kontrolden
çıktığında, aşırı ve ısrarlı, patolojik bir hale gelir. Kişiyi felç eden baskın kaygılanmada, öfkeye
dönüşen kızgınlıkta ve manik ajitasyonda olan da budur.
Aslında, bize sıkıntı veren duygulara hâkim olabilme, duygusal sağlığımızın anahtarıdır; aşırılık –
fazla yoğun ya da uzun süreli duygular– dengemizi bozar. Doğal olarak bu, tek tip duygu hissetmemiz
gerektiği anlamına gelmez; her zaman mutlu olmak, bir bakıma 1970’lerde moda olan gülen yüz
rozetlerinin kişiliksizliğine bürünmek demektir. Acı çekmenin yaratıcılığa ve ruhsal hayata katkıları
lehinde söylenebilecek çok şey vardır; acılar ruhu olgunlaştırabilir.
Düşüşler en az çıkışlar kadar hayata bir tat katar, ancak bunların dengede olması gerekir. Kalbin
matematiğinde kişinin kendini iyi hissetmesi olumlu ve olumsuz duyguların oranına bağlıdır –en
azından ruh hali konusunda yüzlerce kadın ve erkek üzerinde yapılan araştırmalarda, deneklerden
rasgele anlarda yanlarında taşıdıkları çağrı cihazlarının hatırlatmasıyla o anki ruh hallerini
kaydetmeleri istendiğinde çıkan sonuç budur.
-30
İnsanın kendini iyi hissetmesi için tatsız duygulardan
kaçınması gerekmez; ancak fırtınalı duyguların tüm olumlu ruh hallerinin yerini alacak kadar
kontrolden çıkmaması gerekir. Yoğun öfke ya da depresyon halleri yaşayanlar, bunları dengeleyen bir
dizi eşit yoğunlukta neşeli ve mutlu anları oluyorsa, hâlâ kendilerini iyi hissedebilirler. Bu
incelemeler, ders notları veya IQ ile kişinin duygusal sağlığı arasında çok az hatta sıfır ilinti olduğunu
bulgulayarak, duygusal zekânın akademik zekâdan bağımsızlığını da ortaya koyuyor.
Nasıl zihnin arka planında düşüncelerin dinmeyen uğultusu varsa, sürekli bir duygusal mırıldanma
da vardır; birini çağrı cihazıyla önce sabahın altısında, sonra da akşamın yedisinde ararsanız, her
seferinde farklı bir ruh halinde bulursunuz. Kişinin ruh hali bir günün sabahından ertesi güne elbette
farklılık gösterebilir; ancak ruh hallerinin haftalık ya da aylık ortalaması, onun genelde kendini nasıl
hissettiğini gösterir. Anlaşılan, çoğu insan aşırı yoğun duyguları ender yaşıyor; duygusal iniş
çıkışlarımız arasında küçük tümseklere çarpsak da, çoğumuz ortalarda bir yerde oluyoruz.
Yine de, duyguları idare etmek tam günlük bir iştir, özellikte boş zamanlarımızda, çoğunlukla ruh
halimize hâkim olma çabası harcarız. Roman okumaktan TV seyretmeye kadar, seçtiğimiz tüm
faaliyetlerimizi ve arkadaşlarımızı kendimizi iyi hissetmek amacıyla seçiyor olabiliriz. Kendini
yatıştırma sanatı, temel bir hayat becerisidir. John Bowlby ve D.W. Winnicott gibi bazı psikanalitik
düşünürler bunu en en önemli psişik araçlardan biri olarak görürler. Teoriye göre, duygusal açıdan
sağlıklı bebekler bakıcılarının kendilerini yatıştırma tarzlarını kendilerine aynen uygulamayı öğrenir
ve duygusal beynin iniş çıkışlarından daha az zarar görürler.
Gördüğümüz gibi beynin düzeni, ne zaman ve hangi duygunun rüzgârına kapılacağımızı kontrol
etmemizi çoğu kez zor ya da olanaksız kılıyor. Ama bir duygunun ne kadar süreciğini belirlememiz
bir ölçüde olanaklıdır. Söz konusu olan, ıvır zıvır türünden üzüntü, kaygı, kızgınlıklar değildir; bu tür
haller zamanla ve sabırla atlatılabilir. Ancak bu duyguların yoğunluğu ve süresi uygun ölçüyü
aşıyorsa, o zaman rahatsızlık veren uçlara, yani kronik kaygı, kontrolsüz öfke ve depresyona doğru
kayarlar. Başa çıkılmaz bir yoğunluk kazandıklarında da, kurtulabilmek için ilaç tedavisi, psikoterapi
ya da her ikisi birden gerekli olur.
Bu tür durumlarda duygusal açıdan kendini ayarlama yeteneğinin bir belirtisi, duygusal beyindeki
kronik ajitasyonun farmakolojik bir yardım görmeden giderilemez hale ne zaman geldiğinin farkında
olabilmektir. Örneğin, manik depresif vakaların üçte ikisi, bu rahatsızlığa karşı hiçbir tedavi
görmemiştir. Ancak lityum ve bazı yeni ilaçlar, kişiyi felç eden depresyonun yarattığı hırçınlık ve
öfkeyle, manik durumların coşku ve yücelik halini birbirine karıştıran tipik döngüyü kırabilir. Manik
depresiflerde görülen bir sorun da, maninin verdiği coşkuyla kişinin felaketle sonuçlanabilecek
kararlar vermesine rağmen, yardım ihtiyacını hissetmeyecek kadar kendinden emin olmasıdır. Böylesi
ciddi duygusal bozukluklarda, psikiyatrik ilaç tedavisi, hayatı düzenlemeye yarayan bir araçtır.
Kendimizi kötü hissettiğimiz daha sıradan ruh hallerini ise kendi olanaklarımızla aşmamız gerekir.
Ne yazık ki bunu her zaman kendi kendimize başaramıyoruz; en azından Case Western Reserve
Üniversitesi’nden psikolog Diane Tice’ın, dört yüzü aşkın kadın ve erkeğe kötü ruh halinden
kurtulabilmek için hangi stratejileri kullanıp bunların ne kadar faydasını gördüklerini sorduğu
araştırmadan çıkan sonuç budur.
31
Kendini kötü hissetme halinin giderilmesi gerektiği yolundaki felsefi önermeye herkes katılmıyor;
Tice’a göre “saf ruh hali”ni savunan yüzde beşlik bir grup, tüm duyguların “doğal” olduğunu öne
sürerek, ne kadar kötü olursa olsun duyguları olduğu gibi yaşamaktan yanaydı. Bir de pragmatik
nedenlerden ötürü kendini özellikle tatsız ruh hallerine sokanlar vardı: Bunların arasında hastalarına
kötü haberi vermeye hazırlanan doktorlar, adaletsizliğe karşı daha iyi savaşabilmek için öfke
besleyen toplumsal eylemciler, hatta oyun alanındaki kabadayılara karşı kardeşine yardım edebilmek
için kendini öfkelendirdiğini söyleyen genç bir adam bulunuyordu. Bazıları ise ruh halleriyle
oynamakta tamamen Makyavelci bir tavır takınıyordu; faturalarını ödemeyenlere karşı iyice kararlı
görünmek için kendilerini bilerek öfkelendiren tahsildarlar gibi.
32Ancak hoşnutsuzluğunu kasten
pekiştiren az sayıdaki örnek bir yana bırakılırsa, birçok kişi ruh hallerine yenik düşmekten
şikâyetçiydi. İnsanların ruh hallerini atlatmakta gösterdikleri başarı ise belirgin bir şekilde farklıydı.
HİDDETİN ANATOMİSİ
Otoyolda giderken bir arabanın aniden önünüze çıkarak sizi tehlikeli biçimde sıkıştırdığını düşünün.
Aklınızdan geçen ilk düşünce “Şu orospu çocuğuna bak!” ise, buna daha yoğun öfke ve intikam
hislerini içeren “Bana çarpabilirdi! Piç herif, bunu onun yanına kâr bırakırsam adam değilim!”
düşüncelerini izleyip izlemediği, öfkenin alacağı yön açısından son derece önemlidir. Siz, onun
boğazını sıkarcasına direksiyonu sıktıkça, parmaklarınızın eklem yerleri beyazlaşmaya başlar.
Vücudunuz kaçmaya değil, kavgaya hazır hale gelir; titremeye başlarsınız, alnınızda boncuk boncuk
ter birikir, kalbiniz güm güm atar, yüz kaslarınız tehditkâr bir ifadeyle gerilir. O adamı öldürmek gelir
içinizden. Sonra, bu durum sizi yavaşlattığı için arkanızdaki arabanın sürücüsü korna çalacak olursa,
ona karşı da öfkeyle patlamaya hazır hissedersiniz. İşte yüksek tansiyonun, gözü kara araba sürmenin,
hatta otoyolda silah çekip ona buna ateş etmenin özünde yatan bunlardır.
Öfkenin oluşmasına yol açan bu bir dizi düşünceyi, sizi sıkıştıran sürücü hakkında daha iyi niyetli
bir düşünce tarzıyla karşılaştıralım: “Belki beni görmedi, belki de bu kadar dikkatsiz kullanması için
iyi bir nedeni vardır, birini hastaneye yetiştiriyor olabilir.” Bu olasılıkları düşünmek, öfkeyi acıma
hisleriyle ya da en azından hoşgörüyle yumuşatarak, öfke oluşumunun önünü keser. Sorun, bizi
orantılı bir derecede ve gerektiğinde öfkelenmeye davet eden Aristo’nun da hatırlattığı gibi, çoğu
kez öfkeyi kontrol altına alamayışımızdır. Benjamin Franklin’in güzel bir şekilde dile getirdiği gibi;
“Öfke hiçbir zaman nedensiz değildir, ama ender olarak iyi bir nedeni vardır.”
Öfkenin çeşitleri vardır. Dikkatsizce davranarak bizi tehlikeye sokan sürücüye duyduğumuz türden
ani öfkenin ana kaynaklarında biri amigdala olabilir. Ancak duygusal devrenin diğer ucu olan
neokorteks, büyük olasılıkla soğukkanlı bir intikam ya da adaletsizliğe veya haksızlığa karşı duyulan
öfke gibi, daha hesaplı öfkeleri ortaya çıkarır. Bu tür iyi düşünülmüş öfkeler, Franklin’in dediği gibi
“iyi bir nedeni” olanlardır, ya da öyle görünürler.
İnsanların kaçınmak istedikleri duygular arasında en uzlaşılmaz gözükeni, öfkedir; Tice, kişilerin en
zor kontrol ettikleri duygunun öfke olduğunu bulgulamıştır. Gerçekten de öfke, olumsuz duyguların en
baştan çıkarıcı olanıdır; kendini haklı çıkaran sürekli bir iç monolog, öfkeyi serbest bırakması için
zihni en ikna edici fikirlerle doldurur. Üzüntünün aksine, öfke enerji verir, hatta coşturur. Öfkenin
baştan çıkarıcılığı, ikna gücü, belki de kendi başına öfke hakkındaki şu tür görüşlerin neden bu kadar
yaygın olduğunu açıklayabilir: Öfke kontrol edilemez, ya da ne olursa olsun kontrol edilmemelidir,
öfkesini kusmak, psikolojik rahatlama açısından daha da iyidir. Belki bu iki görüşün çizdiği kasvetli
görüntüye tepki niteliğindeki bir karşı görüş ise, öfkenin tamamen engellenebileceğini öne sürer.
Ancak araştırma bulguları dikkatle incelendiğinde, öfke konusundaki bu bildik tutumların yanlış
yönde ve belki de baştan aşağı uydurma olduğu görülür.
33
Öfkeyi alevlendiren öfkeli düşünceler silsilesi, aynı zamanda kişinin öfkesini dağıtmakta kullandığı
en kuvvetli yöntemlerden birinin de olası anahtarıdır: En başta öfkeyi alevlendiren inançları
zayıflatır. Neden öfkelendiğimiz hakkında ne kadar uzun düşünürsek, öfkemizi haklı çıkaracak o kadar
çok “iyi neden” icat edebiliriz. Kafayı takmak, öfkeyi körükler. Ancak olaylara değişik bir açıdan
bakmak, öfkenin alevlerini söndürür. Tice da, bir durumu olumlu bir çerçevede yeniden
düşünebilmenin, öfkeyi engelleyen en güçlü yöntemlerden biri olduğunu bulgulamıştır.
Hiddet “Dalgası”
Bu bulgu, uzun ve titiz deneylerle öfkeyi ve hiddetin anatomisini hassas bir şekilde çözümleyen
Alabama Üniversitesi’nden psikolog Dolf Zillmann’ın vardığı sonuçlarla örtüşmektedir.
34Öfkenin
kökeni, ‘savaş ya da kaç’ tepkisinin ‘savaş’ yanında olduğundan, Zillmann’ın öfkeyi körükleyen genel
nedenlerden birinin tehlike hissi olduğunu saptaması pek de şaşırtıcı değildir. Tehlike işaretini veren
şey; adaletsiz ya da kaba davranışlara maruz kalmak, hakarete uğramak veya aşağılanmak, önemli bir
hedefe doğru ilerlerken engellenmek gibi, yalnızca bariz bir fiziksel tehdit de olabilir. Bu algılamalar
beyin üzerinde iki tür etkisi olan bir limbik dalganın başlatıcısı olur. Bu dalganın bir bölümü, çabuk,
anlık bir enerji dalgası yaratan katekolaminlerin serbest bırakılmasıdır; ve bu, Zillmann’ın deyişiyle
“savaş ya da kaç durumlarında görüldüğü gibi, canlı bir eylem süreci” sağlamaya yeterlidir. Bu enerji
dalgasının ömrü dakikalarla sınırlıdır ve duygusal beynin düşmanı nasıl tarttığına bağlı olarak, o süre
içinde bedeni ya sıkı bir savaşa ya da hızlı bir kaçışa hazırlar.
Bu sırada, amigdaladan hareket alan bir başka akım, sinir sisteminin adrenokortikal kesiminden
geçerek, kişiyi eyleme hazırlayan güçlendirici bir genel zemin yaratır; katekolamin enerji dalgasından
çok daha uzun süren bu genelleştirilmiş adrenal ve kortikal uyarım saatlerce hatta günlerce devam
ederek, duygusal beyni uyarılmaya özellikle hazır bir duruma sokar ve bunu izleyebilecek tepkilerin
çabuk oluşabilmesi için bir temel oluşturur. Genelde, adrenokortikal uyarılmanın yarattığı bu “tetikte
olma” durumu, zaten bir miktar tahrik edilmiş veya bir şeyden biraz rahatsız olmuş insanların neden
öfkelenmeye çok daha yatkın hale geldiklerini açıklamaktadır. Her türlü stres, adrenokortikal
uyarılma yaratır ve öfkelenme eşiğini aşağıya çeker. Böylece, işte zor bir gün geçirmiş birisi,
akşamüstü evde, herhangi bir şey yüzünden –çocukların gürültüsü ya da dağınıklığı gibi– aslında
başka bir zamanda böylesi bir duygusal korsanlığa yol açacak şiddette algılanmayacak şeylere
hiddetlenmeye daha yatkın olur.
Zillmann, öfke hakkındaki bu içgörülere titiz deneylerin sonucunda varmıştır. Örneğin bir
incelemesinde, gönüllü kadın ve erkek denekleri yardımcısı aracılığıyla ima yoluyla kışkırtır.
Arkasından gönüllü deneklere hoş veya sinir bozucu bir film gösterilir. Daha sonra gönüllülerden,
aynı zamanda Zillmann’ın yardımcısına karşılık verme olanağını tanıyacak şekilde, o kişinin işe
alınmasında rol oynayacağını sandıkları bir değerlendirme yapmaları istenir. Deneklerin verdiği
karşılığın yoğunluğu, izledikleri filmin onları ne kadar uyardığıyla doğru orantılı olmuştur; sinir
bozucu filmi seyretmek onları daha da öfkeli yapmış ve o kişi hakkında en kötü değerlendirmeleri
yapmışlardır.
Öfke Öfkeyi Besler
Zillmann’ın çalışmaları, bir gün alışveriş ederken tanık olduğum aile dramlarından birine açıklama
getiriyor. Süpermarketin koridorlarından birinde, üç yaşındaki oğluna empatiyle, ölçülü bir biçimde
seslenen genç bir annenin sesi duyuldu: “Onu... yerine... koy!”
“Ama istiyorum!” diye mızmızlanan çocuk, Ninja Kaplumbağalı mısır gevreği kutusuna sımsıkı
sarıldı.
“Onu yerine koy!” Kadının yükselen sesine öfke hâkim oluyordu.
O anda alışveriş arabasına oturtmuş olduğu bebeği, yumulduğu reçel kavanozunu yere düşürdü.
Şangırtı duyulunca, “Bir bu eksikti!” diye bağıran anne, öfkeyle bebeği tokatladı, üç yaşındakinin
elinden de kutuyu kaptığı gibi en yakın rafa koyup onu belinden kavrayarak kucağına aldı ve arabayı
yan yatacak kadar tehlikeli bir şekilde hızla koridordan aşağı sürdü. Bebek ağlamaya başladı, çocuk
ise ayaklarını sallayarak, “Beni indir, beni indir!” diye karşı koydu.
Zillmann’a göre, beden bu anneninki gibi zaten eşikteyse ve bir şey duyguların kontrolden çıkmasına
yol açarsa, bunu takip eden duygu ister öfke ister kaygı olsun, özellikle yoğun yaşanır.
Hiddetlenmenin dinamiği de budur. Zillmann yükselen öfkeyi “her biri yavaşça yayılarak uyarıcı bir
tepki başlatan bir kışkırtma dizisi” olarak görüyor. Bu dizide her ardışık düşünce veya algı, amigdala
güdümlü katekolamin dalgalarının küçük çapta bir başlatıcısıdır ve her biri öncekilerin hormonal
ivmesinin üzerine kurulur. İkincisi, birincinin yatışmasından hemen önce, üçüncüsü de onların üstüne
gelir ve böylece, her dalga bir öncekinin kuyruğuna takılıp bedenin fizyolojik uyarılma düzeyini
çabucak yükseltir. Bu yapılanmada, sonradan gelen bir düşünce en baştakinden çok daha şiddetli bir
öfke başlatır. Öfke öfkeyi besler, duygusal beyin kızışır. Bu arada aklın frenlemediği hiddet,
patlayarak şiddete dönüşür.
Bu noktada insanlar, bağışlamayan ve mantık sınırlarını aşmış, intikam ve misillemeden başka bir
şey düşünmeyen, neticenin ne olabileceğine kayıtsız kalan kişilerdir. Zillmann’a göre bu yüksek
düzeydeki uyarılma, “bir kudret ve dokunulmazlık sanrısı yaratarak saldırganlığı teşvik edip
kolaylaştırırken,” hiddetlenmiş kişi “bilişsel bir rehberden yoksun kalarak” en ilkel tepkilere
başvurur. Limbik güdü yükselmektedir; hayatın gaddarlığından alınan en kaba dersler, hareket tarzını
belirler.
Öfkenin Merhemi
Hiddet anatomisi hakkındaki bu analize dayanan Zillmann, iki ana müdahale yolu öneriyor. Öfkeyi
dağıtmanın bir yolu, öfke dalgasını başlatan düşünceleri yakalayıp bunlara meydan okumaktır. Çünkü
ilk öfke patlamasını onaylayıp teşvik eden, bir etkileşimin başlangıçtaki değerlendirilmesidir;
alevleri körükleyen ise bunu izleyen değerlendirmelerdir. Zamanlama önemlidir; öfke döngüsüne ne
kadar erken aşamada müdahale edilirse o kadar etkili olur. Aslında yatıştırıcı bilgiler öfke devreye
girmeden önce gelirse, öfkenin önü tamamen kesilebilir.
Anlamanın öfkeyi yatıştırma gücü, Zillmann’ın diğer yardımcısının yaptığı deneyde de görülüyor.
Birlikte çalıştığı yardımcısı, egzersiz bisikletine binen gönüllü deneklere hakaret edip onları kışkırtır.
Bu kabalığına karşılık verme olanağı (yine yardımcının işe alınmasını etkileyecek olumsuz bir
değerlendirme yapma fırsatı) tanındığında, gönüllüler bunu öfkeli bir coşkuyla yapar. Ancak bir başka
deneyde, yine bir başka yardımcı, denekler kışkırtıldıktan sonra deneye katılır ve onlara misilleme
fırsatı verilmeden hemen önce, kışkırtıcı yardımcıya bir telefon geldiğini söyler. Kışkırtıcı yardımcı
dışarı çıkarken, yeni gelene de imalı bir söz söyler. Ancak yeni gelen yardımcı buna ters tepki vermez
ve gönüllü deneklere, odadan çıkmış bulunan kişinin, yaklaşan yüksek lisans sözlü sınavlarından
dolayı ne denli yoğun baskılar altında olduğunu anlatır. Bundan sonra kızgın denekler adama
misilleme yapma fırsatını yakaladıklarında bunu kullanmaz, hatta çektiği sıkıntılardan dolayı ona
anlayış gösterirler.
Bu tür yatıştırıcı bir bilgi, öfkeyi körükleyen durumları yeniden değerlendirmeye yol açar. Ancak,
öfkeyi hafifletme fırsatının belirli bir menzili vardır; Zillmann bunun ılımlı öfke düzeyinde işe
yaradığını, hiddete varan yüksek düzeylerde ise, “bilişsel yeti kaybı” olduğunu, yani aklın yitirildiği
durumlarda yatıştırma fırsatlarının hiç işe yaramadığını bulgulamıştı. İnsanlar hiddetlendiklerinde,
yatıştırıcı bilgiyi “Vah vah, çok yazık!” diyerek, ya da Zillmann’ın nazik deyişiyle, “İngilizcenin
içerdiği en kaba tabirleri kullanmak suretiyle” geçiştiriyorlardı.
Yatışma
On üç yaşımdayken, geçirdiğim bir öfke nöbeti sonucunda bir daha geri dönmemeye yemin ederek evden ayrılmıştım. Güzel bir yaz
günüydü, o tatlı sükûnet ve güzellik beni yatıştırıp teselli edene kadar sevimli sokaklarda yürüdüm. Birkaç saat sonra pişman olmuş,
hatta tamamen yumuşamış bir şekilde geri döndüm. O zamandan beri ne zaman öfkelensem, imkân varsa aynı şeyi yapıyorum. Bu
tedavi bana iyi geliyor.
Bu alıntı, 1899 yılında öfke konusunda yapılmış ilk bilimsel çalışmalardan birinde rol alan bir
deneğin ifadesidir
35 ve bugün bile, öfkeyi hafifletmenin ikinci bir yöntemine; hiddetlenmeye yol
açacak başka kışkırtıcı unsurların bulunmadığı bir ortamda, adrenal dalgasının yatışmasını bekleyerek
fizyolojik açıdan sakinleşmeye örnek teşkil ediyor: Sözgelimi, bir çatışma yaşandığında, o kişiden bir
süre boyunca uzak durmak gibi. Yatışma süreci boyunca, öfkelenmiş kişi düşmanca düşüncelerin
tırmanışını frenlemek için dikkatini başka yöne çekecek, oyalanacak bir şeyler arayabilir. İlgisini
başka bir noktaya yöneltmek, Zillmann’a göre oldukça basit bir nedenle, ruh halini değiştirmek
açısından son derece güçlü bir yöntemdir. Hoşça vakit geçirirken öfkeli kalmak zordur. Tabii işin püf
noktası, önce öfkeyi hoşça vakit geçirebilecek kadar yatıştırmaktır.
Zillmann’ın öfkenin tırmanış ve azalış yollarını çözümleyişi, kişilerin öfkelerini hafifletmek için
kullandıklarını söyledikleri stratejilerle ilgili Diane Tice’ın bulgularının birçoğuna da açıklama
getiriyor. Bunlar arasında oldukça etkili bir strateji, kendini yatıştırırken yalnız kalmak için çekip
gitmektir. Erkeklerin büyük bir kısmı, arabayla dolaşmayı tercih eder ve bu, araba kullanırken bir ara
verilmesini sağlar. (Tice da bana, araba kullanırken bu yüzden artık daha dikkatli olduğunu söyledi).
Belki daha güvenli bir seçenek, uzun bir yürüyüşe çıkmak olabilir; etkin egzersizler de öfkeyi
dağıtmaya yardımcı olur. Derin nefes alma ve kasları gevşetme gibi alıştırmalar, bedeni öfkenin
yarattığı yüksek uyarılma düzeyinden rahatlama düzeyine çektiği ve öfkeyi başlatan şeyden
uzaklaştırdığı için yararlıdır. Etkin egzersiz, benzeri nedenlerden ötürü öfkeyi yatıştırmaya yardımcı
olabilir. Egzersiz sırasında yüksek bir fizyolojik düzeye çıktıktan sonra durunca, beden daha düşük bir
etkinlik düzeyine döner.
Ancak öfke uyandıran düşünceler zihni meşgul etmeyi sürdürürse, yatıştırma süreci işe yaramaz,
çünkü bu tarz her düşünce yeni öfke dalgalarına yol açabilecek küçük bir vesiledir. İlgi odağını
değiştirme, öfkeli düşünce silsilesini durdurma gücüne sahiptir. Tice, öfkeyi kontrol etmek için
izlenen stratejilerle ilgili araştırmasında, odak değiştirmenin öfkeyi yatıştırmaya büyük ölçüde
yardımcı olduğunu saptamıştır. TV, sinema izleme, kitap okuma ve benzeri şeyler hiddeti körükleyen
öfkeli düşüncelere müdahale eder. Ancak Tice, kendisi için alışveriş yapmak ya da yemek yemek gibi
zevklere teslim olmanın fazla etkili olmadığını da ortaya koymuştur; kişinin alışveriş için dolaşırken
ya da bir parça çikolatalı keki mideye indirirken, öfkeli düşünceleri zihninde taşımaya devam etmesi
hiç de zor değildir.
Bu stratejilere, Duke Üniversitesi’nden psikiyatr Redford Williams’ın, yüksek kalp hastalığı riski
taşıyan saldırgan kişilerin sinirlenme eğilimlerini kontrol etmeleri için geliştirdiği stratejiler de
eklenebilir.
36Tavsiyelerinden biri, özbilinci kullanarak, kuşkucu ya da düşmanca düşünceler zihinde
uyanır uyanmaz farkına varıp bunları yazmaktır. Öfkeli düşüncelerin böylece farkına varıldıktan sonra
bunlara karşı çıkılabilir, yeniden değerlendirilebilir. Ancak Zillmann’ın bulguladığı gibi, bu yaklaşım
öfke hiddete dönüşmeden önce daha fazla işe yaramaktadır.
Dışavurum Yanılgısı
New York kentinde bir taksiye yerleştiğimde, genç bir adam taksinin önünde durmuş, karşıya
geçmek için trafiğin rahatlamasını bekliyordu. Sabırsız sürücü korna çalarak onu yürümeye zorladı.
Genç adamın buna tepkisi ise, kaşlarını çatarak müstehcen bir hareket yapmak oldu.
Sürücü, “Seni gidi orospu çocuğu!” diye bağırırken, bir gaza bir frene basarak taksiye tehlikeli
hamleler yaptırıyordu. Bu ölümcül olabilecek tehdit karşısında genç adam somurtarak azıcık kenara
çekildi ve taksi adım adım trafiğe karışmak üzereyken, araca bir yumruk indirdi. Buna karşılık sürücü,
adama ağzına geleni söyledi.
Yola devam ederken her halinden sinirinin geçmemiş olduğu belli olan sürücü, “Kimseye pabuç
bırakmayacaksın. Sen de bağıracaksın, en azından insan kendini iyi hissediyor!” dedi.
İçini boşaltarak rahatlama –hiddeti dışa vurma– bazen öfkeyle baş etmenin en yüceltilen yöntemidir.
Halk arasında yaygın kurama göre, böylece “insan kendini daha iyi hisseder”. Ancak Zillmann’ın
bulgularına göre, öfkesini kusarak rahatlama tezine karşıt bir görüş var. Bu görüş, dışavurumun
etkilerini deneysel olarak araştıran psikologların, 1950’lerde, öfkeyi kusmanın ondan kurtulmaya pek
az yaradığını (tabii öfkenin baştan çıkaran bir yanı olduğundan, kişiler tatmin olduklarını
hissedebilir)
37bulgulamasından beri savunulmaktadır. Öfkeyi kusmanın işe yaradığı durumlar da
olabilir; hedef kişiye doğrudan yönelik olduğunda, durumun kontrol altına alındığı ya da adaletsizliğin
giderildiği hissini verdiğinde, veya diğerine “hak ettiği kadar zarar” verilip misillemede bulunmadan,
hoşa gitmeyen bir davranışını değiştirmesini sağladığında olduğu gibi. Ancak öfkenin tahrik edici
doğasından dolayı bunları söylemek, yapmaktan çok daha kolay olabilir.
38
Tice, öfke kusmayı, yatışmanın en kötü yollarından biri olarak görüyor: Hiddetli patlamalar beyni
iyice uyarır ve insanı daha az değil, daha çok öfkelendirir. Tice’a göre, insanlar kendilerini kızdıran
kişiden öfkelerinin acısını çıkardıklarını anlattıklarında, bunun etkisi o ruh halini gidermek değil,
uzatmak oluyordu. Çok daha etkili olan yöntemse, önce yatışıp sonra daha yapıcı veya kendini ortaya
koyacak bir biçimde, o kişiyle yüzleşerek anlaşmazlığı gidermekti. Öfkeyle nasıl baş edilebilir
sorusuna, Tibetli bir hoca olan Chogyam Tringpa bir zamanlar şu yanıtı vermişti: “Öfkeni içine atma.
Ancak öfkeyle hareket de etme.”
KAYGIYI YATIŞTIRMA: NE, BEN Mİ TASALANIYORUM?
Eyvah! Egzozdan kötü bir gürültü geliyor... Yine servise mi götürmeli, ne? Masrafını karşılayamam... Jamie’nin üniversitesi için
ayırdığım paradan çekmem gerekir... Ya okul taksitini ödeyemezsem? Geçen haftaki okul karnesi kötüydü... Ya notları daha da düşer
ve üniversiteye giremezse? Egzoz da fena halde patırtı çıkarıyor...
Kaygılı bir zihin ucuz bir melodramın kısır döngüsüne böylesine kapılmışken, bir dizi tasa birbirini
kovalar ve yine en başa dönülür. Yukarıdaki örnek, Pennsylvania State Üniversitesi’nden psikolog
Lizabeth Roemer ve Thomas Borkovec’ten alınmıştır. Kaygının temeli olan tasalanma hakkındaki
araştırmaları, bu konuyu nörotiğin sanatı olmaktan bilim düzeyine yükseltmiştir.
39Tasalanma işe
yaradığı sürece bir aksaklık yoktur; bir sorun üzerinde kafa yormak –tasalanma gibi görünse de,
yapıcı bir şekilde zihninde evirip çevirmek– bir çözüm getirebilir. Aslında tasalanmanın temelinde
yatan, evrim sürecinde hayati önem taşımış olan potansiyel tehlikelere karşı tetikte olmaktır. Korku
duygusal beyni uyardığı zaman, bunun sonucunda ortaya çıkan kaygının bir kısmı dikkati yakındaki
tehlikeye odaklar ve başka şeyleri o an için bir kenara bıraktırarak, zihni tamamen bununla meşgul
eder. Bir anlamda tasalanma, olası aksaklıkların ve bunlara karşı alınacak önlemlerin bir provasıdır;
tasalanmanın işlevi, hayatın tehlikelerine karşı olumlu çözümleri önceden üretmektir.
En zoru, tekrarlana tekrarlana bir kısır döngü halini alan, fakat hiçbir zaman herhangi bir olumlu
çözüme daha fazla yaklaşamayan kronik tasalanmalardır. Kronik tasalanma yakından incelenirse,
düşük düzeyde bir duygusal korsanlığın tüm özelliklerini taşıdığı görülür. Tasaların belli bir kaynağı
yoktur, kontrol edilemezler, sürekli bir kaygı duygusu yaratır, mantıktan etkilenmezler ve kişi
tasalanmaya tek ve katı bir bakış açısından bakar. Aynı tasalanma döngüsü yoğunlaşıp kalıcı bir hal
alırsa, çizgiyi aşarak tamamen sinirsel bir korsanlığa, kaygı bozukluklarına dönüşür: fobiler,
saplantılar - kontrolsüz güdüler ve panik nöbetleri gibi. Bu bozuklukların her birinde tasalanma odağı
belirgin bir tarzda sabitleşir. Kaygı, fobisi olanlarda korkulan durum üzerinde; saplantılı kişilerde
korkulan bir felaketi önleme sabit fikri üzerinde; panik nöbetine tutulanlarda ise ölüm korkusu ya da o
paniğe kapılma olasılığı üzerinde yoğunlaşır.
Bütün bu durumların ortak noktası tasaların çığrından çıkmasıdır. Örneğin saplantı ve kontrolsüz
dürtü bozukluklarından dolayı tedavi görmekte olan bir hanım, gününün büyük bir bölümünü hep aynı
şeyleri yaparak geçiriyordu: Günde birkaç kez kırk beş dakikalık duşlar alıyor, yirmi kez ya da daha
sık olarak, beş dakika ellerini yıkıyordu. Ayrıca tuvalet ispirtosuyla ovarak sterilize etmediği hiçbir
yere oturamıyordu. “Çok kirli” oldukları gerekçesiyle ne bir çocuğu ne de bir hayvanı
elleyebiliyordu. Bu dürtülerin tümünün temelinde ürkütücü boyutlardaki mikrop korkusu vardı; her
şeyi sık sık yıkayıp sterilize etmezse, bir hastalığa yakalanıp öleceği düşüncesiyle tasalanıyordu.
40
Psikiyatrik literatürde sürekli tasalanma hali anlamına gelen “genelleşmiş kaygı bozukluğu”
dolayısıyla tedavi gören bir kadından, bir dakika boyunca tasalarını yüksek sesle dile getirmesi
istendiğinde şöyle bir tepki verdi:
Bunu doğru yapamayabilirim. O kadar yapmacık olur ki, asılsorunu göstermeyebilir, oysa bizim asılsorunu bulmamız gerekiyor... Çünkü
asılsorunu bulamazsak, iyileşemem. İyileşemezsem de, hiçbir zaman mutlu olamam.
41
Tasalanma konusunda tasalanmanın bu ustaca gösterisinde, hasta bir dakika süreyle tasalarını dile
getirmesi talebine bile, birkaç saniye içinde hayat boyu sürecek bir felaketi düşünmeye başlayarak
tepki vermiştir: “Hiçbir zaman mutlu olamam.” Tasalar genelde bu tür bir çizgi izler, kişi kendi
kendine bir tasadan diğerine atlayan ve çoğu kez korkunç bir trajedinin hayaliyle her şeyin felaketle
sonuçlandığı bir öykü yaratır. Tasalar genelde zihnin gözünde değil, kulağında, yani görüntüler yerine
sözcüklerle ifade bulur. Bu gerçek, tasalanmayı kontrol etmek bakımından önemlidir.
Berkovec ve meslektaşları, tasalanma üzerinde çalışmaya, uykusuzluğa bir tedavi yöntemi ararken
başladılar. Diğer araştırmacıların da gözlemlediği üzere, kaygı iki biçimde kendisini ortaya koyar:
Bilişsel olarak, yani tasalı düşüncelerle, ya da somatik olarak, yani terleme, kalp çarpıntısı, kas
gerginliği gibi kaygının fizyolojik semptomlarıyla. Berkovec’e göre uykusuzluk çekenlerin asıl sorunu
bedensel uyanıklık değildi. Onları uyanık tutan şey, araya giren düşüncelerdi. Bunlar kronik tasalı
kişilerdi ve ne kadar uykuları olursa olsun tasalanmayı durduramıyorlardı. Uykuya dalmalarına
yardımcı olan tek şey, zihinlerini tasalardan arındırmaları ve bir gevşeme yönteminin yarattığı
duyumlara odaklanmalarıydı. Kısacası, tasalar ancak dikkati başka noktaya çevirerek
durdurulabiliyordu.
Ancak tasalı kişilerin çoğu bunu yapamaz. Berkovec’e göre bunun nedeni, tasalanmadan elde edilen
kısmi bir ödülün bu alışkanlığı kuvvetlendirici etkisidir. Tasaların olumlu bir yanı olduğu sanılır.
Tasalar, olası tehditlerle, kişinin yoluna çıkabilecek tehlikelerle baş etmenin yollarıdır. Tasalanma –
başarılı olduğunda– bu tehlikelerin bir provasını yaptırıp onlarla başa çıkma yöntemleri üzerinde
düşündürür. Ancak tasalanma her zaman bu kadar işe yaramaz. Bir sorunun çözümü için yeni
seçenekler ve bakış açıları, genelde tasadan, özellikle de kronik tasadan doğmaz. Tasalanan kişiler,
olası sorunlara çözüm üretmek yerine genelde tehlike üzerinde düşünür ve kendilerini bununla
bağlantılı hafif bir korkuya gömerek, aynı düşüncenin etrafında dönüp dururlar. Sürekli tasalanan
kişiler tamamen olasılık dışı olan bir sürü şey hakkında tasalanırken; hayatta başkalarının hiç farkında
olmadığı tehlikeler görürler.
Yine de, Berkovec’e tasalanmanın kendilerine yararlı olduğunu, kendi kendini beslediğini ve korku
dolu düşüncelerin sonsuz döngüsünde dönüp durduklarını anlatmışlardır. Tasalanma neden adeta
zihinsel bir bağımlılık yapmaktadır? Berkovec’in de değindiği gibi, batıl inançlarda da olduğu gibi,
tasalanma alışkanlığının tuhaf bir şekilde pekiştirici bir yanı vardır. İnsanlar gerçekleşme olasılığı
düşük pek çok şey için tasalandıklarından –sevilen birinin bir uçak kazasında ölmesi, iflas etmek
gibi– bunda en azından ilkel limbik beyin açısından sihirli bir şey var gibidir. Beklenen bir kötülüğü
uzak tutan muska gibi, tasalanma psikolojik açıdan, saplantı halini alan tehlikeyi önleyen şey olarak
görülür.
Tasalanma İşi
Kadın, bir yayıncının yaptığı iş teklifinin cazibesine kapılarak Orta Batı’dan Los Angeles’a taşınmıştı. Fakat daha sonra yayınevi başka
biri tarafından satın alındığı için, işsiz kalmıştı. Çok oynak bir pazarı olan serbest yazarlığa girişti; bu kez de, ya kendini işe boğulmuş, ya
da kirasını ödeyemeyecek durumda buluyordu. Sık sık telefonlarını sınırlamak zorunda kalıyordu ve ilk kez sağlık sigortasından yoksun
kalmıştı. Bu güvencesinin olmaması özellikle sıkıntı vericiydi: Sağlığının başına felaketler açacağını düşünmeye başlamıştı. Her baş
ağrısını bir beyin tümörünün habercisi olarak görüyor, araba kullanırken hep kaza geçireceği gözünün önüne geliyordu. Kendisini çoğu
kez tasalı, hayallere dalmış, karmakarışık sıkıntılar içinde buluyordu. Dediğine göre, tasalarının neredeyse bağımlılık yaptığının
farkındaydı.
Berkovec tasalanmanın beklenmedik bir yararını daha keşfetmişti. İnsanlar tasalı düşüncelerine
gömülüyken, tasaların ağırlığı kaygının öznel durumlarını –nabzın hızlanması, boncuk boncuk terleme,
titreme gibi– pek fark etmiyor ve tasalanma sürdükçe, en azından nabızdan görüldüğü kadarıyla, bu
kaygıyı kısmen batırıyordu. Anlaşılan, olaylar şu sırayla gelişiyordu: Tasalı kişi olası bir tehdit ya da
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder