Book and Novel Editor (fictional and non-fiction) Prisoner, Pyromania, Antiquity, Ancient Mesopotamia, Published Author of International Books.
27 Eylül 2016 Salı
Ayn Rand Hayatın Kaynağı
Dünya bizi kurtarma ve bize iyilik yapma aşkıyla dolu insanlar tarafından hep kana bulandı.
Tarihteki bütün savaşları içi iyilikle dolup taşan, kendini bir dava uğruna feda ettiğini düşünen
kurtarıcılar çıkardı.
Hitler Almanları, Stalin işçileri, Mao köylüleri kurtarmak için dünyayı kana buladı.
Milyonlarca insan kurtarıcıların şefkat dolu ellerinde can verdi. Hep Biz dediler, hiç Ben deyip
kendilerini düşünmediler.
Ama bilim, zenginlik, hayatı kolaylaştıran, hayatı yaşanır kılan her türlü buluş kendi çıkarları
için çalışan, işini iyi yapan Ben-cilerin eseriydi. Onlar hiçbir zaman “bizci” olmadılar. Sadece
işlerini iyi yapmaya çalıştılar ve bizlere rağmen başardılar.
Promete ateşi hediye ettiği insanlar tarafından yakıldı. Edison ampulü bulurken, karısı tarafından
toplum ve ailesi ile ilgilenmeyen bir anti-sosyal olarak suçlandı. Galileo dünya dönüyor dediği için
bizciler tarafından işkencelere uğradı. Bireysel akıl, kalabalıkların onaylamadığı bu büyük güç her
çağda saldırıya uğradı. Kalabalıklar, yaratıcı bireye saldırırken ellerindeki silahı hep iyilik,
fedakarlık, hayırseverlik kurşunlarıyla doldurdular. Ve hep yaratılan değerleri üleşmek, bölüşmek,
paylaşmak istediler. Mesela televizyonu seyrettiler fakat televizyonu bulan adamın adını hiç
öğrenmediler. Otomobile bindiler ama Ford’un servetinden şikayet ettiler. İnterneti kullandılar ama
Bili Gates’i çok para kazanmakla suçladılar. Tükettiğimiz her türlü zenginliği paranın bir oyunu
olarak ele almayı tercih ettiler. Sistem, kapitalizm, tüketim toplumu gibi adlar takıp eleştirdiler.
Türkiye’de eğer The Fountainhead iyi okunmuş olsaydı; hiçbir ideoloji aklın önüne geçmez,
Türkiye inanç dolu militanların cenneti olmak yerine meslek sahibi insanların ülkesi olurdu. Bir işi
iyi yapmak, işine saygı duymak, o işi başarmak bu kadar çok aşağılanmaz, insanlar yaptıkları işten,
üretmekten ve para kazanmaktan utanmazdı.
Elinizdeki bu kitap dünyanın fedakarlık tüccarları tarafından yok edilmemesi için bir AKIL
KALKANIDIR. Ben’in bir savunusu ve kalabalıklara karşı duran yaratıcılara verilmiş bir ödüldür.
Aklın ve mantığın yolunu izlemek isteyen herkese bu rehberi takdim etmekten onur duyuyorum.
Sinan Çetin Kasım 2002, İstanbul
Frank O’Conner’a
Mimarlık adlı o büyük mesleğe; o meslekte insan dehasının en yüce ifadesi sayılabilecek
birtakım eserler vermiş olmalarına rağmen çoğunlukla tanınmamış durumda kalan, insanların
çoğu tarafından keşfedilemeyen meslek büyüklerine, derin minnetimi ifade etmek isterim. Bu kitabı
yazarken bana bazı teknik konularda yardımlarını cömertçe sunmuş olan mimarlara da teşekkür
ederim.
Bu hikâyedeki hiçbir insan ve hiçbir olay, gerçek bir insana ya da olaya atıf amacıyla
yazılmamıştır. Kitapta adı geçen gazete köşe yazılarına ait sütun başlıkları; beş yıl önce, benim
tarafımdan bu romanın taslağı hazırlanırken uydurularak kullanılmıştır. Herhangi bir gazetedeki,
herhangi bir köşe yazısının başlığından alınmış değillerdir.
Ayn Rand 1943
Bölüm I - PETER KEATING
1
Howard Roark güldü.
Kayanın ucunda, çırılçıplak ayaktaydı. Göl o kayanın çok aşağısında kalıyordu. Yarı yolda
donakalmış bir granit patlaması, göğe doğru kaçarken, o durgun suyun biraz yukarısında öylece,
hareketsiz, çakılmıştı. Sanki aşağıdaki sular taş gibi duruyordu da, taşlar hareket halinde fışkırıyordu.
Kayaların şu andaki hareketsizliği, çatışma sırasında vuruşun vuruşla karşılaşması yüzünden;
akıntıların hareketten daha dinamik bir duraklamayla öylece kaldığı o kısacık andaki gibiydi.
Parıldıyordu taşlar. Güneş ışıkları, ıslak yüzeylerinde oynaşıyordu.
Aşağıdaki göl, kayaların orta yerine rastlayan ince çelik bir levhaydı yalnızca.. Kayalar daha
aşağıya doğru da, hiç değişmeden devam ediyordu. Gökte başlıyor, gökte bitiyordu onlar: Dünya da
boşlukta asılı gibi görünüyordu. Olmayan bir şeyin üzerinde yüzen bir ada ... kayanın ucunda duran
adamın ayaklarına bir çapayla tutturulmuş.
Vücudu gökyüzüne karşı geriye doğru büküldü. Uzun ve düz çizgilerden, açılardan oluşan bir
vücuttu. Her kıvrımı türlü düzlemlere yayılıyordu. Kazık gibi duruyordu orada. Kolları yanlarında,
avuçları dışa dönük. Kürek kemiklerinin kasılıp birbirine yaklaştığını hissetti; boynunun kıvrımını,
ellerindeki kanın ağırlığını bile fark etti. Arkadan esen rüzgârı omurgasında duydu. Rüzgâr saçlarını
gökyüzüne karşı dalgalandırdı. Ne sarı, ne de kızıldı saçları. Olgun bir portakalın kabuğu
rengindeydi.
O sabah başına gelen şeye ve şimdi önünde uzanan şeylere güldü.
Önündeki günlerin zor günler olacağını biliyordu. Yüzleşmesi gereken sorular, hazırlaması gereken
bir eylem planı vardı. Bunları düşünmesi gerektiğini biliyordu. Ama hiç düşünmeyeceğini de
biliyordu, çünkü her şey onun kafasında daha şimdiden çok netti. Plan zaten çoktan hazırdı. Ayrıca,
canı gülmek istiyordu.
Durumu düşünmeye çalıştı, sonra unuttu. Granite bakıyordu.
Gözleri çevresindeki dünyanın bilincine varınca, artık gülmedi. Yüzü bir doğa yasası gibiydi...
Sorgulanamayacak, değiştirilemeyecek. ödün koparılamayacak bir doğa yasası. Elmacık kemikleri
çıkık, avurtları çöküktü. Ela gözleri soğuk ve dengeli bakıyordu. Meydan okuyan bir ağız. Sımsıkı
kapalı. Bir celladın ya da ermiş bir kişinin ağzı.
Granite baktı. Kesilmek için, diye düşündü. Kesilip duvar yapılmak için. Ağaca baktı. Yarılıp kiriş
yapılmak için. Taşın üzerindeki pas tabakasına baktı, yerin altındaki demir cevherini düşündü.
Eritilmek, binalara karkas olarak yeniden doğmak için.
Bu kayalar benim için var burada, diye düşündü. Matkabı, dinamiti ve benim sesimi bekliyorlar.
Yarılmak, kesilmek, dövülmek, yeniden doğmak için, benim ellerimin onlara yeniden biçim vermesi
için bekliyorlar.
Sonra başını iki yana salladı; çünkü o sabahı hatırlamış, daha pek çok şey yapması gerektiğini
düşünmüştü. Kenara geldi, kollarını kaldırdı, aşağıdaki gökyüzüne doğru daldı.
Gölün ortasından dosdoğru karşı kıyıya yüzdü, giysilerini bıraktığı kayaya uzandı. Çevresine
hüzünlü gözlerle bakındı. Stanton'da oturduğu üç yıl boyunca tek gevşeme yöntemi, buraya gelip
yüzmek, dinlenmek, düşünmek, yalnız kalmak ve yaşıyor olmaktı. Ne zaman bir saatlik boş zamanı
olsa, buraya gelirdi. Ama boş zaman da pek seyrek çıkıyordu ortaya. Yeni kavuştuğu özgürlük
üzerine, ilk iş olarak yine buraya gelmek istemişti, çünkü son gelişi olduğunu biliyordu. O sabah
Stanton Teknoloji Enstitüsü'nün Mimarlık Fakültesi'nden kovulmuştu.
Giyindi ... Eski blucin pantolon, sandaletler, düğmelerinin çoğu kopmuş kısa kollu bir gömlek.
Kayalar arasındaki dar patikadan geçip yeşil bir yamacın ortasından inen toprak yolu buldu, oradan
aşağıdaki ana yola doğru ilerledi.
Hızlı yürüyordu. Adımlarında hareketin uzmanı olanlara özgü gevşek bir tembellik vardı. Uzun
yolu güneş altında yürüdü. İlerde Stanton kenti, Massachusetts kıyısına yayılmış, yatıyordu. Varlığının
nedeni olan mücevheri taşımak için yaratılmış bir montür gibi. O mücevher de karşı tepenin üzerinde
yükselen o büyük enstitüydü.
Stanton'un girişinde bir çöp alanı vardı. Çimenlerin üzerinde gri bir çöp tepesi oluşmuştu. Dumanı
hafif hafif tütüyordu. Teneke kutular güneşte parıldamaktaydı. Yol orayı geçip ilk evlerin arasından
kiliseye vardı. Kilise bir Gotik anıttı. Kuleleriyle birlikte güvercin mavisine boyanmıştı. Sağlam
ahşap kirişleri vardı ama bu kirişlerin üstünde bir yük yoktu. Renkli camlardan pencereleri, sahte
mücevherler gibiydi. Çimenlerin ötesinde, işkenceyle, biçimleri değiştirilip bozulmuş tahta yığınları
göze çarpmaktaydı. Bükülüp yuvarlak, uzun, yassı biçimlere sokulmuşlardı. Balkonlarda boy
gösteriyor, çıkıntı yapan damların altında eziliyorlardı. Pencerelerde beyaz perdeler uçuşmaktaydı.
Bir evin yan kapısında durmakta olan çöp tenekesi dolmuş, taşıyordu. Bir kapının basamağında
Pekinua bir köpek, yastığının üzerine oturmuş, ağzından salyalar damlatıyordu. Balkonun iki direği
arasında, çamaşır ipine asılmış bebek bezleri dalgalandı.
Howard Roark geçerken insanlar dönüp ona baktılar. Bazıları o geçtikten sonra bile, içlerinde
apansız uyanan bir güceniklik duygusuyla bakmayı sürdürdüler. Buna bir neden bulamıyorlardı.
Roark'un pek çok kişide uyandırdığı içgüdüsel tepkiydi bu. Ama o hiç kimseyi görmüyordu. Ona göre,
bomboştu bu sokaklar. Buradan çırılçıplak geçiyor olsa, zerre kadar kaygı duymazdı.
Stanton'un can damarım geçti ... İki yanı dükkân vitrinleriyle dolu, yeşil, enli bir şerit. Vitrinlere
yeni duyuru levhaları konmuştu: 72 MEZUNLARI, HOŞGELDİNİZ!, 22 MEZUNLARINA İYİ
ŞANSLAR!' 1922'de. yani bu yıl mezun olacak öğrenciler için, o gün öğleden sonra tören yapılacaktı.
Roark yan sokağa saptı. O sokağın ucunda, upuzun bir evler dizisinin sonunda, yeşil bir bahçenin
ortasında. Bayan Keating'in evi vardı. Kendisi üç yıldır o evde kiraladığı bir odada kalıyordu.
Bayan Keating balkondaydı. Parmaklığa asılı kafesin içindeki iki kanaryaya yem veriyordu.
Roark'u gördüğü anda, ufacık tombul eli havada donuverdi. Dönüp merakla baktı. Duruma uygun
düşen anlayışlı ifadeyi dudaklarına yerleştirmeye uğraştı, ama bu işin zor çabalar gerektirdiğini açığa
vurmaktan öteye gidemedi.
Roark kadını görmeden bahçeyi geçmekteydi. Bayan Keating onu durdurdu.
"Bay Roark!"
"Evet?"
"Bay Roark, o kadar üzüldüm ki ..." Kararsızlık içinde durakladı, "...bu sabah olanlara."
"Neye?" diye sordu Roark.
"Enstitüden atılmanıza. Ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Duygularınızı ta içimde hissettiğimi
bilmenizi istedim."
Durmuş, bakıyordu Roark. Ama Bayan Keating onun kendisini görmediğini biliyordu. Yo, tam da
öyle değil, diye düşündü. Her zaman dosdoğru insanların yüzüne bakardı Roark. O lanet olası gözleri
hiçbir şeyi kaçırmazdı. Ne var ki, sanki hiç yokmuşlar gibi bir duygu verirdi karşısındakilere. Öylece
durur bakardı. Cevap vermezdi.
Bayan Keating devam etti. "Ama dediğim şu; insan bu dünyada acı çekerse, attığı yanlış adımlar
yüzündendir. Tabii artık mimarlık mesleğinden vazgeçmeniz gerekecek, öyle değil mi? Ama genç bir
erkek nasıl olsa, memuriyette, satıcılıkta, herhangi bir işte hayatını doğru dürüst kazanabilir."
Roark yürümek üzere döndü.
"Bay Roark!" diye seslendi kadın yine.
"Evet?"
"Dekan siz yokken telefonla aradı."
Bu sefer bir duygusal tepki bekliyordu bu adamdan. Duygusal tepki demek, onu çökmüş, yıkılmış
görmek demekti. Bu adamın nesi vardı da, içinden hep onu çökmüş, yıkılmış görme isteği
kabarıyordu, onu pek bilemiyordu.
"Evet?" diye sordu Roark.
"Dekan," diye tekrarladı kadın kararsız bir sesle. Umduğu etkiyi yaratmaya bir kere daha çabaladı.
"Dekanın kendisi, sekreteri kanalıyla aradı."
"Evet?"
"Dekan’ın döndüğünüzde sizi hemen görmek istediğini söyledi."
"Teşekkür ederim."
"Ne istiyor olabilir şimdi sizce?"
"Bilmiyorum."
O, "Bilmiyorum," demişti ama Bayan Keating'in kulağına kesinlikle, "Bana vız gelir," mesajı
girmişti. İnanmaz bakışlarla genç adamın yüzüne baktı.
"Aklıma gelmişken," dedi. "Peter bugün mezun oluyor." Bunu pek ilgisiz bir şeymiş gibi
söylüyordu.
"Bugün mü? Ha, evet."
"Benim için bugün büyük bir gün. Oğlumu okutabilmek için ne kadar çabaladığımı düşünüyorum
da. Hoş, şikâyet ediyor değilim. Ben durmadan sızlanan insanlardan değilimdir. Peter çok zeki bir
çocuk."
Dimdik duruyordu. Tıknaz vücudu, kolalanmış pamuklu elbisesinin altında korselerle öyle
sıkılmıştı ki, sanki el ve ayak bileklerine et fışkırtıyormuş gibi görünüyordu.
En sevdiği konuyu açmış olmanın verdiği hevesle, çabucak devam etti. "Ama tabii övünmek bana
düşmez. Bazı anneler şanslı olur, bazıları şanssız. Hepimiz hak ettiğimiz yerdeyiz. Peter'e dikkat edin
bundan sonra. Gerçi ben oğlumun ölesiye çalışmasını isteyecek annelerden değilim, ona gelebilecek
küçük başarılar için de Tanrıya şükrederim. Ama eğer o çocuk Amerika Birleşik Devletleri'nin en
büyük mimarı değilse, annesi bunun nedenini bilmek isteyecektir."
Roark gitmek üzere döndü.
"Aman, ne yapıyorum ben böyle .... Sizi lafa tutuyorum!" dedi kadın neşeyle. "Hemen koşup
üstünüzü değiştirmeniz, çıkıp gitmeniz gerek. Dekan sizi bekliyor."
Tel kapının arasından, Roark'un sırtına baktı. Genç adamın ince uzun silueti, Bayan Keating'in titiz
bakımlı salonundan geçiyordu. Onu evin içinde görmek kadını her zaman rahatsız eder, içinde bir
ürküntü uyandırırdı. Sanki Roark bir anda dönüp onun sehpalarını, Çin vazolarım, çerçeveli
fotoğraflarını kırıp dökecekmiş gibi. Roark hiçbir zaman böyle bir şey yapma eğilimi göstermemişti.
Ama Bayan Keating nedenini bilmeksizin, hep böyle bir şey bekliyordu.
Roark merdivenlerden odasına çıktı. Geniş, oldukça çıplak bir odaydı. Beyaz badanalı duvarlar
orayı aydınlık göstermekteydi. Bayan Keating'e nedense hiçbir zaman Roark gerçekten orada
yaşıyormuş gibi gelmiyordu. Kadının verdiği en gerekli eşyalara genç adam bir tek şey bile
eklememişti. Ne resimler, ne asılı süsler, ne de neşe verici bir insan dokunuşu. Odaya giysilerinden
ve çizimlerinden başka hiçbir şey getirmemişti. Giysileri çok az, çizimleri çok fazlaydı. Bir köşeye,
üst üste, dağ gibi dizilmişlerdi. Bazen Bayan Keating'e, odada Roark değil de, o çizimler yaşıyormuş
gibi gelirdi.
Roark odaya girince o çizimlere doğru yürüdü. İlk ambalajlanması gerekenler onlardı. Bir tanesini
alıp kaldırdı, sonra İkincisine baktı, sonra üçüncüsüne. Öylece durmuş, koca sayfalara bakıyordu.
Dünyanın hiçbir yerinde var olmamış binaların çizimleriydi bunlar. Dünyaya gelmiş ilk insan
tarafından çizilmiş ilk evler gibiydiler. Sanki o insan kendisinden önce de binlerinin ev yaptığını hiç
duymamış gibi. Bu çizimler hakkında söylenebilecek tek şey, her bir yapının, tam nasıl olması
gerekiyorsa, öyle göründüğüydü. Bunları çizen sanki kâğıtların başına oturup da uzun uzun
düşünmemiş; kapıları, pencereleri, sütunları yerleştirmemişti. Sanki içinden gelen zorlayıcı
içgüdüleri ve kitapların öğrettiği esasları dökmüştü kâğıda. Binalar adeta yerin bağrından, canlı bir
güçten, bu halleriyle, bitmiş olarak fışkırmışlardı. Değiştirilemeyecek kadar doğru biçimde. Keskin
çizgileri kurşunkalemle bu kâğıtlara çizen elin daha öğrenmesi gereken pek çok şey vardı. Ama
çizgilerin bir teki bile gereksiz olmadığı gibi, gerekli olup da yerine konmamış bir tek düzlem de
yoktu. Yapılar yalın ve basitti ... Ta ki insan onlara bakıp da, bu basitliğin ne çabalarla, ne metot
karışımlarıyla, ne düşünce yoğunluğuyla gerçekleştirildiğini anlayıncaya kadar. Bir tek ayrıntı bile
herhangi bir üslubun emri değildi. Binalar Klasik olmadığı gibi, Gotik de değildi, Rönesans da
değildi. Howard Roark'du onlar yalnızca.
Sayfalardan birine bakarken durakladı. Bu çizim onu hiçbir zaman tatmin etmemişti. Kendi
kendine, egzersiz olsun diye yaratmıştı o binayı. Okul ödevlerinin dışında bir şeydi. Böyle
egzersizleri ara sıra, ilginç bir yer görüp de buraya nasıl bir bina yapılmalı diye düşündüğü zaman
çizerdi. Geceler boyunca oturup bu çizime bakmış, neyi gözden kaçırdığını düşünüp durmuştu. Şimdi
bakarken, hiçbir ön hazırlığı olmadığı halde, neyi yanlış yaptığını görüverdi.
Kâğıdı getirip masaya attı, üzerine eğildi, özenli çizimin üstüne hırslı çizgiler çizmeye başladı.
Arasıra durup resme bakıyor, parmak uçlarını kâğıda bastırıyordu. Sanki o binayı elleri orada
tutuyormuş gibi. Elleri upuzun parmaklı, sert damarlı, eklemleri ve bilekleri çıkıntılı ellerdi.
Bir saat sonra kapısının vurulduğunu duydu.
Çizmeyi kesmeksizin, "Girin!" diye seslendi.
"Bay Roark!" Bayan Keating soluk soluğaydı. Eşikten ona şaşkın şaşkın bakıyordu. "Ne
yapıyorsunuz siz?"
Roark dönüp baktı, onun kim olduğunu hatırlamaya çalıştı.
"Dekan ne olacak?" diye inledi kadın. "Sizi bekleyen dekan?"
"Ha," dedi Roark. "Ha, evet. Unutmuştum."
"Unuttunuz mu?"
"Evet." Roark'un sesinde bir şaşkınlık vardı. Kadının şaşkınlığına şaşırmış gibiydi.
"Eh, bir tek şey söyleyebilirim," dedi kadın boğulurcasına. "Hak etmişsiniz siz! Olanları hak
etmişsiniz! Mezuniyet töreni de dört buçukta başlayacağına göre, adam nasıl zaman bulsun da sizi
görsün?"
"Hemen gidiyorum, Bayan Keating."
Bayan Keating'i harekete geçiren şey yalnızca merakı değildi. Yönetim Kurulu kararını geri alır mı
diye duyduğu gizli korku da vardı. Roark koridorun ucundaki banyoya gitti. Kadın onun ellerini
yıkayışına, dümdüz saçlarını arkaya savurup onlara düzgün bir görünüm kazandırmaya çalışmasına
baktı. Roark banyodan çıktı, merdivenlere yöneldi. Kadın onun hemen gitmek niyetinde olduğunu o
zaman anladı.
"Bay Roark!" dedi yine soluk soluğa. Parmağıyla genç adamın giysilerini gösteriyordu. "Böyle
gitmiyorsunuz, değil mi?"
"Neden?"
"Ama o sizin dekanınız!"
"Artık değil, Bayan Keating."
Şok içinde kaldı kadın. Delikanlı bu sözü mutluluk duyuyormuş gibi söylemişti.
Stanton Teknoloji Enstitüsü tepenin üzerindeydi. Süslü duvarları, altta kalan kentin üzerinde bir taç
gibi yükseliyordu. Göbeğinin ortasına yerleştirilmiş gotik katedraliyle, tıpkı bir ortaçağ kalesine
benziyordu. Kale sözü aslında binanın amacına da çok güzel uymaktaydı. Kalın tuğla duvarları, ancak
nöbetçilerin dışarıyı görebilmesi için yapılmışa benzeyen, yarık gibi birkaç penceresi, savunma
okçularının üslenebileceği daracık balkonları, saldırganların üzerine yağ dökebilmek için yapılmışa
benzeyen köşe kuleleri ... bir öğrenim kuruntunda böyle şeyler gerekli olursa tabii. Katedral tam orta
yerde, dantelden bir ihtişamla yükseliyordu. İki büyük düşmana karşı pek zayıf bir savunma ... ışığa
ve havaya karşı!
Dekanın odası kilise gibiydi. Renkli camlı bir tek pencereden gelen ışığın yarattığı hülyalı
alacakaranlık. Bu kadarcık ışık da odaya, kazık gibi azizlerin saten giysilerinden geçerek
girebiliyordu. Azizler kollarını dirseklerinden kıvırmış durumdaydılar. Hiç kullanılmayan şöminenin
iki ucundaki oyma canavar suratların birine kırmızı, diğerine mor ışık düşmekteydi. Şöminenin üstüne
asılmış Parthenon resminin ortasına da yeşil bir ışık gelmişti.
Roark odaya girdiğinde, günah çıkarma hücresi gibi oymalarla kaplı masanın gerisinde, dekanın
silueti belli belirsiz görülür durumdaydı. Kısa boylu, tombulca bir adamdı dekan. Giderek genişleyen
etlerini, muhteşem bir gurur sayesinde kontrol altında tutabiliyordu.
"Ha, evet, Roark," diye gülümsedi. "Lütfen otur."
Roark oturdu. Dekan parmaklarını göbeğinin üzerinde kenetledi, beklediği yakarıların
seslendirilmesi için zaman tanıdı. Yakarı falan gelmedi. Dekan öksürerek boğazını temizledi.
"Bu sabahki üzücü olayın beni çok sarstığını söylemem gereksiz," diye başladı sözlerine, "Çünkü
herhalde senin iyiliğine ne kadar içten ilgi duyduğumu biliyorsundur."
"Gerçekten gereksiz," dedi Roark.
Dekan ona kuşkulu bakışlarla baktı, ama devam etti.
"Söylememe gerek bile yok, senin aleyhinde oy vermedim. Çekimser kaldım. Herhalde bilmek
hoşuna gider, o toplantıda senden yana çıkan çok ateşli savunucuların vardı. Küçük bir grup
olmalarına rağmen, son derece kararlıydılar. Yapı mühendisliği profesörün, senin adına bir haçlı
seferine çıkmış gibiydi. Matematik profesörün de öyle. Ne yazık ki kovulman için oy vermeyi görev
sayanlar, onlardan daha kalabalıktı. Tasarım eleştirmenin Profesör Peterkin, olayı büyük bir sorun
haline getirdi. Sen kovulmazsan kendisinin istifa edeceğini söyleyerek bizi tehdit bile etti. Herhalde
Profesör Peterkin'e karşı çok tahrik edici davranmış olduğunun farkındasın."
"Farkındayım," dedi Roark.
"İşte sorun oradaydı, anlıyorsundur. Mimari tasarım dersine karşı benimsediğin tutumdan söz
ediyorum. O derse hiçbir zaman hak ettiği dikkati yöneltmedin. Buna karşılık, mühendislik
bilimlerinde her zaman harika bir öğrenci oldun. Tabii geleceğin mimarları için yapı mühendisliğinin
önemini kimse inkâr etmiyor, ama aşırıya kaçmak neden? Niçin mesleğinin sanatsal ve ilhamsal
yanını ihmal edesin de, yalnızca o kuru, teknik, matematik konularla ilgilenesin? Sen mimar olmak
için geldin buraya, inşaat mühendisi olmak için değil."
"Bunlar gereksiz değil mi?" dedi Roark. "Hepsi geride kaldı. Şimdi oturup benim konulara
yaklaşımımı konuşmaktan bir yarar gelmez."
"Sana yardımcı olmaya çalışıyorum, Roark. Bu olayı adil bir bakışla görmen gerek. İş bu noktaya
gelmeden önce sana yeterince uyarıda bulunulmadığını da söyleyemezsin."
"Söyleyemem."
Dekan sandalyesinde kıpırdandı. Roark rahatsız ediyordu onu. Gerçi gözleri terbiyeli bir biçimde
dikilmişti dekana. Adam içinden, bana bakış biçiminde bir terslik yok, hatta tam gerektiği gibi,
dikkatle bakıyor, diye düşündü. Ama sanki ben burada yokmuşum gibi.
Sonra sözlerine devam etti. "Sana verdikleri her problem, çizmeni istedikleri her tasarım ... ne
yaptın onları sen? Hepsini o ... doğrusu ona üslup bile diyemem ... senin o inanılmaz biçiminde
çizdin. Sana öğretmeye çalıştığımız ilkelerin hepsine aykırı. Sanatın yerleşmiş ve kabul edilmiş bütün
örneklerine ve geleneklerine aykırı. Sen kendini modernist olarak görüyor olabilirsin, ama bunlar
öyle bile değil. Bunlar, eğer gücenmezsen, katıksız delilik!"
"Gücenmem."
"Serbest üslupta ödevler verildiğinde, sen bu vahşi eserlerinden birini getirince ... doğrusu
öğretmenlerinin sana geçer not vermesi, bu çizimlere ne anlam vereceklerini bilemedikleri içindi.
Ama tarihsel üsluplarla ilgili bir egzersiz verildiğinde, bir Tudor kilisesi ya da bir Fransız opera
binası verildiğinde, sen nedensiz ve kafiyesiz bir
küme gibi üst üste yığılmış kutulara benzer bir şeyle ortaya çıkınca ... bu sence ödev yapmak mı,
yoksa düpedüz itaatsizlik mi?"
"İtaatsizlik," dedi Roark.
"Sana bir şans tanımak istedik ... diğer derslerdeki parlak başarıların için. Ama bunu getirdiğin
zaman ..." Dekan önündeki büyük boy kâğıda yumruğunu indirdi. "Bu sözde yılın son ödevi olan
Rönesans villasıydı. Artık bu kadarı bardağı taşıran damla oldu!"
Kâğıdın üzerindeki çizim, cam ve beton karışımı bir evdi. Köşesine keskin çizgilerle bir de imza
atılmıştı: Howard Roark. "Bunun üzerine seni geçirmemizi nasıl beklersin?"
"Bekleyemem."
"Bu konuda bize başka seçenek bırakmadın. Şu anda elbette bize karşı öfke hissediyorsundur, ama
..."
"Öyle bir şey hissetmiyorum," dedi Roark alçak sesle. "Sizden özür dilemem gerekiyor. Genelde
olayların başıma gelmesine izin vermem. Bu sefer bir hata yaptım. Beni kovmanızı beklememeliydim.
Kendim çekip gitmeliydim ... Hem de çoktan."
"Yo, yo, cesaretini kaybetme. Böyle bir tutuma bürünmek doğru olmaz. Özellikle de sana
söyleyeceğim şeylerin ışığında."
Dekan gülümsedi, sır söyleyecekmiş gibi masanın üzerine doğru eğildi. İyilik gösterisinin açılışı
onu zevklendiriyordu.
"Bu görüşmemizin esas amacına geliyorum şimdi," dedi. "Sana mümkün olduğu kadar erken
bildirmek istedim. Yıkılmış dununda uzun süre kalmanı istemedim. Aslında bunu rektöre açtığımda
onu sinirlendirme tehlikesini göze aldım sayılır ama ... bak, henüz kararı kesin de değil, ama durum
şu: Sen olayın ciddiyetini artık anladığına göre, bir yıl buradan uzak kalıp dinlenirsen, enine boyuna
bir düşünürsen ... yani, büyürsen, diyebilir miyiz? ... o zaman belki seni geri alma ihtimalimiz
olabilir. Bak, bu konuda söz veriyor değilim. Özel olarak konuşuyoruz. Zaten bu olmadık bir şey.
Ama ne kadar parlak bir öğrenci olduğun düşünülürse, şansın epey güçlü sayılabilir."
Roark gülümsedi. Mutlu bir gülümseme değildi yüzündeki. Minnet dolu da değildi. Basit, kolay
gelen bir gülümsemeydi. Durumu eğlenceli bulduğu ortadaydı.
"Beni anladığınızı sanmıyorum," dedi Roark. "Geri dönmek isteyeceğime nereden hükmettiniz?"
"Efendim?"
"Geri dönmem. Burada öğrenebileceğim hiçbir şey kalmadı."
"Seni anlayamıyorum," dedi dekan kasılarak.
"Açıklamamın bir yaran var mı? Artık sizi de ilgilendirmiyor."
"Ne demek istediğini anlat lütfen."
"İsterseniz anlatırım. Ben mimar olmak istiyorum, arkeolog değil. Rönesans villaları çizmenin
hiçbir amacını göremiyorum. Böyle bir şey tasarımlamayı niçin öğreneyim ... hiçbir zaman öyle bir
bina yapacak değilim ki!"
"Sevgili çocuğum, Rönesans'ın muhteşem üslubu hiç de ölmüş değildir. O üslupta evler her gün
yapılıyor."
"Yapılıyor. Yapılacak da. Ama ben yapacak değilim."
"Hadi, hadi. Çocukça bir şey bu."
"Ben buraya bina yapmayı öğrenmek için geldim. Bana bir proje verildiğinde, benim açımdan
taşıdığı tek değer, ilerde gerçek hayatta da karşıma çıkacak sorunları çözmekti. Nasıl bina
yapacaksam, çizimleri de öyle yaptım. Burada ne öğrenebileceksem öğrendim ... yani sizin
onaylamadığınız yapıbilimi açısından. Bir yıl daha kalıp İtalyan kartpostalları çizmek bana hiçbir şey
kazandırmaz."
Bir saat öncesine kadar dekan bu görüşmenin mümkün olduğunca sakin geçmesini ummuştu. Oysa
şimdi, Roark'un biraz duygu göstermesini istiyordu. Olaylar karşısında böylesine sakin ve mantıklı
davranması doğal bir şey değildi.
"Yani sen bana, eğer bir gün mimar olursan, gerçekten böyle binalar yapacağını mı söylemeye
çalışıyorsun?"
"Evet."
"Sevgili oğlum, kim yaptıracak sana o binaları?"
"Mesele orada değil. Mesele, beni kimin engelleyeceğinde."
"Buraya bak. bu durum ciddi. Daha önce seninle oturup uzun uzun konuşmadığım için pişmanım ...
Biliyorum, biliyorum, biliyorum. sözümü kesme. Karşına bir iki modernist bina çıkmış, bu yüzden
kafana bazı fikirler girmiş. Ama bu modern denilen akıntın ne kadar geçici bir moda olduğunu
göremiyor musun? Anlaman gerekir ki... zaten bütün otoriteler de ayrı görüştedir... mimaride güzel
olan ne varsa, mutlaka daha önce yapılmıştır. Geçmişin her üslubunda bir hazine gömülüdür. Biz kim
oluyoruz da onları aşmaya kalkıyoruz? Olsa olsa, saygı çerçevesi içinde, aynı şeyleri tekrarlamayı
umabiliriz."
"Neden?" diye sordu Howard Roark.
Yo, diye düşündü dekan, yo, başka bir şey söylemedi, bu son derece masum bir sözcük; beni tehdit
etmiyor.
"Ama belli zaten," diye karşılık verdi.
Roark dengeli bir sesle, "Bakın," dedi, elini pencereye uzattı. "Kampusu ve kenti görebiliyor
musunuz? Şu aşağıda kaç kişi yürüyor, kaç kişi yaşıyor, biliyor musunuz? Onlardan herhangi biri ya
da hepsi mimarlık hakkında ne düşünürlerse düşünsünler, bana vız gelir ... Başka konulardaki
düşünceleri de vız gelir aslında. Dedelerinin bu konuda neler düşündüğüne niçin aldırış edeyim o
halde?"
"O bizim kutsal geleneğimiz."
"Neden?"
"Tanrı aşkına, bu konuda bu kadar çocuksu ve saf davranmaktan vazgeçer misin?"
"Ama anlamıyorum. Neden benim bunu büyük mimari saymamı istiyorsunuz?" Parthenon'un
resmini gösteriyordu.
Dekan, "Ama o Parthenon," dedi.
"Evet, öyle."
"Saçma sorularla ziyan edecek vaktim yok."
"Pekâlâ öyleyse." Roark kalktı, masadan uzun bir cetvel aldı, resme yürüdü. "Bunun nesi kötü,
söyleyeyim mi size?"
"Ama o Parthenon!" dedi yine Dekan.
"Evet, lanet olsun, Parthenon!"
Cetvel resmin üzerindeki cama çarptı. "Bakın," dedi Roark. "Ünlü sütunların üzerindeki ünlü
yivler... neye yarıyor bunlar? Tahtaların birleşme yerlerini saklamaya ... tabii sütunların ahşaptan
yapıldığı günlerde. Ama bunlar ahşap değil, mermer. Şu sütunların tepesinin üç kola ayrılması ...
Nedir bunlar? Tahta. Bunlar tahta kiriş. Tıpkı insanların ahşap kulübe yapmaya ilk başladıkları
zaman kullandıkları gibi. Sizin Yunanlılar mermeri alınış, ahşap binaların kopyalarını yapmışlar!
Başkaları öyle yapmıştı diye. Sonra sizin Rönesans ustalarınız gelmiş, tahta kopyası mermerlerin
alçıdan kopyalarını yapmışlar. Şimdi de biz geldik, çelik ve betonu alıp, tahta kopyası mermerin
kopyası olan alçıların kopyalarını yapıyoruz. Neden?"
Dekan oturmuş, meraklı bakışlarla onu seyrediyordu. Onu şaşırtan bir şey vardı. Roark'un sözleri
değil, söyleyiş biçimi!
"Kurallar mı?" dedi Roark. "İşte benim kurallarım: Bir maddeyle yapılabilen şey asla başka
maddeyle yapılmamalı. İki madde asla birbirinin tıpkısı değildir. Dünyadaki hiçbir yer de bir başka
yerin tıpkısı değildir. İki ayrı binanın amacı asla bir değildir. Biçimleri; amaç, yer ve malzeme saptar.
Bir merkez fikir çevresinde oluşturulmamış hiçbir şey, mantıklı da, güzel de olamaz; her ayrıntıyı
oluşturan da o fikirdir. Bina canlı bir şeydir. İnsan gibi. Onun dürüstlüğü, kendi tek gerçeğine hizmet
etmektir. Bir insan asla kendi vücudunun parçalarını ödünç almaz. Bina da kendi ruhunun parçalarını
ödünç almaz. Ona ruhu yaratıcısı verir; her duvarıyla, her penceresiyle, her merdiveniyle de bunu
ifade eder."
"Ama uygun ifade biçimlerinin hepsi çok önceden keşfedilmiş."
"İfade ... ama neyin ifadesi? Parthenon o eski ahşap atasının hizmet ettiği amaca hizmet etmiyordu
ki! Bir havaalanı terminali de Parthenon'un hizmet ettiği amaca hizmet etmez. Her biçimin kendi ayrı
anlamı vardır. Her insan kendi anlamını, biçimini ve amacını yaratır. Başkalarının neler yaptığı neden
bu kadar önemli oluyor? Sırf kendinizin değil diye neden kutsal sayılıyor? Neden sizin dışınızdaki
herkes haklı oluyor da bir tek siz olamıyorsunuz? Neden başkalarının sayısı, gerçeğin yerini
alabiliyor? Gerçek neden yalnızca bir aritmetik meselesi oluyor... onda da yalnızca toplama işlemi
oluyor? Neden her şey eğilip bükülüp mantık dışına çıkarılarak başka şeylere uydurulmaya
çalışılıyor? Bir nedeni olmalı. Bilmiyorum. Hiçbir zaman bilemedim. Anlamak isterdim."
"Tanrı aşkına," dedi dekan. "Otur şuraya ... evet, böylesi daha iyi. Şu cetveli de elinden bırakmaya
bir itirazın var mı ... teşekkür ederim ... şimdi beni dinle. modern tekniğin bir mimar için taşıdığı
önemi hiç kimse inkâr etmiş değildir. Geçmişin güzelliklerini, bugünün ihtiyaçlarına uyarlamak
zorundayız. Geçmişin sesi, insanların sesidir. Mimarlıkta hiçbir şey bir tek insan tarafından icat
edilmemiştir. Uygun yaratıcı süreç, yavaş giden, adım adım giden, anonim, kolektif bir süreçtir, onun
çerçevesi içinde herkes diğer herkesle işbirliği yapar ve kendini çoğunluğun standartlarına
uydurmaya razı olur."
Roark alçak sesle, "Ama bakın, diyelim ki benim altmış yıllık bir ömrüm var," dedi. "Bu sürenin
çoğu çalışarak geçecek. Yapmak istediğim işi seçtim. Eğer o işte hiçbir zevk bulamazsam, o zaman
kendimi altmış yıllık bir işkenceye mahkûm etmiş olurum. Zevk alabilmem için de işimi bence
mümkün olan en iyi şekilde yapabilmem gerek. Oysa en iyi demek, bir standartlar meselesi demek.
Ben de kendi standartlarımı koyarım. Bana hiçbir şey miras kalmış değil. Hiçbir geleneğin en uç
noktasında duruyor değilim. Belki bir geleneğin başlangıç noktasında duruyor olabilirim."
"Kaç yaşındasın?" diye sordu dekan.
Roark, "Yirmi iki," diye karşılık verdi.
Dekan, "O zaman bağışlanabilir," dedi. Rahatlamış görünüyordu. "Büyüyünce bunların hepsi
geçecek." Gülümsedi. "Eski standartlar binlerce yıldan beri yaşıyor ve hiç kimse de onları daha iyiye
götürebilmiş değil. Oysa senin modernistlerin ne ki? Geçici bir moda. Dikkati çekmeye çalışan
teşhirciler. Onların meslek hayatını hiç gözlemledin mi? Kalıcı bir seçkinliğe ulaşabilenini hiç
gördün mü? Henry Cameron'a bak. Yirmi yıl önce büyük adamdı, başta gelen mimarlardandı. Bugün
ne durumda? Yılda bir kere bir oto tamirhanesinin değişim işini alabilirse şanslı sayılır. Bir serseri
ve bir sarhoş, üstelik de..."
"Henry Cameron'u tartışmayalım."
"Öyle mi? Onunla dostluğun falan mı var?"
"Hayır. Ama yaptığı binaları gördüm."
"Nasıl buldun peki?"
"Henry Cameron'u tartışmayalım dedim."
"Pekâlâ. Sana çok büyük bir iltimas yaptığımı anlaman gerekir. Senin gibi davranan öğrencilerle
oturup tartışmalar yapmak âdetinde değilim. Ama mümkünse bir trajediyi önlemek istiyorum ... Yani
senin gibi zihinsel yeteneklere sahip bir gencin, bile bile kendi hayatını mahvetmeye çalışmasını."
Dekan içinden, acaba matematik profesörüne neden bu genç için elimden geleni yapacağım
konusunda söz verdim, diye düşündü. Çünkü profesör, Roark'un projesini işaret ederek, "Bu adam
büyük adam." demişti. Dekan sessizce, büyük adam ya da bir suçlu, diye geçirdi içinden. Yüzünü
buruşturdu. İkisi de onaylamadığı şeylerdi.
Roark'un geçmişiyle ilgili duyduklarını düşündü. Babası Ohio'da bir yerlerde çelik hurdacısıydı ve
çoktan ölmüştü. Çocuğun okula giriş kâğıtlarında en yakın akraba kaydı yoktu. Kendisine
sorulduğunda Roark kayıtsızca, "Akrabam yok sanıyorum," demişti. "Belki de vardır. Bilmiyorum."
Bu konuya ilgi göstermesi bekleniyor diye şaşırmıştı hatta. Okuldayken bir tek arkadaş edinmemiş,
edinme olanaklarını da aramamıştı. Kardeşlik kulüplerine girmeyi reddetmişti. Liseyi de çalışarak
okumuştu, enstitüde geçirdiği üç yıl boyunca da hep çalışmıştı. Çocukluğundan beri inşaatlarda işçi
olarak çalışmaktaydı. Buldukça sıva işleri, su tesisatı, çelik işleri yapmıştı. Nerede iş bulursa.
Batıdan doğuya doğru kaymış, küçük kent ve kasabalarda çalışarak doğunun büyük kentlerine
gelmişti. Dekan onu şu son yaz tatilinde, Boston'daki bir gökdelen inşaatında, kendisine fırlatılan
ateşli perçin çivilerini yakalarken görmüştü. Upuzun vücudu rahat, gözleri keskin, üzerinde yağ içinde
bir tulum; arasıra sağ kolunu uzatarak uçan alevli perçinleri son anda çabasızca yakalıyordu. Tam
suratına çarpacağı sanıldığı sırada.
"Buraya bak, Roark," dedi dekan yumuşak bir sesle. "Eğitimin için çok çalıştın. Bitirmene bir yıl
kalmıştı. Düşünülmesi gereken önemli bir nokta var. Özellikle de senin durumundaki bir delikanlı
için. Bir mimarın kariyerini pratik yönden de düşünmek gerek. Mimar olmak her şeyin sonu değildir.
Mimar, koskoca bir sosyal bütünün yalnızca bir parçasıdır. Çağdaş günün kilit kelimesi, işbirliği. Bu
özellikle mimarlık mesleği için böyle. Potansiyel müşterilerini hiç düşündün mü?"
"Evet," dedi Roark.
"Müfteri," dedi Dekan. "Müşteri. Her şeyden çok onu düşün. Yapacağın evde yaşayacak olan o.
Senin tek amacın ona hizmet etmek. Onun isteklerine, uygun sanatsal ifadeyi kazandırmaya
çalışmalısın. Bu konuda tek söylenebilecek şey bu değil mi?"
"Eh, müşterim için, yapılabilecek en rahat, en mantıksal, en güzel evi yapmaya çalışmam
gerektiğini söyleyebilirim. Verebileceğimin en iyisini ona beğendirmek ve en iyiyi tanımasını ona
öğretmek zorundayım, diyebilirim. Bunları söyleyebilirim, ama söylemek istemiyorum. Çünkü benim
niyetim kimseye hizmet etmek ya da yardım etmek için bina yapmak değil. Müşterilerim olsun diye
bina yapmak niyetinde değilim. Bina yapabilmek için müşterilerim olmasını istiyorum."
"Kendi fikirlerini onlara nasıl zorla kabul ettireceksin?"
"Zorlamak ya da zorlanmak gerektiği inancında da değilim. Beni isteyenler bana gelecektir."
Dekan, Roark'un davranışlarında kendisini şaşırtan şeyin ne olduğunu o zaman anladı.
"Biliyor musun?" dedi, "Benim seninle aynı görüşte olup olmadığımı anlamaya biraz önem versen,
çok daha ikna edici olabilirsin."
"Bu doğru." dedi Roark. "Benimle aynı görüşte olup olmadığınıza aldırmıyorum." Bunu öyle rahat
söylüyordu ki, insana kabalık gibi gelmiyordu. Yeni farkına vardığı bir durumu açıklıyor gibi
geliyordu. Şaşırmıştı bile.
"Başkalarının ne düşündüğüne aldırmıyorsun, ki buna anlayış göstermek mümkün. Ama onların
senin gibi düşünmesini sağlamak bile umurunda değil, öyle mi?"
"Değil."
"Ama bu ... bu canavarca bir şey."
"Öyle mi? Belki. Bilemiyorum."
"Bu görüşmeyi yaptığımıza memnunum." dedi dekan birdenbire. Sesi fazla yüksek çıkmıştı.
"Vicdanımın rahatlamasına yaradı. Toplantıda başka bazı kimselerin de söylediği gibi, mimarlık
mesleğinin sana göre olmadığına inanıyorum. Sana yardım etmeye çalıştım. Ama şimdi artık Yönetim
Kurulu'nun görüşüne katılıyorum. Seni teşvik etmek doğru olmaz. Tehlikelisin sen."
"Kimin için?" diye sordu Roark.
Ama dekan ayağa kalktı, görüşmenin sona erdiğini belirtti.
Roark odadan çıktı. Ağır adımlarla upuzun koridorlardan geçti, merdivenlerden indi, aşağıdaki
çimenlik bahçeye çıktı. Bu dekan gibi kimselerle daha önce de karşılaşmış, onları bir türlü
anlayamamıştı. Tek bildiği, kendi davranışlarıyla onların davranışları arasında önemli bir fark
olduğuydu. Bu durum onu çoktan beri rahatsız etmez olmuştu. Aslında binalarda nasıl bir merkez fikir
arıyorsa, insanlarda da bir merkez içgüdü arıyordu o. Kendi hareketlerinin kaynağını biliyordu.
Onlarınkini keşfedemiyordu. Aldırmıyordu ama. Başka insanları düşünme sürecini hiçbir zaman
öğrenememişti. Yalnızca zaman zaman, onları neyin böyle yaptığını merak ediyordu. Dekanı
düşünürken bir kere daha merak etti. Bu sorunun bir yerinde önemli bir sır saklı, diye düşündü.
Keşfetmesi gereken bir ilke vardı.
Birden durdu. Akşam güneşinin solmadan önceki o ışığını gördü. Enstitü binasının tuğla duvarı
boyunca alt bordürü oluşturan gri kirece vuruyordu ışık. İnsanları da, dekanı da, dekanın arkasında
yatan o keşfetmek istediği ilkeyi de unuttu. Yalnızca o duvarın bu zayıf ışık altında ne kadar güzel
olduğunu, kendisinin o taşla neler yapabileceğini düşündü.
Kocaman bir sayfa kâğıt düşündü, onun üzerinde yükselen duvarlar geldi gözünün önüne. Gri
kireçten çıplak duvarlar, aralarında uzun şeritler halinde pencereler, sınıflara o pencerelerden dolan
gün ışığı. Kâğıdın köşesinde keskin çizgilerden oluşan bir imza da vardı
HOWARD ROARK..
2
" ... Dostlarım, mimarlık, iki kozmik ilkeye dayalı büyük bir sanattır: Güzellik ve Yararlılık.
Bunlar da, daha geniş bir anlamda, üç ebedi varlığın parçalandır. O üç varlık, Gerçek, Sevgi ve
Güzelliktir. Gerçek, sanatımızın geleneklerine bağlılık demektir, Sevgi, hizmet edeceğimiz insanlara
duyduğumuzdur ... Ah, Güzellik de tüm sanatçıların tutkusuna odak olan bir tanrıçadır ... İster güzel
bir kadın, ister güzel bir bina biçiminde olsun ... Hımm ... Evet... Sonuç olarak, mimarlık hayatına
atılmak üzere olan sizlere bir tek şey söylemek istiyorum, sizler artık kutsal bir mirasın
muhafızlarısınız ... Hımm ... Evet... Böylece dünyaya, o üç ebedi varlıkla, cesaret ve vizyonla
donanmış olarak, bu büyük okulun uzun yıllar boyunca temsil ettiği standartlara sadık olarak çıkın.
Hepiniz sadakatle hizmet edin, ne geçmişin kölesi olun, ne de sırf orijinal olmak için orijinalliği
savunan serüvencilerden olun. O yol yalnızca cahil bir gururu temsil eder. Size nice zengin, faal yıllar
dilerim. Bu dünyadan ayrılırken de zamanın kumları üzerinde bir iziniz kalsın!"
Guy Francon sözlerini gösterişli biçimde bitirirken sağ kolunu kaldırıp dinleyicilerini selamladı.
Resmi olmayan bir selam, ama Guy Francon'un rahatça sergileyebildiği o neşeli, hoş havaya uygun.
Karşısındaki koca salon, bir alkış ve tezahürat patlamasıyla bir anda hayata döndü.
Genç, ter içinde, hevesli yüzlerden oluşan bir deniz, kırk beş dakikadan beri, Stanton Teknoloji
Enstitüsü mezuniyet törenine konuşmacı olarak gelen Guy Francon'u dinliyordu. Guy Francon bu tören
için ta New York'tan gelmişti. Ünlü Francon & Heyer Mimarlık Şirketi'nin sahiplerinden, Amerikan
Mimarlar Derneği Başkanı, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi üyesi. Ulusal Güzel Sanatlar
Komitesi üyesi, New York Sanat ve Zanaatçılar Birliği Sekreteri, ABD Aydın Mimarlık Derneği
Başkanı Guy Francon. Fransız hükümetinin Legion d'Honeur nişanı verdiği, İngiltere, Belçika,
Monako ve Siam hükümetlerinin de madalyalar verdiği Guy Francon. Stanton'ın en büyük
mezunlarından, New York'taki ünlü Frink National Bank binasını yapan kişi. O binanın tepesinde,
kaldırımların yirmi beş kat yukarısında, Bodrum Mozolesi'ndekinin minyatür kopyası olan bir meşale
yanmaktaydı. Camdan ve en iyi General Electric ampullerinden yapılma, alevini rüzgârın üfürüp
durduğu bir meşale.
Guy Francon kürsüden indiğinde, uyguladığı zamanlamanın ve kendi hareketlerinin son derece
farkındaydı. Orta boylu bir adamdı. Fazla kilolu sayılmazdı. Yalnızca tıknaz olmaya karşı şanssız bir
eğilimi vardı, o kadar. Hiç kimse yaşını tahmin edemez, herkes onu daha genç sanırdı, bunu biliyordu.
Aslında elli bir yaşındaydı. Yüzünde ne bir tek kırışık, ne de bir tek düz çizgi vardı. Kürelerden,
dairelerden, yaylardan ve elipslerden oluşan sanatsal bir komposizyondu yüzü. Küçük parlak gözleri
bir mizah ışığıyla tutuşurdu. Giysileri bir sanatçının o sonsuz detay merakını yansıtırdı.
Basamaklardan inerken, keşke burası kız ve erkek öğrencilerin bir arada okuduğu karma bir okul
olsaydı, diye düşünmekteydi.
Karşısındaki salonun harikulade bir mimari örneği olduğu kanısındaydı. Bugün aşırı kalabalığın ve
ihmal edilmiş olan havalandırma önlemlerinin etkisiyle havası biraz boğucu gibiydi. Ama yeşil
mermer sütun kaideleri; dökme demirden, altın rengine boyanmış Korint tarzı sütunları; duvarlarına
gerdanlık gibi dizilmiş yaldızlı meyveleriyle pek görkemliydi. Özellikle ananaslar, diye düşündü Guy
Francon. Ananaslar yılların sınavına iyi dayanmıştı. Dokunaklı bir şeydi bu. Binanın bu kanadını ve
bu salonu yirmi yıl önce ben yapmıştım ve işte şimdi de buradayım.
Salonun her yanı vücutlarla, yüzlerle doluydu. Öyle tıklım tıklımdı ki, insan bir bakışta hangi yüzün
hangi vücuda ait olduğunu ayırt edemiyordu. Birbirine karışmış kol, omuz, göğüs ve midelerin
yumuşak, titreşimli bir eriyiği. Bu başlardan bir tanesi, solgun tenli, koyu renk saçlı, çok güzel bir
tanesi, Peter Keating'e aitti.
Ön tarafa yakın bir yerde oturuyor, gözlerini kürsüden ayırmamaya çalışıyordu. Çünkü birçok
kişinin şu anda kendisine bakmakta olduğunu, daha sonra da bakacaklarını biliyordu. Dönüp arkasına
bakmıyordu ama o bakışların her an farkındaydı. Gözleri koyu renk, uyanık, zekiydi. Yukarıya kıvrım
yapan kusursuz bir hilal gibi dudaktan zarif ve cömertti. Bir gülümsemenin vaadiyle her an sıcak
ifadeliydi. Başının biçiminde bir tür klasik kusursuzluk vardı. Biçimli şakaklarındaki dalgalı siyah
buklelerde de öyle. Başını tutuş biçimi, güzelliğini olağan kabul eden, ama başkalarının bunu hiç
olağan kabul etmediğinin farkında olan biri gibiydi. Peter Keating'di o. Stanton'ın yıldız öğrencisiydi.
Öğrenci Yönetim Kurulu Başkanı, atletizm takımının kaptanı, en önemli özel kardeşlik kulübünün
üyesi olduktan başka, kampusun en sevilen öğrencisi seçilmişti.
Bu kalabalık buraya benim mezun oluşumu görmeye geldi, diye düşündü Peter Keating. Salonda
kaç kişi bulunduğunu tahmin etmeye çalıştı. Bu insanların hepsi onun notlarını biliyordu. Kimse onun
rekorunu kıramazdı. Eh, evet, Shlinker de vardı. Shlinker onunla kıran kırana yarışmıştı, ama kendisi
bu son yıl Shlinker'i de aşmıştı. İt gibi çalışmıştı, çünkü çok istiyordu Shlinker'i geçmeyi. Bugün artık
rakibi yoktu ... derken birdenbire, boğazının içinde bir şey aşağıya düşüyormuş gibi hissetti.
Midesine doğra. Soğuk ve boş bir şey. Boş bir delikti aşağıya yuvarlanan. Yuvarlanırken de peşinde
bir iz gibi bu kötü duyguyu bırakıyordu. İma sayılabilecek kadar zayıf bir soru ... kendisinin gerçekten
bugünkü parlaklığın gerektirdiği kadar büyük olup olmadığı sorusu. Kalabalığın içinde Shlinker'i
aradı, sonunda çocuğun sapsarı başıyla altın çerçeveli gözlüğünü görebildi. Ona sıcacık bakışlarla,
rahatlamış, güven dolu, minnet dolu bakışlarla baktı. Shlinker'in ne görünüş, ne de yetenek
bakımından Keating'e yetişmeyi ummaya bile cesaret edemeyeceği kesindi. Kuşku duymasına gerek
yoktu Peter'in. Shlinker'i de, dünyanın bütün Shlinker'lerini de her an alt edebilirdi. Kendi elde
edemediği bir şeyi başkasının elde etmesine asla izin vermeyebilirdi. Herkes seyretsin beni, diye
geçirdi içinden. Bakakalmaları için yeterli sebepler yaratacaktı onlara. Çevresindeki sıcak solukları,
beklentileri bir iksir gibi hissediyordu. Yaşamak harika bir şey, diye düşündü Peter Keating.
Başı biraz dönmeye başlamıştı. Hoş bir duygu. Bu duygu onu, bir direnmeyle karşılaşmaksam ve
nasıl olduğunu da hatırlamaksızın, salondaki bütün yüzlerin önüne, kürsüye doğru götürdü. İncecik,
formda, öylece durdu orada. Alkışın tepesinde patlamasına izin verdi. Bu kükreyen gürültüden, onur
dereceleriyle mezun olduğunu anlıyordu. Amerikan Mimarlar Birliği ona bir altın madalya
vermekteydi. Aydın Mimarlar Derneği de Paris Nişanı'nı sunmaktaydı. Paris Güzel Sanatlar
Okulu'nda dört yıllık bursu hazırdı.
Derken kendini el sıkışır buldu. Büktüğü bir kâğıt parçasıyla alnından akan terleri sildi, başını
salladı, gülümsedi. Bir yandan siyah mezuniyet cübbesi içinde sıcaktan boğulur gibi oluyor, kollarını
boynuna dolayıp hıçkıran annesini kimsenin fark etmeyeceğini umuyordu. Enstitünün başkanı Peter'in
elini sıkarken, sesi, "Stanton seninle iftihar edecek, oğlum!" diye kükrüyordu. Dekan da elini sıktı,
"Parlak bir gelecek, parlak bir gelecek, parlak bir gelecek ..." diye tekrarladı durdu. Profesör
Peterkin elini sıkarken delikanlının omzunu tıpışladı, bir şeyler söyledi. "Çok da gerekli bulacaksın;
örneğin ben o tecrübeyi, Peabody Postanesi'ni inşa ettiğim zaman yaşadım ..." Keating sözün arkasını
dinlemedi, çünkü Peabody Postanesi olayını daha önce de çok dinlemişti. Profesör Peterkin'in,
mimarlığını eğitmenlik uğruna feda etmeden önce diktiği tek bina oydu. Keating'in son projesi olan
"Güzel Sanatlar Sarayı'ndan da çok söz edilmekteydi. Keating ise şu anda o projenin nasıl bir şey
olduğunu kesinlikle ve hiç mi hiç hatırlamıyordu.
Bu kargaşanın arasında, bir ara Guy Francon'un da elini sıktığını hissetti, Francon'un yumuşak sesi
kulaklarında derin bir iz bıraktı: "Sana daha önce de söylediğim gibi, hâlâ açık o kapı, evladım. Tabii
artık sana burs da verildiğine göre bir karar vermen gerek ... Güzel Sanatlar diploması genç biri için
çok önemlidir ama seni ofisimde görmek de bana büyük sevinç verir ..."
"22 Mezunları"nın şöleni uzun süren, ciddi havalı bir şölen oldu. Keating o akşam yapılan
konuşmaları ilgiyle dinledi, arasıra, "Amerikan Mimarisi'nin gelecekteki umudu olan gençler," ya da
"Gelecek altın kapılarını size açıyor," gibi sözleri duydukça, bu geleceğin ve bu umudun kendisi
olduğunu anladı. Bunun bunca saygın dudaklardan onaylanması çok hoştu. Kır saçlı konuşuculara
bakarken, kendisinin o mevkilere ne kadar daha gençken ulaşacağını düşündü. Hatta aşacağını.
Derken birdenbire aklına Howard Roark geldi. O adın belleğinde belirmesiyle birlikte içinde bir
keyif kıpırtısı hissedince şaşırdı, bunun nedenini önce pek anlayamadı. Ama sonra hatırladı. Howard
Roark bu sabah okuldan kovulmuştu. Kendini için için azarladı, üzülebilmek için kararlı bir çaba
harcadı. Ama o kovulma olayını ne zaman düşünse, gizli sevinç de geri geliyordu. Bu olay ona,
Roark'u tehlikeli bir rakip gibi görmenin ne kadar saçma olduğunu kanıtlamıştı. Bir zamanlar
Shlinker'e kaygılandığından çok Roark'a kaygılanıldı. Roark kendisinden iki yaş küçük ve bir sınıf
geride olduğu halde hem de. Eğer herhangi bir zamanda kendisinin ve Roark'un yetenekleri konusunda
herhangi bir kuşku hissetmişse, bugünkü olay o kuşkuları tümüyle saf dışı bırakmıyor muydu artık?
Ayrıca başka bir şeyi daha hatırladı. Roark kendisine çok iyi davranmış, ne zaman bir projede
çözemediği bir sorunla karşılaşsa yardım etmişti ... çözemediği değil tabii, yalnızca düşünmeye
zaman bulamadığı. Tanrım! Roark nasıl da çözerdi planların dolaşıklıklarını! Bir iplik çeker gibi, her
şeyi seriverirdi ortaya ... Eee, çözerse ne olurdu ki! Ne kazandırmıştı bu ona? İşi bitmişti işte. Peter
Keating bunu bildiği için, o anda Howaıd Roark'a üzülmek gibi gurur verici bir duygu yaşamayı
başardı.
Konuşma sırası Keating'e geldiğinde, güvenli bir tavırla ayağa kalktı. Ne kadar korktuğunu belli
etmesi doğru olmazdı. Mimarlık konusunda söyleyeceği hiçbir şey yoktu. Ama konuştu. Başını dik
tutarak, eşitler arasında bir eşit gibi, ama saygıyla ... orada bulunan büyük isimlerden herhangi birini
gücendirmeyecek biçimde. "Mimarlık büyük bir sanat ..." dediğini hatırlıyordu. "Gözlerimiz geleceğe
dönük, yüreklerimizde eskiye saygıyla ... tüm sanatların arasında sosyolojik açıdan en önemlisi olan
bu dalda ... hepimize ilham sayabileceğimiz birinin bugün söylediği gibi, üç ebedi varlık; gerçek,
sevgi ve güzelliktir..."
Daha sonra koridorda, vedalaşmanın gürültülü kargaşası arasında, çocuklardan biri kolunu
Keating'in omzuna atarak fısıldadı. "Eve koş, kimin gönlünü hoş edeceksen et, Peter. Bu akşam bizi
Boston paklar. Sırf bizim çete. Seni bir saate kadar evinden alırım." Ted Shlinker az sonra, "Tabii
geliyorsun, Peter," diye üstelemişti. "Sen olmazsan eğlenenleyiz. Bu arada çok çok da tebrikler tabii.
Hiç gücenmiş falan değilim. En iyi olan kazanır." Keating de elini Shlinker'in omzuna atmıştı. Gözleri
ısrarlı bir sıcaklıkla pırıl pırıldı. Sanki Shlinker hayattaki en değerli arkadaşıymış gibi. "Sağol, Ted.
Amerikan Mimarlar Derneği'nin o madalyası konusunda gerçekten kendimi çok kötü hissettim. Bence
o senin hakkındı. Ama bu ihtiyar tilkilerin ne yapacağı hiç belli olmuyor." Sonra Keating sokağa çıkıp
evine yöneldi. Yumuşacık bir karanlığın içinde ilerlerken, annesinden bu gece nasıl kurtulabileceğini
düşünüyordu.
Annem benim için çok şey yaptı, diye geçirdi içinden. Bir hanımefendiydi annesi ... kendi de sık
sık söylerdi bunu. Lise mezunuydu. Ama yine de çok çalışmıştı. Evlerine öğrencileri pansiyon almaya
bile razı olmuştu. Ailesinde böyle şeyler duyulmuş olmadığı halde.
Babasının eskiden Stanton'da bir kırtasiyeci dükkânı vardı. Değişen zamanın zorlukları o ticareti
bitirmiş, hastalık da baba Peter Keating'i on iki yıl önce bitirmişti. Louisa Keating o zaman, saygın
bir sokağın sonundaki o evle kalakalmıştı. Bir de, taksitleri düzenli biçimde ödenmiş bir sigortanın
geliri vardı. O taksitlerin ödenmesini kendisi izlemişti zaten. Anne oğul yalnızdılar artık. Sigortanın
geliri küçük bir şeydi. Ama eve pansiyon almaktan gelen katkılarla ve Bayan Keating'in o sebatkâr
iradesiyle, idare etmeyi başarmışlardı. Yaz tatillerinde oğlu da çalışmış, otellerde işe girmiş, şapka
reklamlarında manken olarak poz vermişti. Bayan Keating, oğlunun hayatta hak ettiği yere geleceğine
karar vermiş, bu amaca kene gibi sarılmıştı... Ne tuhaf! Keating bir zamanlar ressam olmak istediğini
hatırlıyordu. Ama annesi daha iyi bir dal bulmuştu ona. Çizgi yeteneğini daha iyi değerlendirebileceği
bir dal. "Mimarlık çok saygın bir meslek," demişti oğluna. "Hem bu meslekte en kibar insanlarla
karşılaşırsın." Annesi itmişti onu bu mesleğe. Peter bunun ne zaman ve nasıl olduğunu
hatırlayamıyordu bile. O gençlik hevesimi bunca yıldır hatırlamayışım ne komik, diye düşünmekteydi.
Şimdi hatırlaması da komikti. Eh, bu akşam çok uygundu hatırlamaya. Hatırlar, sonra da ebediyen
unuturdu.
Mimarların kariyeri hep parlak olur, diye düşündü. Bir kere de başa yükseldiler mi, bir daha
düşmezlerdi. Yürürken ışıklı dikdörtgen pencerelere baktı. Bir perde dalgalandı, bir baş dışarıya
uzandı. Acaba benim geçişime bakmak için mi uzandı, diye düşündü Keating. Değilse bile, bir gün o
amaçla uzanacaktı. Bir gün herkes bakacaktı ona.
Keating eve yaklaşırken Howard Roark'un ön basamaklarda oturmakta olduğunu gördü. Bir üst
basamağa sırtını dayamış, dirseklerini yerleştirmiş, upuzun bacaklarını karşıya uzatmıştı. Balkonun
direklerine tırmanan hanımeli, köşedeki sokak ışığıyla evin arasında bir perde gibiydi.
İlkbahar akşamında başını kaldırınca elektrik karpuzunu görmek garip bir duyguydu. Sokağı daha
karanlık ve daha yumuşak gösteriyordu o ışık. Tek başına asılı duruyordu orada. Bir boşluk gibi.
Gösterebildiği de yalnızca birkaç dalla birkaç yapraktı. Küçücük bir duygu genişleyip ağırlık
kazandı. Sanki karanlıkların içinde yapraklardan başka bir şey yokmuş gibi. O mekanik cam top,
yaprakları daha da canlı gösteriyordu. Renklerini ellerinden alıyor, ertesi sabah her zamandan yeşil
olacaklarını vadediyordu onlara. İnsanın elinden de görme yeteneğini alıyor, buna karşılık ona bir
ilkbahar duygusuyla bir uzay duygusu veriyordu.
Balkonun karanlığına karşı o olmayacak turuncu kafayı tanıyınca Keating olduğu yerde durdu. Bu
gece görmeyi istediği tek insan karşısındaydı. Roark'u yalnız bulduğu için memnundu, ama biraz da
korkuyordu.
"Tebrikler, Peter," dedi Roark.
"Aaa, şey, teşekkürler..." Keating bugün duyduğu iltifatlar arasında kendisini en çok memnun
edenin bu olmasına şaştı. Roark'un başarısını onaylamasından çekingen bir mutluluk duyuyor, İçendi
kendine bunun budalalık olduğunu söylemeye çalışıyordu. "Yani biliyor musun, yoksa...?" Sonra
kararlı bir sesle sordu. "Annem söyledi mi sana?"
"Söyledi."
"Söylememesi gerekirdi."
"Neden o?"
"Bak, Howard, biliyorsun çok üzüldüm senin okuldan ..."
Roark başını arkaya atıp ona baktı.
"Boş ver." dedi.
"Ben ... seninle konuşmak istediğim bir şey var, Howard. Bana öğüt vermeni istiyorum. Oturabilir
miyim?"
"Neymiş konu?"
Keating basamaklara, onun yanına oturdu. Roark'un karşısında oynayabileceği hiçbir rol yoktu.
Zaten şimdi canı rol oynamak da istemiyordu. Yere düşerken hışırdayan bir yaprağın sesini duydu.
İncecik, kaygan bir ilkbahar sesi.
Şu an için Roark'a sevgi hissettiğinin bilincindeydi. Acı, şaşkınlık ve çaresizlik içeren bir sevgi.
Büyük bir içtenlikle, "Umarım sana işimle ilgili fikir sorduğum için beni ayıplamazsın" dedi. "Tam
sen okuldan ..."
"Boş ver onu dedim, Peter. Konu ne?"
Keating kendini de şaşırtan beklenmedik bir dürüstlükle, "Biliyorsun, genellikle senin için delinin
biri diye düşünmüşümdür," dedi. "Ama çok şey bildiğinin de farkındayım. Mimarlık hakkında yani. O
budalaların asla bilmediği şeyler. Ayrıca mimarlığı onların asla sevemeyeceği kadar sevdiğini de
biliyorum."
"Eee?"
"Doğrusu neden sana gelmek istediğimi bilmiyorum, ama ... Howard, daha önce bunu hiç
söylememiştim ama, anla beni ... dekanın görüşündense senin görüşünü bilmeye daha çok önem
veriyorum. Herhalde sonunda yine dekanın dediğini yapacağım, ama senin görüşün benim kendim için
daha önemli ... nedenini de bilmiyorum. Bunları neden söylediğimi de bilmiyorum."
Roark yan dönüp ona baktı, güldü. Genç, iyi yürekli, dostça bir gülüşle güldü. Roark'dan böyle bir
ses yükseldiğini duymak o kadar nadir bir şeydi ki, Keating'e sanki birisi uzanıp elini anlayışla tutmuş
gibi geldi. Boston'da bir partinin kendisini beklemekte olduğunu unutuverdi.
"Hadi," dedi Roark. "Benden korkuyor olamazsın, değil mi? Sormak istediğin nedir?"
"Bursumla ilgili. Bana verilen Paris ödülü."
"Evet?"
"O burs dört yıllık. Ama beri yandan Guy Francon da bir süre önce bana şirketinde iş teklif etti.
Bugün bir ara, o işin hâlâ açık olduğunu söyledi. Hangisine evet demem gerektiğini bilmiyorum."
Roark ona baktı, uzun parmakları ağır bir hareketle yuvarlanırcasına basamaklarda tempo tuttu.
Sonunda Roark, "Eğer benim fikrimi istersen Peter, sen hatayı şimdiden yaptın," dedi. "Bana
sormakla. Herhangi bir kimseye sormakla. İşinle ilgili konuları asla başkalarına sormayacaksın. Ne
istediğini kendin bilmiyor musun? Nasıl dayanabiliyorsun bilmemeye?"
"İşte senin bu yönüne hayranlık duyuyorum, Howard. Sen hep bilirsin."
"İltifatları boş ver."
"Ama ben ciddi söylüyorum. Nasıl karar verebiliyorsun böyle her zaman?"
"Sen kararları senin yerine başkalarının vermesine nasıl izin veriyorsun?"
"Ama ben emin değilim. Howard. Ben hiçbir zaman kendimden emin değilim. Bana dedikleri kadar
iyi miyim, bilemiyorum. Bunu senden başka kimseye itiraf etmem. Herhalde nedeni senin her zaman
kesinlikle bana ..."
"Peter!" Bayan Keating'in sesi arkalarında patladı. "Peter, hayatım! Ne yapıyorsun orada?"
Annesi kapıda duruyordu. Bordo taftadan en şık elbisesini giymişti. Mutlu, ama kızgındı.
"Ben de burada yapayalnız oturmuş, seni bekliyorum! Takım elbisenle o kirli basamaklarda işin
ne? Hemen kalk oradan! Eve girin, çocuklar. Kakao ve bisküviler sizi bekliyor."
"Ama anne, ben Howard'la önemli bir şey konuşmak istiyordum," dedi Keating. Bir yandan da
ayağa kalkıyordu ama.
Annesi duymamış gibiydi. Dönüp eve girdi, Keating de onu izledi.
Roark onların arkasından baktı, omuz silkti, kalkıp o da içeriye girdi.
Bayan Keating sert eteklerini çıtırdatarak bir koltuğa oturdu.
"Eee?" diye sordu. "Ne konuşuyordunuz ikiniz orada?"
Keating’in parmakları bir tablanın kenarında dolaştı, bir kibrit kutusunu alıp bıraktı, sonra annesi
orada yokmuş gibi Roark’a döndü.
"Bak, Howard, poz atmayı bırak," dedi. Sesi tizleşmişti. "Bursu yakıp çalışmaya mı başlayayım,
yoksa Francon'a beklemesini söyleyip Güzel Sanatlar'a gideyim, safteronları etkilemeye mi
çalışayım? Ne diyorsun?"
Kaybolan bir şey vardı. O an geçmişti artık.
Bayan Keating, "Dur, Peter, şu konuyu iyice anlamak istiyorum." diye söze başlayacak oldu.
"Dur bir dakika, Anne! ... Howard, bu işi çok dikkatle tartmam gerek. Öyle bir burs herkese
verilmez. Verilmesi demek, çok iyisin demektir. Güzel Sanatlar'da okumak ne kadar önemlidir,
bilirsin."
"Yo, bilmem," dedi Roark.
"Öff, Allah kahretsin, senin o çılgın fikirlerini bilmiyor değilim, ama ben pratik açıdan
konuşuyorum. Benim durumumdaki biri açısından. Bir an için idealleri bir kenara bırakırsak,
kesinlikle görünüyor ki..."
Roark, "Sen benim fikrimi istemiyorsun," dedi.
"Tabii istiyorum! Sana soruyorum!"
Ama Keating, seyircisi olduğu zaman asla aynı olmazdı. Kaybolan bir şey vardı. Kendisi farkında
değildi, ama Roark'un bildiğini anlıyordu. Roark'un gözleri onu tedirgin ediyor, tedirgin olmak da
kızdırıyordu Keating'i.
"Mimarlığı uygulamak istiyorum," diye terslendi Keating. "Yalnızca üzerinde konuşmakla yetinmek
istemiyorum. O okul insana büyük saygınlık katıyor. Bina yapabileceklerini sanan eski musluk
tesisatçılarından ayırıyor insanı. Ama beri yandan Francon'un söylediği iş... Guy Francon kendisi
teklif etti o işi bana!" Roark başka tarafa döndü.
Keating kör gibi devam etti. "Kaç çocuk ulaşabilir bu onura? Bir yıl geçtiğinde, Smith'in ya da
Jones'un yanında çalışıyoruz diye öğünüyor olacaklar ... iş bulmayı başarırlarsa tabii. Oysa ben
Francon & Heyer' da çalışıyor olacağım!"
Bayan Keating, "Çok haklısın, Peter," diyerek ayağa kalktı. "Böyle bir konuda, annene danışmak
istemezsin tabii. Fazla önemli çünkü. Sizi yalnız bırakayım da konuyu Bay Roark'la hallet."
Keating, annesine baktı. Onun bu konuda ne düşündüğünü duymak istemiyordu. Kendi kararını
verebilmesi için tek çarenin, o kararı annesi konuşmadan önce vermek olduğunu biliyordu. Annesi
durmuş, ona bakmaktaydı. Dönüp odadan çıkmaya hazırdı. Keating onun blöf yapmadığını da
biliyordu. Oğlu isterse, çıkacaktı odadan. Oğlu da ... istiyordu. Onun gitmesini istiyordu. Çaresizce,
umutsuzca istiyordu bunu. Konuştu:
"Ama. anne, bunu nasıl söylersin? Elbette istiyorum senin fikrini ... sen ne düşünüyorsun?"
Annesi Peter'in sesindeki o ham tedirginliği duymazdan geldi, gülümsedi.
"Peter, ben hiçbir zaman hiçbir şey düşünmem. Karar senindir. Karar her zaman senin olmuştur."
Peter Keating gözlerini annesinden ayırmaksızın, kararsız bir sesle, "Şeyyy ..." diye başladı. "Eğer
Güzel Sanatlar'a gidersem ..."
Bayan Keating, "Güzel," dedi hemen. "Git Güzel Sanatlar'a. Şahane bir yer. Evinden, yuvandan bir
okyanus uzakta. Tabii sen gidersen, Bay Francon o işe bir başkasını alır. Herkesin diline de laf gerek.
Bay Francon'un her yıl şirketine Stanton'ın o yıl mezun ettiği en iyi çocuğu aldığını herkes biliyor. O
işe bir başkası alınırsa nasıl gözükür acaba? Ama herhalde önemi yok."
"İnsanlar ne diyecek ki?"
"Fazla bir şey söylemezler herhalde. Yalnızca öbür çocuğun o yılın en parlak çocuğu olduğunu
söylerler. Herhalde Shlinker'i alır."
"Olamaz!" Keating öfkeyle yutkundu. "Shlinker olmaz!"
Annesi en tatlı sesiyle, "Olur," dedi. "Shlinker'i alır."
"Ama ..."
"Ama insanların ne diyeceğinden sana ne? Sen kendini memnun et, yeter."
"Yani sence Francon ..."
"Bay Francon benim niçin umurumda olsun? Benimle bir ilgisi yok ki."
"Anne, Francon'un önerdiği işe girmemi mi istiyorsun?"
"Benim hiçbir şey istediğim yok, Peter. Patron sensin."
Acaba annemi gerçekten seviyor muyum, diye merak etti. Ama annesiydi o onun. Bu söz herkesin
gözünde, o kişinin otomatik olarak sevilmesi gerektiği anlamına gelirdi. Bu nedenle Peter de annesine
yönelik duygularının sevgi olduğuna karar vermişti. Annesinin yargısına saygı göstermesi için bir
neden var mı, yok mu, bilmiyordu. Annesiydi onun o. Böyle olması, her türlü mantığın yerini almaya
yeterdi.
"Evet, tabii anne ... Ama ... Evet, biliyorum, ama ... Howard?"
Bu bir yardım çağrısıydı. Roark oradaydı. Köşedeki kanepeye, yarı yatar pozda, kedi yavrusu gibi
yerleşmişti. Roark'un böyle kediler gibi sessiz bir gerilim ve kontrolle hareket edebilmesi Keating'i
defalarca şaşırtmıştı. Tıpkı kediler gibi, vücudunda tek bir katı kemik yokmuş gibi gevşeyebiliyordu
Roark. Şimdi de konuşmaya başlamıştı:
"Peter, karşına çıkan bu iki fırsat hakkında da neler düşündüğümü biliyorsun. Daha az kötü olanını
seç. Güzel Sanatlar'da ne öğreneceksin? Yine Rönesans sarayları, yine operet dekorları. İçinde var
olan her şeyi öldürecekler. Oysa sen arasıra iyi iş çıkarıyorsun ... izin verirlerse. Eğer gerçekten bir
şeyler öğrenmek istiyorsan, işe başla. Francon budala itin teki, ama en azından orada bina
yapabileceksin. Kendi başına ortaya çıkmaya çok daha erken hazırlanabilirsin."
Bayan Keating, "Bazen Bay Roark bile mantıklı konuşabiliyor," dedi. "Kamyon şoförü diliyle
konuşsa bile."
"Sence gerçekten iyi iş çıkarabiliyor muyum?" Keating ona bakarken gözlerinde hâlâ o bir tek
cümlenin pırıltısı vardı. Başka hiçbir şeyin önemi yoktu.
"Arasıra," dedi Roark. "Pek sık sayılmaz."
Bayan Keating, "Şimdi bu iş hallolduğuna göre ..." diye başladı.
"Bunu ... bunu bir düşünmem gerek, Anne."
"Şimdi bu iş hallolduğuna göre, kakao içmeye ne dersiniz? Hemen getirebilirim!"
Oğluna gülümsüyordu. İtaatkârlığın, minnetini ifade eden bir gülümseme. Hışırdayarak odadan
çıktı.
Keating sinirli sinirli dolaşırken durdu, bir sigara yaktı, dumanı ağzından kısa kümeler halinde
üfledi, Roark'a baktı.
"Sen ne yapacaksın şimdi, Howard?"
"Ben mi?"
"Çok düşüncesiz davrandım, biliyorum. Hep kendimden söz ettim. Annem aslında iyi niyetli, ama
beni deli ediyor ... neyse, boş ver o konuyu. Sen ne yapacaksın?"
"Ben New York'a gidiyorum."
"Ah, çok iyi. İş bulmaya mı?"
"İş bulmaya."
"Şey ... mimarlıkta mı?"
"Mimarlıkta, Peter."
"Bu harika. Sevindim. Kafanda kesin bir plan var mı?"
"Henry Cameron'un yanında çalışacağım."
"Yo, olamaz, Howard!"
"Öyle."
"Ama o bir sıfır artık! Biliyorum, adı var, ama bitti işi onun. Önemli binaları hiç alamıyor, yıllardır
alamadı! Ofisi berbat bir yermiş diyorlar. O sana ne gibi bir gelecek sağlayabilir ki? Ne
öğrenebilirsin orada?"
"Fazla bir şey değil. Yalnızca bina yapmasını."
"Tanrı aşkına, bu inadı sürdüremezsin, bile bile kendini ziyan edemezsin! Bana öyle gelmişti ki ...
Şey, evet, bugünkü olay sana bir şeyler öğretmiştir sanmıştım!"
"Öğretti."
"Bak, Howard, eğer bu kararının nedeni, seni artık başka hiç kimsenin, yani daha iyi bir mimarın
almayacağına inandığın içinse, ben sana yardım ederim. Francon'la konuşur, tanıdıkları arar, sonunda
..."
"Sağol, Peter. Ama gereği yok. Her şey tamam."
"Ne dedi?"
"Kim?"
"Cameron."
"Onunla hiç karşılaşmış değilim."
O sırada dışarıda bir koma sesi duyuldu. Keating o anda hatırladı, üstünü değişmek üzere yukarıya
koşarken kapıda annesine çarptı, kadının elindeki tepside duran fincanlardan birini devirdi.
"Peter!"
"Ziyam yok, anne!" Annesinin dirseğine sarıldı. "Acelem var, tatlım. Çocuklarla küçük bir parti ...
dur dur, bir şey söyleme ... geç kalmam, bak ... Benim Francon & Heyer'a girmemi kutlayacağız!"
Annesini alışkanlıkla öptü. Onu bazen dayanılmaz kılan neşeli hali yine üstündeydi. Odadan
fırlayıp merdivenleri koşarak çıktı. Bayan Keating onun arkasından bakıp başını iki yana salladı.
Yüzünde hem eleştiri, hem mutluluk vardı.
Keating odasına daldığında, giysilerini her bir yana fırlatırken birdenbire New York'a çekeceği
telgraf geldi aklına. O konuyu gün boyu unutmuştu, ama şimdi acil bir şey olarak hatırladı. Telgrafı
şimdi, hemen çekmek istiyordu. Bir kâğıt parçası bulup karaladı:
"Katie, sevgilim Francon'da çalışmak üzere New York'a geliyorum. Sevgiler, Peter."
O gece Peter arabada, iki delikanlının arasına sıkışmış durumda Boston'a uçtu, yol ve rüzgâr
vınlayarak yanından akıp geçti. Dünyanın artık önünde açılmakta olduğunu hissediyordu. Farların
önünden kaçan karanlıklar gibi. Özgürdü. Hazırdı. Birkaç yıla kadar ... yani çabucak ... çünkü
arabanın bu hızı karşısında zaman diye bir şey yoktu artık ... adı borazan gibi duyulacak, insanları
uykularından uyandıracaktı. Büyük şeyler yapmaya hazırdı o... harika şeyler. Daha önce aşılmamış...
yani ... Allah kahretsin ... mimarlıkta aşılmamış şeyler.
3
Peter Keating, New York sokaklarına baktı. Gözüne ilişen insanlar son derece şık giyinmişlerdi.
Beşinci Caddede, Francon & Heyer ofisinin bulunduğu binanın önünde durmuştu bir an. İlk iş günü
onu bekliyordu. Yanından telaşlı adımlarla geçen adamlara baktı. Şık, diye düşündü. Hem de çok şık.
Üzgün bakışları kendi giysilerine döndü. New York'ta öğrenmesi gereken çok şey vardı.
Artık daha fazla geciktiremeyeceğini hissedince, kapıya doğra döndü. Minyatür bir Dorik portiko.
Her küçük detayı, bir zamanlar eski Yunanlılar gibi tunikler giyerek dolaşan sanatçı tarafından özenle
hesaplanıp yerleştirilmişti. Sütunların mermer kusursuzluğu arasında, dönen kapının nikelajları
parıldıyor, hızla geçen otomobillerin hayalini yansıtıyordu. Keating döner kapıdan geçip muhteşem
mermer lobide ilerledi, yaldızdan ve kırmızı lakeden asansöre binerek otuz kat yukarıdaki maun
kapının önüne geldi. Kapıda zarif harflerle yazılmış ince bir plaka gördü:
FRANCON & HEYER MİMARLIK BÜROSU
Francon & Heyer'in resepsiyonu, kolonyel bir malikânenin serin ama sevimli balo salonuna
benziyordu. Gümüş beyazı duvarlara yassı sütunlar sıralanmıştı. Yüzleri yivliydi. Yivler İyon
salyangozları gibi kıvrılıyordu. Üstlerinde küçük alınlıklar vardı. Tam ortalan ayrıktı alınlıkların.
Oralara yanın Yunan yüzleri yapıştırılmıştı. Panolarda Yunan tapınaklarındaki kabartmalar vardı.
Hemen fark edilemeyecek kadar küçüktüler. Ama sütunları da, alınlıkları da, kırışık yüzlü taşları da
asıl bunlar gösteriyordu.
Keating eşiği aşıp içeriye girdiği andan itibaren, ayaklarının altında bir yürüyen bant varmış gibi
hissetti. Bu bant onu, Floransa tipi bir balkon parmaklığının gerisinde, telefon santralinin başında
oturan resepsiyoncunun önüne götürdü, sonra da kocaman bir salonun kapısına ulaştırdı. Keating'in
orada gördükleri, upuzun, yassı masalar, tavandan inen ve yeşil abajurlarda son bulan bükümlü
iplerden bir orman, duvarlarda dev boyutlarda ozalit dosyaları, kuleler gibi sarı çekmeceler, kâğıtlar,
kutular, örnek tuğlalar, kavanozlar içinde tutkallar ve inşaat şirketlerinin takvimleri oldu. Takvimlerin
çoğunda çıplak kadın resimleri vardı. Teknik ressamların başı Keating'i yüzüne bakmadan tersledi.
Bunalmıştı adam. Ama aynı zamanda amaçlı bir hali vardı. Baş parmağıyla dolap odasını gösterirken
çenesini de kaldırıp yüzünü o yana çevirdi, Keating dolaptan aldığı gri çalışma önlüğünü güvensizlik
içinde giyerken, adam topukları üzerinde yaylanarak bekledi. Francon istemişti herkesin bu önlükten
giymesini. Yürüyen bant, çizim odasının köşesindeki bir masada duruverdi. Keating kendini o
masada, bir takım planlan işleme göreviyle baş başa buldu. Baş teknik ressamın sırtı uzaklaşıyordu.
Adam onun varlığını bile unutmuştu çabucak.
Keating hemen önündeki işe koyuldu. Gözleri masadaki kâğıda dikilmiş, boğazı kaskatı kesilmişti.
Görebildiği tek şey, önündeki kâğıdın inci gibi pırıltısıydı. Çizdiği dümdüz çizgiler şaşırtıyordu onu.
Çünkü etinin en az iki santim sağa sola kayarak titrediğinden emindi. O çizgilerin nereye gittiklerini,
niçin çizildiklerini bilmeksizin üstlerinden geçmekteydi. Tek bildiği, bu planın birisinin büyük bir
başarısı olduğuydu. Kendisi ne bu konuda soru açabilirdi, ne de bu başarıya erişebilirdi. Nasıl olup
da kendini potansiyel bir mimar olarak görebildiğini anlayamıyordu.
Çok uzun bir süre sonra, bitişik masadaki buruşuk gri önlüğü far ketti. Bir çift kürek kemiğine
yapışmış önlüğü. Çevresine bakındı. Önce tedbirli bakışlarla, sonra merakla, sonra keyifle, sonra da
tiksintiyle. En sonuncu aşamaya vardığında Peter Keating yine kendisi olmuş, insanlara karşı yeniden
sevgi hissetmeye başlamıştı. Yan taraftaki çökük yanakları, komik burunu, içerlek çenedeki gamzeyi,
masanın ön kenarına dayanıp sıkışmış mideyi gördü. Çok hoşlandı bu görüntüden. Bu insanların
yaptığı her şeyi kendisi daha iyi yapabilirdi. Gülümsedi. Peter Keating'in birlikte olabileceği
insanlara ihtiyacı vardı.
Önündeki plana tekrar baktığında, o şaheserin bir takım kusurları gözüne çarptı. Özel bir evin bir
katıydı. Koskoca mekânları hiç nedensiz bölen çarpık çurpuk koridorları, karanlığa mahkûm edilmiş
uzun dikdörtgen odaları fark etti. Tanrım, diye düşündü, böyle bir ödev versem beni daha birinci
sömestrde çaktırırlardı. Ondan sonra artık işini çabucak, kolaylıkla, ustaca ve mutlu mutlu yapmaya
başladı.
Öğle molası gelmeden, Peter Keating odadakilerden bazılarıyla dost olmuştu bile. Henüz yakın
dost diyebileceği kimsesi yoksa da, dostlukların büyümesine ortam olabilecek, belirginleşmemiş bir
tarla vardı artık önünde. Yakın masalarda oturanlara gülümsemiş, hiçbir neden olmadığı halde onlara
anlayışlı anlayışlı göz kırpmıştı. Buzdolabına gidiş gelişlerini, yanından geçtiği insanları yumuşak,
neşeli bakışlarıyla okşamak için kullanmıştı. O parlak gözler odadaki herkesi birer birer ele alıyor,
içinde bulundukları evrenden çıkarıp, insanlığın en önemli örneği ve Keating'in en yakın dostu gibi
ayırıyordu. O geçtiğinde insanların, işte akıllı bir çocuk, işte çok iyi bir insan dedikleri kesindi.
Keating yan masadaki uzun boylu, sarışın bir gencin, bir iş hanının cephesini çizmekte olduğunu
fark etti. Dostça bir saygıyla delikanlının omzuna doğru eğildi, üç kat yüksekliğine varan sütunlara
dolanmış gerdanlık gibi dizili çiçeklere baktı.
Hayranlık dolu bir sesle, "İhtiyara aferin." dedi.
"Ne?" diye sordu çocuk.
"Francon'a yani," diye açıkladı Keating.
"Ne Francon'u?" dedi delikanlı hemen. "O adam sekiz yıldır bir köpek kulübesi bile çizmiş değil."
Omzunun üzerinden başparmağıyla arkadaki camlı kapıyı gösterdi. "O çizdi."
Keating, "Ne?" diyerek döndü.
"O," dedi çocuk yine. "Stengel. Bunların hepsini o yapar."
Keating cam kapının ardında, bir masanın kenarına abanmış bir çift kemikli omuzla; üçgen
biçiminde, küçük bir kafa gördü. Dikkatle eğilmişti. Gözlük camlarından iki ışık havuzu yansıyordu.
Akşama doğru, kapalı kapının ardından birinin geçtiği hissedildi. Keating çevredeki fısıltılardan
Guy Francon'un geldiğini, bir üst kattaki ofisine çıktığını anladı. Yarım saat sonra cam kapı açıldı,
Stengel çıktı. Parmaklan arasında kocaman bir karton tutmaktaydı.
"Hey, sen," diye seslendi. Gözlük camları Keating'in yüzüne dönüktü. "Bunun planlarını sen mi
yapıyorsun?" Kartonu öne doğru uzatmıştı. "Bunu patrona götür, onaylat. Ne dediğini iyice dinlemeye
ve akıllı gözükmeye çalış. Hoş ikisinin de pek önemi yok ya!"
Kısa boyluydu. Kolları ayak bileklerine kadar iniyor gibiydi. Gömleğin upuzun kolları içinde,
sallanan birer ip, uçlarında da iri, iş bilir eller. Keating'in gözleri bir saniyenin onda biri süresince
dondu, renkleri koyuldu, boş gözlük camlarına çok gergin bir bakış yöneltti. Sonra Keating
gülümsedi, tatlı bir sesle: "Baş üstüne, efendim," dedi.
Kartonu on parmağının ucuyla tutarak taşıyordu. Kırmızı halılı merdivenlerden Francon'un odasına
çıktı. Kartonda gri granit bir evin suluboya resmi vardı. Üç yatak odalı, beş balkonlu, dört büyük
pencereli, on iki sütunlu; giriş kısmında bir bayrak direği ve iki aslanla. Resmin köşesine düzgün
harflerle, "Bay ve Bayan James S. Whattles'ın Evi-Francon & Heyer Mimarlık Bürosu" diye
yazılmıştı. Keating hafif bir ıslık öttürdü. James S. Whattles, traş losyonları üreten bir multi
milyonerdi.
Guy Francon'un ofisi cilalı bir yerdi. Yo, diye düşündü Keating, cilalı değil, lake; yo, o da değil,
düpedüz sıvı. Aynalar eritilerek odadaki her eşyanın üzerine dökülmüş gibiydi. Yürürken her yanda
kendi görüntüsünden parçalar dolaşıyor, serbest bırakılmış kelebekler gibi izliyordu onu.
Chippendale dolaplarda da, Jacobean sandalyelerde de. Louis XV şömine rafında da. Köşedeki
otantik Roma heykelini, Paıthenon'un. Rheims Katedrali'nin, Versailles'ın ve tepesinde ebedi
meşalesiyle Frink National Bank Binası'nın resimlerini görmeye bile vakit buldu.
Kendi bacaklarının, o dev maun masanın yan tarafına yaklaştığını gördü. Guy Francon, masasında
oturmaktaydı. Guy Francon'un yüzü sarı, yanakları sarkıktı. Kcating'e bir an için, onu ömründe ilk
defa görüyormuş gibi baktı, sonra hatırladı, yüzünde bir gülümseme belirdi.
"Vay vay vay. Kittredge, oğlum, demek buradayız, yerleşmiş ve başlamış durumdayız! Seni
gördüğüme çok sevindim. Otur oğlum, otur, ne var bakayım elinde? Dur, acelemiz yok, hem de hiç
acelemiz yok. Otur. Nasıl buldun burayı?"
"Korkarım biraz fazla mutluyum, efendim." dedi Keating. Yüzünde o dürüst, çocuksu çaresizlik
ifadesi vardı. "İlk işime başladığımda kendimi çok ciddi hissetmeyi bekliyordum, oysa böyle bir
yerde başlamak ... galiba sersemletti beni biraz ... ama üstesinden gelirim, efendim."
"Elbette," dedi Guy Francon. "Genç biri için biraz fazla etkileyici olabilir. Ama hiç kaygılanma.
Başaracağından eminim."
"Elimden geleni yapacağım, efendim."
"Elbette yapacaksın. Neymiş bana gönderdikleri?" Francon elini kartona doğru uzatırken,
parmakları dönüp kendi alnına dayandı, durdu. "Bu baş ağrısı çok can sıkıcı... Yo, hayır, ciddi bir şey
değil ..." Keating'in hemen beliren kaygısına gülümsedi. "Önemsiz bir baş ağrısı işte. Çok
çalışmaktan herhalde."
"Size bir şey getirmemi ister misiniz, efendim?"
"Yo, teşekkür ederim. Senin bana getirebileceğin bir şey değil de, benden götürebileceğin bir şey
gerek." Göz kırptı. "Şampanya. Laf aramızda, dün gece ikram ettikleri şampanya hiçbir şeye
benzemiyordu. Ben zaten şampanyayı hiçbir zaman sevmemişimdir. Bak, sana bir şey söyleyeyim,
Kittredge, şarapları tanımak çok önemlidir. Bir müşteriyi yemeğe götürsen, ne ısmarlamak gerektiğini
bilmelisin. Şimdi sana bir meslek sırrı söyleyeyim. Bıldırcını ele alalım. Çoğu insanlar bıldırcının
yanına Burgundy ısmarlar. Sen ne yaparsın? Clos Vougeot 1904 ısmarlarsın. Anladın mı? Olaya özel
bir hava katar. Yine uygundur, ama orijinaldir. Her zaman orijinal olmak gerekir... Kim yollamıştı
seni buraya?"
"Bay Stengel, efendim."
"Ha, Stengel." Bu adı söylerken kullandığı tonlama, Keating'in zihninde bir panjurun kapanışı gibi
çıtırdadı. Bunu gelecek için hatırlamasına izin çıkmış demekti. "Kendi işlerini kendisi getiremeyecek
kadar büyüdü artık, ha? Ama yanlış anlama, çok büyük bir tasarımcıdır. New York kentinin en iyi
tasarımcısıdır. Tek kusuru, son zamanlarda burnunun biraz fazla büyümesi. Tek çalışanın kendisi
olduğunu sanıyor... ben ona fikirler verdiğim, o fikirleri benim yerime uygulamasına izin verdiğim
için. Gün boyu çizim yaptığı için. Bu meslekte bir süre çalışınca göreceksin, evladım. Bir büronun
esas işi, duvarlarının dışında yapılan iştir. Dün geceyi al örneğin. Clarion Emlakçılar Derneği'ndeki
şölen. İki yüz konuk, yemek ve şampanya ... ya, evet, şampanya!" Kendi kendisiyle alay eder gibi
burnunu buruşturdu. "Yemek sonrası yapılan konuşma sırasında birkaç özel söz söylemek ... bilirsin,
fazla çarpıcı bir şeyler değil, bayağı dedikodu da değil. Emlakçıların topluma karşı sorumluluğuyla
ilgili, iyi ve işinin ehli bir mimarı seçmelerinin önemine değinen iyi seçilmiş birkaç düşünce. Akılda
kalacak birkaç parlak slogan."
'"Evet, efendim. 'Evinizin mimarını seçerken, o evde oturacak gelini seçiyormuş gibi dikkat edin,’
türünden bir şey."
"Fena sayılmaz. Hem de hiç fena sayılmaz, Kittredge. Bunu not etsem bir sakıncası var mı?"
"Adım Keating, efendim," dedi Kcating kesin bir sesle. "Bu düşünceyi beğendinizse, buyurun.
Hoşunuza gittiğine sevindim."
"Keating, tabii! Tabii, Keating," dedi Francon tatlı tatlı gülümseyerek. "Tanrım, insan öyle çok
kişiyle tanışıyor ki. Nasıl demiştin? Evinizin mimarını ... Çok iyi bir cümleydi."
Keating'e tekrarlattırdı, önünde hiç kullanılmaksızın bekleyen sipsivri yontulmuş bir yığın renkli
kalem arasından bir kurşunkalem seçip bloknota yazdı.
Sonra bloknotu kenara itti, içini çekti, saçının dalgalarını arkaya doğru sıvazlayarak yorgun bir
sesle konuştu.
"Eh, pekâlâ. Bakmam gerek herhalde o şeye."
Keating çizimi saygıyla uzattı. Francon arkasına yaslandı, kartonu bir kol boyu uzakta tutup baktı.
Sol gözünü kapadı, sonra sağını kapadı, sonra kartonu iki santim daha uzaklaştırdı. Keating adamın
kartonu baş aşağı çevirmesini hevesle bekler gibiydi. Ama Francon öylece tutuyordu onu. Birden
Keating, Francon'un çoktan beri resmi görmemeye başladığını farketti. Kartona bakışı, Keating'in
hatırınaydı. O zaman Keating kendini hafiflemiş hissetti. Hava kadar hafifti. Kendisini geleceğe
götüren yolu da önünde açık seçik görebilmeye başlamıştı
"Hımm ... Evet..." diyordu Francon. Yumuşak parmaklarından iki tanesiyle çenesini ovaladı.
"Hımm ... Evet..."
Keating'e döndü.
"Fena değil," dedi. "Hiç fena değil ... şey ... Belki biraz daha seçkin bir havası olabilirdi, anlarsın!
Ama doğrusu resim öyle temiz yapılmış ki. Sen ne dersin, Keating?"
Keating'e göre, bu pencerelerden dört tanesi dosdoğru dört dev granit sütunun tam arkasına
geliyordu. Ama Francon'un pembe desenli kravatıyla oynayan eline bakarken, bundan söz etmemeye
karar verdi. Onun yerine:
"Bir öneride bulunabilirsem, efendim," dedi. "Bence dördüncü kat ile beşinci kat arasındaki
kartuşlar, bu kadar iddialı bir bina için biraz fazla mütevazı. Süslemeli bir garland çok daha iyi olur
gibi geliyor."
"Tamam işte. Tam ben de aynı şeyi söyleyecektim. Süslemeli bir garland ... ama ... ama bak, o
zaman da pencerelerin önemi azalır, değil mi?"
"Evet," dedi Keating. Sınıf arkadaşlarıyla tartışırken kullandığı ses tonunun üzerine bir saygı
perdahı çekmişti. "Ama pencerelerin önemi, binanın ön cephesini etkileyici kılmanın önemi yanında
ikinci planda kalır."
"Doğru. Etkileyici. Müşterilerimize her şeyden önce, gurur payı tanımamız gerek. Evet, kesinlikle,
süslemeli bir garland ... ama ... bak, ben ön çizimleri onaylamıştım, Stengel de bu seferkini öyle temiz
hazırlamış ki!"
"Siz söylerseniz, Bay Stengel onu değiştirmekten zevk duyar."
Francon'un gözleri bir an Keating'inkilere çakıldı, sonra kirpikleri indi, kolundaki bir toz zerresini
yakalayıp aldı.
"Tabii, tabii..." dedi dalgın bir sesle. "Ama sence garland gerçekten önemli mi?"
Keating ağır ağır, "Bence gerekli bulduğunuz değişiklikleri yapmak, her şeyi Bay Stengel'in
tasarımladığı şekliyle onaylamaktan çok daha önemli," dedi.
Francon hiçbir şey söylemeden dosdoğru onun gözlerine bakmayı sürdürüyordu. Francon'un gözleri
Keating'in gözlerine odaklanmış, elleri pelte gibiydi. Keating bunu görünce, korkunç bir riske girmiş
ve büyük bir zafer kazanmış olduğunu anladı. Kazandığını anladığı anda, girdiği riskin büyüklüğü onu
korkutmaya başlamıştı.
Masanın iki yanından sessizce birbirlerine baktılar, birbirini anlayan iki kişi olduklarını ikisi de
kabul ettiler.
Francon sakin, içten bir otoriteyle, "Süslemeli garland yapacağız," dedi. "Bunu burada bırak.
Stengel'e kendisini görmek istediğimi söyle."
Keating çıkmak üzere dönerken Francon onu durdurdu. Sesi sıcak ve neşeliydi.
"Ha, Keating, aklıma gelmişken sana bir öneride bulunabilir miyim? Aramızda kalsın ama bordo
kravat bu gri önlüğün içine lacivertten çok daha iyi yakışır. Sence de öyle değil mi?"
'"Evet, efendim," dedi Keating rahat bir sesle. "Teşekkür ederim. Yarın beni öyle göreceksiniz."
Odadan çıktı, kapıyı arkasından yavaşça kapadı.
Keating resepsiyonun önünden geçerken, kır saçlı, kibar bir adamın, yanında bir kadınla birlikte
kapıdan girmekte olduğunu gördü. Adamın şapkası yoktu. Bu ofisten biri olduğu belliydi. Kadının
üzerinde vizon bir kap vardı. Onun da müşteri olduğu belliydi.
Kibar bey yerlere kadar eğiliyor değildi. Müşterinin önüne halılar seriyor değildi. Serinlesin diye
onu yelpazeliyor değildi. Yalnızca onun geçmesi için kapıyı açık tutmaktaydı. Ama nedense Keating'e,
adam bunların hepsini yapıyormuş gibi geldi.
Frink National Bank Binası, aşağı Manhattan'daydı. Güneş gökyüzünde kayarak ilerlerken, onun
gölgesi de gecekonduların üzerinde gezinen bir saat yelkovanı gibi, Aquarium'dan Manhattan
Köprüsü'ne doğru kaymaktaydı. Güneş batınca, Bodrum Mozolesi'nin meşalesi yandı, kilometrelerce
çevreye yayılmış sayısız pencerelerin camına kırmızı lekeler düşürdü. Tabii yalnızca o ışığı alıp
yansıtabilecek kadar yüksek pencerelere. Frink National Bank Binası, Roma sanatının tüm tarihini, iyi
seçilmiş örneklerle temsil etmekteydi. Uzun bir süre boyunca kentin en iyi binası sayılmıştı, çünkü
diğer binaların hiçbirinde, onda bulunmayan herhangi bir klasik işaret bulmak mümkün değildi.
Öyle çok sütunu, alınlığı, frezi, tripodu, gladyatörü, cin suratları ve volütleri vardı ki, sanki beyaz
mermerden yapılmamış da, bir macun tüpünden sıkılarak çıkarılmış gibi görünürdü. Oysa beyaz
mermerden yapılmıştı. Bunu tek bilen, parayı veren sahipleriydi. Bugün artık çiziklerle, lekelerle
dolu, cüzzamlı gibi, kahverengi de, yeşil de sayılamayacak bir renkteydi. Kırlık yerlerin temiz
havasına uygun narin bir taşı, yavaş çürümenin, kirli dumanların, gazların, asitlerin kemirdiği
belliydi. Ama Frink National Bank Binası yine de büyük bir başarı sayılmaktaydı. O kadar büyük bir
başarıydı ki, Guy Francon'un yaptığı son bina olmuştu. Bunun getirdiği saygınlık sayesinde, Francon
artık böyle zahmetlere girmekten kurtulmuş bulunuyordu.
Frink National Bank'ın üç blok doğusunda Dana Binası vardı. Birkaç kat daha alçaktı ve hiçbir
saygınlığa sahip değildi. Çizgileri sert ve basitti. İçindeki çelik iskeletin uyumunu gösteren,
vurgulayan çizgilerdi bunlar. Bir vücut nasıl kemik yapısının kusursuzluğunu gösterirse, tıpkı öyle.
Başka hiçbir süsü yoktu. Yalnızca o keskin açılarının ince hesaplanmış çizgileriyle, düzlemlerinin
tasarımıyla, çatıdan alttaki kaldırıma doğru akan buzları andıran pencere dizileriyle gururlanabilirdi.
New Yorklular Dana Binası'na pek bakmazlardı. Bazen kente gelen bir yabancı birdenbire kendini bu
binayla yüz yüze bulur, durup bakar, böyle bir vizyonun ne tür bir rüyadan fışkırdığını merak ederdi.
Ama böyle ziyaretçiler de pek sık çıkmazdı. Dana Binası'nın kiracıları, onu dünyadaki hiçbir yapıya
değişmeyeceklerini iddia eder, pencerelerinden giren gün ışığından, havadan, koridorlarının ve
ofislerinin mantıklı planından çok memnun olduklarını söylerlerdi. Ne var ki Dana Binası'nda pek
fazla kiracı da yoktu. Saygın işadamlarından hiçbiri, ofislerinin "antrepoya benzeyen" bir binada
olmasını istemiyordu.
Dana Binası, Henry Cameron'un eseriydi.
1880'lerde New York mimarları, mesleğin ikinci adamı olabilmek için birbirini yemekteydi.
Birincilikte hiçbirinin zerrece umudu yoktu. Birinci yer, Henry Cameron'a aitti. O günlerde Henry
Cameron'a bina yaptırmak kolay iş değildi. Kendisini arayana, iki yıl sonrası için söz verebiliyordu.
Ofisinden çıkan her planı kendisi düşünüp çizerdi. Hangi işleri kabul edeceğini kendi seçerdi. Bina
bitince de, sahibi çenesini kapalı tutardı. Cameron kendisinin hiç kimseye asla sunmadığı bir şeyi,
herkesten bekleyen bir insandı; o şey de itaatti. Şöhret yıllarım, hiç kimsenin tahmin edemediği bir
hedefe doğru uçan ok gibi geçirmişti. İnsanlar deli derlerdi ona. Ama sunduğu şeyi de alırlardı ...
Anlasalar da, anlamasalar da. Çünkü onun sunduğu, "Henry Cameron" imzalı bir binaydı.
Başlangıçta binaları diğerlerinden az farklıydı. Kimseyi korkutacak kadar değişik değildi. Arada
sırada şaşırtıcı deneylere girişirdi ama herkes ondan bunu zaten beklediği için hiç kimse Henry
Cameron'la tartışmazdı. Her yeni binasıyla birlikte içinde bir şeyler büyüyüp gelişiyordu
Cameron'un. O şeyler mücadele ediyor, biçimleniyor, kabararak patlama noktasına yaklaşıyordu.
Beklenen patlama, gökdelenlerin doğmasıyla gerçekleşti. Yapılar duvarcıların üst üste koyduğu katlar
olmaktan çıkıp, çelik oklar gibi, sınırsız ve ağırlıksız olarak gökyüzüne doğru fışkırdığı anda, bu yeni
mucizeyi ilk önce anlayıp onu biçimlendirebilen bir avuç kişinin arasında Henry Cameron da vardı.
Yüksek bir binanın yüksek görünmesi gerektiği gerçeğini kabul edenlerin de ilklerinden biriydi.
Diğer mimarlar yirmi kat yüksekliğindeki bir binayı nasıl edip de tuğladan yapılmış bir malikâneye
benzetebilecekler™ düşünüp küfürler yağdırırken, her türlü yatay çizgiyi kullanarak binayı kısa
göstermeye, geleneğe uydurmaya, çeliğinin ayıbını saklamaya, onu küçük, güvenli ve eski gibi
göstermeye çabalarken, Henry Cameron dümdüz düşey çizgilerle donanmış, çeliğini ve yüksekliğini
gururla taşıyan binalar çizerdi. Diğer mimarlar, frezler ve alınlıklar çizerken, Henry Cameron
gökdelenlerin Yunanlıları kopya etmemesi gerektiğine karar vermişti. Aslında Henry Cameron hiçbir
binanın bir başka binayı kopya etmemesi gerektiği kanısındaydı.
Otuz dokuz yaşındaydı o sıralarda. Kısa boylu, tıknaz, kendine özen göstermeyen biriydi. Deliler
gibi çalışır, uykusundan, yemeklerinden fedakârlık eder, seyrek içki içer, ama içtiği zaman hayvanlar
gibi içer; müşterilerine ağza alınmayacak sözlerle hitap eder, onların nefretiyle alay eder, hatta o
nefreti bilerek körükler; ya ortaçağ derebeyleri gibi ya da rıhtım işçileri gibi davranır; girdiği her
salonda insanlara batıcı gelen bir yüksek gerilim düzeyinde yaşardı. O ateşe ne kendisinin, ne de
başkalarının uzun süre dayanamayacağı belliydi. O zaman yıl 1892'ydi.
Chicago'daki Columbian Fuarı, 1893 yılında açılmıştı.
Ve iki bin yıl öncesinin Roma'sı, bu kere Michigan Gölü kıyılarında yükseldi. Fransa'nın,
İspanya'nın, Atina'nın ve kendisini izleyen her üslubun parçalarıyla zenginleştirilmiş bir Roma. Fuar
tümüyle sütunlardan, zafer taklarından, mavi gölcüklerden, kristal çeşmelerden ve mısır patlağından
oluşmuş bir "Rüya Kent"di. Mimarları, kimin eski kaynaktan en iyi çalabileceği ve kimin aynı anda en
çok sayıda kaynaktan çalabileceği konusunda rekabet içine girmişlerdi. Bu fuar, yapı dalında işlenmiş
her suçu yeni bir ülkenin gözleri önüne sermekteydi. Veba gibi bembeyaz bir akımdı ve veba gibi de
hızla yayıldı.
İnsanlar geldiler, baktılar, şaşırdılar, sonra bu gördüklerinin tohumlarını Amerika'nın her kentine
götürdüler. Derken o tohumlardan yaban otları çıkmaya başladı. Dorik kapı girişleri olan bezemeli
postane binaları, demir alınlıklarla donatılmış tuğla malikâneler, on iki Parthenon'un üst üste konması
biçiminde yapılmış yüksek binalar. Bu yaban otları boy attı, başka şeylerin hepsini boğdu.
Henry Cameron, Columbian Fuarı'na çalışmalarıyla katılmayı reddetmiş, o fuar için yazıya
gelmeyecek sözler kullanmıştı. Bu sözler yazıya gelmese bile, ağızdan ağıza anlatılabiliyordu ... Tabii
kadınlı erkekli topluluklarda değil! Ve anlatıldı da. Kendisinden Efes'teki Artemis tapınağı biçiminde
bir tren istasyonu yapmasını isteyen saygın bir bankacının kafasına mürekkep hokkasını fırlattığı da
anlatıldı. Bankacı tabii onun ofisine bir daha uğramamıştı. Daha başka uğramayanlar da oldu.
Uzun süren mücadele yıllarının amacına tam ulaştığı sırada, aradığı gerçeği biçimlendirmeyi tam
başardığı sırada, en son engel bir anda inip yolunu tıkadı. Bir süredir onun ilerleyişini seyredip,
şaşıran genç ülke, gerçi o yapıtların yeni büyüklüğünü kabul etmeye başlamıştı; ama iki bin yıl önceki
bir Klasisizm âlemine gerisingeri fırlatılan ülke, artık Henry Cameron'a bir yer bulamıyordu.
Artık bina tasarımlamak gereksiz olmuştu. Binaların fotoğrafını çekmek yetiyordu. Kütüphanesi en
zengin olan mimar, en iyi mimar sayılmaktaydı. Taklitçiler taklitlerin kopyalarını yapar olmuşlardı.
Bunun gerisinde yatan güç de "kültür"dü. Yirmi yüzyıllık bir geçmiş, harabelerde bekliyor, örnek
oluşturuyordu. Beri yanda da Büyük Fuar vardı. Her ailenin albümünde birkaç Avrupa kartpostalı
vardı.
Henry Cameron'un bütün bunlara karşı söyleyebileceği hiçbir şey yoktu. Yalnızca, kendisine ait
olduğu için asla vazgeçmediği bir inancı vardı. Ne herhangi bir kimsenin özdeyişini öne
sürebiliyordu, ne de başka önemli bir şey söyleyebiliyordu. Tek söyleyebildiği, bir binanın biçiminin
işlevine uygun olması gerektiği, bina güzelliğinin anahtarının, yapısında yattığı, yeni yapı
yöntemlerinin yeni biçimleri gerektirdiği, kendi bildiği gibi binalar yapmak istediği, bunu da sırf
istediği için yapacağıydı. Ama insanlar aralarında Vitruvius'u, Mikelanj'ı, Sir Christopher Wren'i
tartışırlarken ona kulak kabartamazlardı.
İnsanoğlu ihtirastan, hele büyük ihtiraslardan nefret eder. Henry Cameron bir hata yapmıştı: işini
seviyordu. O yüzden mücadele ediyordu. O yüzden de kaybetti.
İnsanlar, onun kaybettiğini anlamadığı kanısındaydılar. Anladıysa bile, bunu hiçbir zaman kimseye
belli etmedi. Müşterileri seyrekleşirken, onun onlara davranışı da daha dayanılmaz oldu. Adının
saygınlığı azaldıkça, sesi kendi adını söylerken o kadar daha küstah çıkmaya başladı. Yanında çok
zeki bir menejeri vardı. Ufak tefek, gösterişsiz, ama demir yapılı bir adamdı. Görkemli günlerde
Cameron'un öfke fırtınalarına sessizce dayanmış, hep ona müşteriler getirmişti. Cameron müşterilere
hakaret etmiş, ama küçük adam onların bütün olup bitenleri kabullenip geri gelmelerini sağlamıştı.
Derken küçük adam öldü.
Cameron insanlarla yüz yüze gelmeyi hiçbir zaman öğrenememişti. Onun gözünde önemi yoktu
insanların. Tıpkı kendi hayatının ’da önemi olmadığı gibi. Binalardan başka hiçbir şeyin önemi yoktu
ona göre. Açıklama yapmayı da öğrenmiş değildi. Yalnızca emir verirdi. Sevilen biri olmamıştı asla.
Hep korkulmuştu ondan. Ama artık kimse korkmuyordu.
Yaşamasına izin verildi. Yeniden kurmayı hayal ettiği kentin sokaklarından nefret ede ede yaşadı.
Bomboş ofisindeki masasında, hareketsiz, işsiz, öylece bekleyip yaşadı. Bir gazete yazısında
kendisinden, iyi niyetle, "Müteveffa Henry Cameron" diye söz edildiğini görerek yaşadı. İçkiye
başlayarak, sessizce, düzenli biçimde, korkunç miktarlarda, zaman zaman günler ve geceler boyunca
ara vermeksizin içerek yaşadı; bu arada kendisini buna itenlerin, "Cameron mu? Ona vermeyin o işi.
Balıklar gibi içiyor. O yüzden hiç iş alamıyor," dediğini duya duya yaşadı. Ünlü bir binanın üç katını
işgal eden ofisinden, daha ucuz bir sokaktaki tek katlı bir ofise taşınarak yaşadı. Sonra kentin daha
aşağı kısmındaki bir yere, ardından da Battery'y
e yakın, karşısında gökdelenler arasında kalmış dar
bir hava bacası bulunan üç odalı bir ofise taşındı. Bu son ofisi seçmesinin nedeni, yüzünü odasının
camına dayadığı zaman, tuğla bir duvarın üzerinden Dana Binası'nın tepesini görebildiği içindi.
Howard Roark her katın sahanlığında durup pencereden Dana Binası'na baka baka Henry
Cameron'un ofisine çıkıyordu. Asansör bozuktu. Merdivenler uzun süre önce kirli yeşil bir renge
boyanmış, şimdi o soluk boyaların birazı kalmıştı. Basamaklar pabuçlarının altında gıcırdıyordu.
Roark hızlı hızlı çıkmaktaydı. Randevusu varmış gibi. Kolunun altındaki dosyada bazı çizimlerini
taşıyor, ikide bir Dana Binası'na bakıyordu. Bir ara gözü pencerede ilerlerken, yukardan inen birine
tosladı. Son iki gündür çok geliyordu böyle şeyler başına. Çünkü New York'ta hep başı havalarda,
gözü binalardan başka hiçbir şey görmeksizin dolaşmaktaydı.
Cameron'un birbirinden geçme odalardan oluşan ofisine girdiğinde, dış odada, telefonla daktilo
makinesinin durduğu masayı gördü. Masada kır saçlı, iskelet gibi bir adam oturmaktaydı. Pantolon
askıları omuzlarında gevşek duruyordu. Adam daktiloda büyük bir dikkatle şartnameleri yazmaktaydı.
İki parmakla, ama inanılmayacak kadar hızlı yazıyordu. Zayıf ampulün ışığı sırtına sarı bir aydınlık
düşürüyor, nemli gömleğinin kürek kemiklerine yapıştığı belli oluyordu.
Roark girince adam başını yavaşça kaldırdı. Delikanlıya baktı, hiçbir şey söylemeden bekledi.
Yaşlı gözleri yorgundu. Soru sormayan, merak yansıtmayan gözlerdi.
"Bay Cameron'u görmek istiyorum," dedi Roark.
"Öyle mi?" Bu seste meydan okuma olmadığı gibi, bir saldırganlık da yoktu, herhangi bir anlam da
yoktu. "Ne konuda?"
"İş istiyorum."
"Ne tür iş?"
"Çizim işi."
Adam yerinden kalkmadan ona boş boş baktı. Bu istek, uzun zamandan beri duymadığı bir istekti.
Sonunda ayağa kalktı, tek kelime söylemeden arka taraftaki kapıya doğru yürüyüp içeriye girdi.
Kapıyı aralık bırakmıştı. Roark onun sesini duyuyordu:
"Bay Cameron, bir adam geldi, burada çalışmak istediğini söylüyor."
Bir ses cevap verdi. Güçlü, net bir sesti. Yaş belirtisi yansıtmayan bir ses.
"Vay sersem budala! Kov gitsin ... Dur! Yolla içeri!"
Yaşlı adam geri döndü. Kapıyı açık tutuyor, başıyla iç odayı gösteriyordu. Roark içeriye girdi, kapı
arkasından kapandı.
Henry Cameron upuzun, hemen hemen çıplak odanın ucundaki masasında oturmaktaydı. Öne
abanmış, dirseklerini masaya dayamış, ellerini birbirine kenetlemişti. Saçları ve sakalı kömür gibi
siyahtı, ama aralarda sert beyaz teller göze çarpıyordu. Kısa, kalın boynunun kasları ip ip kabarmıştı.
Beyaz gömleğinin kollarını dirseklerinin yukarısına kadar sıvamış olduğu için kollarının sert, ağır ve
esmer olduğu görünüyordu. Geniş yüzünün teni kaskatıydı. Sanki basınç altında yaşlanmış gibi.
Gözleri kapkara, genç ve canlı bakıyordu. Roark eşikte durdu, upuzun odanın iki ucundan birbirlerine
baktılar. Hava bacasından gelen ışığın rengi griydi. Çizim masasının üzerindeki yeşil dosyalara
oturan tozlar, bu ışığın getirdiği kristallere benziyordu. Ama duvarda, iki pencerenin arasında, bir
resim gördü Roark. Odadaki tek resim oydu. Hiçbir zaman yapılmamış bir gökdelenin resmi.
İlk önce Roark'un gözleri kıpırdadı, resme doğru kaydı. Genç adam ilerledi, resmin önünde durup
baktı. Cameron'un gözleri de onu izlemekteydi. Ağırlıklı bir bakışla. Sanki ucunda iğne bulunan bir
sicimle daire çiziyordu o bakışlar... ve iğne de Roark'un sırtına batmış durumdaydı. Cameron o
turuncu saçlara, yana sarkıtılmış, avucu resme dönük duran, parmakları hafif kıvrık ele baktı. O el
orada poz olsun diye durmuyordu. Bir şeyi isteyip alma hareketinin başlangıcındayken öylece kalmış
gibiydi.
"Eee?" dedi Cameron sonunda. "Buraya beni görmeye mi geldin, yoksa resimlere bakmaya mı?"
Roark
- ona döndü.
"Her ikisi de," dedi.
Masaya yürüdü. İnsanlar Roark'un karşısında kendi varoluş duygularını kaybederlerdi. Ama
Cameron hiçbir zaman kendini, şu anda karşısında bulduğu bakışların altında olduğu kadar gerçek
hissetmemişti.
Sert bir sesle, "Ne istiyorsun?" diye sordu.
Roark alçak sesle, "Yanınızda çalışmak istiyorum." dedi. Sözleri gerçi, Yanınızda çalışmak
istiyorum, demişti ama, sesinin tonu , "Yanınızda çalışacağım." dermiş gibiydi.
"Öyle mi yapacaksın?" Cameron farkında olmadan, söylenmemiş cümleye cevap vermişti. "Derdin
ne? Daha büyükler, daha iyiler almıyor mu seni?"
"Başka kimseye başvurmadım."
"O neden? En kolay başlama yeri diye burayı mı gördün? Önüne gelen buraya girebilir diye mi
düşündün? Benim kim olduğumu biliyor musun?"
"Evet. O yüzden buradayım."
"Kim yolladı seni?"
"Hiç kimse."
"Ne halt etmeye beni seçtin?"
"Sanırım onu biliyorsunuz."
"Hangi küstahlık benim seni isteyeceğime inandırdı seni? Çaresiz durumdadır, bu şerefi ona
bahşeden herkese kaplarını açar, mı dedin? Belki de kendi kendine, ihtiyar Cameron'un günü geçti
artık, sarhoşun biri o, dedin ... Haydi, kabul et, dedin bunu! Ayyaş ve başarısız. Fazla seçici olamaz!
Bu mu mesele? Haydi, cevap ver bana! Cevap ver, Allah kahretsin! Ne bakıyorsun öyle? Bu mu
mesele? Haydi, inkâr et de görelim!"
"Gereği yok."
"Daha önce nerede çalıştın?"
"Yeni başlayacağım."
"Neler yaptın?"
"Üç yıl Stanton'da okudum."
"Öyle mi? Bitirmeye mi üşendin? Bitiremeyecek kadar tembel misin?"
"Kovuldum."
"Harika!" Cameron yumruğunu masaya indirip bir kahkaha attı. "Stanton'daki o böcekler bile seni
beğenmiyor, ama sen Henry Cameron'un yanında çalışmak istiyorsun! Demek burayı atık alanı diye
görüyorsun! Ne diye kovdular seni? İçki mi? Kadın mı? Ne?"
"Bunlar," dedi Roark. Çizimlerini uzattı.
Cameron birincisine baktı, sonra İkincisine, sonra en alttakine kadar hepsine. Roark ikide bir onun
üstteki sayfayı en alta koyarken çıkardığı hışırtıları duyuyordu. Sonunda Cameron başını kaldırdı.
"Otur."
Roark oturdu. Cameron kalın parmaklarıyla çizimler destesinin üzerinde davul çalarken gözlerini
ona dikti.
"Demek bunların iyi olduğu kanısındasın, öyle mi?" dedi. "Bunlar berbat. Ağza alınamayacak
şeyler. Birer suç bunlar. Bak," diyerek çizimlerden birini Roark'un suratına doğru uzattı. "Şuna bak.
Kafandaki fikir neydi. Tanrı aşkına? Bu planın burasını delmek de nereden aklına geldi? Şirin
gözükmesini mi istedin? Bir yama yapmak zorunda mı kaldın? Kim sanıyorsun kendini? Guy Francon
mu, Allah korusun? Şu binaya bak, budala! Böyle bir fikir yakalıyorsun, ondan sonra o fikirle ne
yapacağını bilemiyorsun! Harikulade bir şey buluyorsun, sonra onu mahvetmeden edemiyorsun! Daha
ne kadar çok şey öğrenmen gerektiğinin farkında mısın?"
"Evet. O yüzden buradayım."
"Bir de şuradakine bak! Keşke ben senin yaşındayken böyle bir şey yapabilmiş olsaydım! Ama
neden kalkıp canına okuyorsun sonradan? Ben olsam buna ne yapardım, biliyor musun? Bak, senin o
merdivenlerin de cehennemin dibine, kalorifer dairen de cehennemin dibine! Temelleri atarken ..."
Uzun süre öfkeli öfkeli konuştu, küfürler etti. Çizimlerin bir tekini bile tatmin edici bulamıyordu.
Ama Roark onun bu çizimlerden, kurulmuş binalarmış gibi söz etmekte olduğunu fark etmişti.
Cameron birden sustu, çizimleri kenara itti, yumruğunu onların üstüne dayadı ve sordu:
"Mimar olmaya ne zaman karar verdin?"
"On yaşımdayken."
"İnsanlar hayatta ne yapmak istediğini o yaştayken bilmez. Bazısı hiçbir zaman bilmez. Yalan
söylüyorsun."
"Öyle mi?"
"Bakma bana öyle! Başka bir tarafa baksan olmaz mı? Neden karar verdin mimar olmaya?"
"O sıra nedenini bilmiyordum. Ama aslında. Tanrıya hiçbir zaman inanmadığım için."
"Saçmalama. Akla uygun bir şey söyle."
"Çünkü bu dünyayı seviyorum. Tek sevdiğim o. Üstüne konulmuş olan şekilleri sevmiyorum. Onları
değiştirmek istiyorum."
"Kimin için?"
"Kendim için."
"Kaç yaşındasın?"
"Yirmi iki."
"Nereden duydun bütün bunları?"
"Duymadım."
"İnsan yirmi iki yaşındayken böyle konuşmaz. Anormalsin sen." "Herhalde."
"Ben bunu iltifat diye söylemedim."
"Ben de."
"Ailen var mı?"
"Yok."
"Çalışarak mı okudun?"
"Evet."
"Hangi işte?"
"İnşaatlarda."
"Kaç paran kaldı?"
"On yedi dolar otuz sent."
"New York'a ne zaman geldin?"
"Dün?”
Cameron yumruğunun altındaki beyaz desteye baktı.
Yumuşak sesle, "Allah belanı versin!" dedi.
Sonra birdenbire öne eğilerek, "Allah belanı versin!" diye kükredi. "Seni buraya ben çağırmadım!
Benim çizim elemanına ihtiyacım yok! Çizilecek bir şey yok! Kendimi ve adamlarımı misyonerlerin
sadakasına muhtaç etmeyecek parayı çıkaracak kadar bile işim yok! Birtakım budala hayalperestlerin
buralarda açlıktan gebermesini istemiyorum! Bu sorumluluğu istemiyorum. Hiçbir zaman istemedim,
tekrar karşıma çıkacağını da sanmıyordum. Bitti bunlar benim için. Yıllar önce bitmişti. Şu gördüğün
salyası akan ahmaklarla çok mutluyum ben. Hiçbir zaman bir şeyleri olmamış, olacağı da yok, onlara
ne olacağı da hiç fark etmez. Benim istediğim o kadar. Ne diye kalkıp geldin buraya? Kendini
mahvedecek bir yol seçiyorsun, bunun farkındasın, değil mi? Ben de sana bunu yapman için yardım
edeceğim. Seni görmek istemiyorum. Senden hoşlanmıyorum. Yüzünden hoşlanmıyorum. Dayanılmaz
derecede bencil birine benziyorsun. Küstahsın. Kendinden çok fazla eminsin. Yirmi yıl önce olsa,
suratına seve seve bir yumruk patlatırdım. Yarın tam dokuzda gelip işe başlıyorsun."
"Peki, "diyerek ayağa kalktı Roark.
"Haftada on beş dolar. Verebileceğim ancak bu kadar."
"Peki."
"Ahmağın birisin. Başka birine gitmeliydin. Öldürürüm seni başkasına gidersen. Adın ne?"
"Howard Roark."
"Geç kalırsan kovarım seni."
"Peki."
Roark çizimlerini almak üzere elini uzattı.
"Onları burada bırak." diye haykırdı Cameron. "Şimdi defol!"
4
"Toohey." dedi Guy Francon. "Ellsworth Toohey. Ne kadar nazik davranmış, değil mi? Okusana,
Peter."
Francon masasında öne eğildi, Keating'e Yeni Sınırlar'ın Ağustos sayısını uzattı. Yeni Sınırlar'ın
kapağı beyazdı. Üzerindeki amblem, bir palet, bir lir, bir çekiç, bir tornavida ve doğan bir güneşin
bileşiminden oluşmaktaydı. Tirajı otuz bindi. Meraklıları kendilerini ülkenin aydın öncüleri olarak
görmekteydiler. Bu tanıma karşı çıkan kimse de olmamıştı. Keating uzatılan dergiyi eline aldı,
"Mermer ve Harç" başlığını taşıyan, Ellsworth Toohey imzalı yazıyı okumaya başladı:
"... Ve şimdi de kentimizin ufuk çizgisiyle ilgili bir başka dikkate değer başarıya geliyoruz. Değer
bilen kimselerin dikkatini çekmek istediğimiz bu başarı, Francon & Heyer'in yaptığı Melton
Binası'dır. Klasik bir saflığın ve sağduyunun zaferine tanıklık edercesine, o beyaz dinginliği ve
zerafetiyle duruyor. Ölümsüz bir geleneğin disiplini, sokaktaki her kişinin yüreğine kolayca
ulaşabilen bir güzellik olarak, bu yapının harcı olmuş sanki. Hiçbir sapık teşhircilik, yeni olma
iddiasından kaynaklanan hiçbir manyaklık, katıksız bencilliğin hiçbir kudurmuşluğu yok onda.
Tasarımcısı Guy Francon, ihlal edilemeyeceği kendisinden önce kuşaklar boyunca gelmiş geçmiş
sanatçılar tarafından da kanıtlanmış olan zorunlu kurallara boyun eğmeyi bilmiş, aynı zamanda da
kendi yaratıcı orijinalliğini sergilemeyi başarmış. Esasen bunu, o ihlal edilmez kurallara rağmen
değil, özellikle o klasik dogmaları gerçek bir sanatçının tevazuu içinde kabul eden bir kimse olduğu
için başarmış. Bu arada söylemekte yarar var, dogmatik disiplin, gerçek orijinalliği mümkün kılan tek
şeydir...
"Ama daha da önemlisi, bunun gibi bir binanın, bizim yüce kentimizde yükselmesinin taşıdığı
simgesel anlamdır. Binanın güneyinde durduğunuzda, zarif bir tekdüzelikle bilerek tekrarlanan yatay
çizgilerin üçüncü kattan başlayarak on sekizinci kata kadar yükselişi karşısında birden bilinçleniyor,
bu uzun, dümdüz yatay çizgilerin ılımlandırıcı, istikrar getirici çizgiler olduğunu, eşit işaretini
simgeleyen çizgiler olduğunu anlıyorsunuz. Kule gibi yapıyı bu çizgiler, gözlemleyen kişinin mütevazı
düzeyine indiriyor. Yerkürenin, insanların, büyük kalabalıkların çizgileridir bu çizgiler. Bize hiç
kimsenin ortak insanlık düzeyinin fazla yukarısına çıkamayacağını, bu görkemli yapıya rağmen her
şeyin kontrol altında tutulacağını söylüyor gibidirler..."
Yazı devam ediyordu. Keating hepsini okudu, sonra başını kaldırdı. Huşu içinde, "Aman Tanrım!"
dedi.
Francon mutlu mutlu gülümsedi.
"Bayağı iyi, değil mi? Hem de Toohey yazıyor, rasgele biri değil. Belki adını henüz çok kişi
duymuş değil, ama duyacaklardır. Bu sözüme kulak ver, kesinlikle duyacaklardır. Ben bunun
işaretlerini iyi tanırım ... Demek benim pek de fena olmadığım kanısında, ha? Oysa onun dili, canı
istediği zaman buzdan hançerler gibidir. Diğerleri hakkında genellikle neler der, bir bilsen. Durkin'in
son fare kapanını biliyorsun, değil mi? Ben bir gün bir partideydim, Toohey dedi ki ..." Francon kıkır
kıkır güldü. "... dedi ki: 'Eğer Bay Durkin kendini mimar sanma hatasına düşmüşse, birileri ona su
tesisatçısı ustalara ne kadar çok ihtiyaç olduğunu haber verse.' Gerçekten öyle dedi. Düşünebiliyor
musun? Herkesin önünde!"
Keating dalgın dalgın, "Acaba günü geldiğinde benim için ne diyecek, onu çok merak ediyorum,"
dedi.
"Acaba simgesel anlam sözüyle insanların kardeşliğini simgeleyen çizgiler sözü ne demek? Öff,
her neyse, madem ki bizi övüyor, kaygılanmamıza gerek yok demektir!"
"Eleştirmenin görevi, sanatçıyı yorumlamaktır, Bay Francon. Yorumları sanatçının kendisine bile
anlatmaktır. Bay Toohey sizin bilinçaltınızda zaten var olan gizli anlamları sözle ifade etmiş, o
kadar."
"Ya," dedi Francon dalgın bir sesle. Sonra neşeyle, "Öyle mi sence?" diye ekledi. "Çok mümkün ...
Evet, çok mümkün ... Sen çok akıllı çocuksun, Peter."
"Teşekkür ederim, Bay Francon." Keating kalkacakmış gibi bir hareket yaptı.
"Dur. Gitme. Bir sigara daha, ondan sonra ikimiz de iş başına döneriz."
Francon dergideki yazıya bakıp gülümsüyor, onu tekrar okuyordu. Keating patronunu hiç bu kadar
mutlu görmemişti. Ofiste çizilen hiçbir plan, bitirilen hiçbir iş, onu bir başka adamın ağzından çıkan
ve daha başka insanların okuması için yayınlanan bu sözler kadar memnun etmemişti.
Rahat bir koltukta, yaslanarak oturuyordu Keating. Şirketteki bir ayı iyi geçirmişti. Kendisi hiçbir
şey söylememiş, hiçbir şey yapmamıştı ama, ortalıkta Guy Francon'un bu genci görmekten hoşlandığı,
yukarıya birisinin gönderilmesi gerektiğinde onu göndermenin daha iyi olacağı söylentileri yayılmıştı.
Gün geçmiyordu ki ikisi o koca masanın iki yanına yerleşip saygılı, ama giderek daha samimi bir
sohbeti sürdürmesinler. Peter orada oturup Guy Francon'un iç çekişlerini, çevresinde kendisini
anlayan insanlar bulunmasının ne kadar önemli olduğu konusunda yorumlar yapışını dinleyip
durmaktaydı.
Keating, Guy Francon hakkında ne öğrenilmesi gerekiyorsa, çalışma arkadaşlarından öğrenmişti.
Guy Francon'un az ama öz yemek yediğini, kendisini 'Gurme' sayıp bundan gurur duyduğunu,
Paris'teki Güzel Sanatlar Okulu'ndan onur dereceleriyle mezun olduğunu, hayli zengin bir kadınla
evlendiğini, ama o evliliğin pek mutlu bir evlilik olmadığını, çoraplarıyla mendillerinin asorti
olmasına pek özen gösterdiğini, ama onları kravatlarına uydurmaya hiç çalışmadığını, gri granitten
binalar çizmeyi yeğlediğini,
Connecticut'ta bir gri granit taşocağının sahibi olduğunu, o taş ocağının pek kârlı çalıştığını,
garsoniyerini erik rengi Louis XV mobilyalarla döşediğini, pek saygın bir soyadı taşıyan karısının
ölmüş olduğunu, bütün servetini de tek kız evlatlarına bırakmış olduğunu, şimdi on dokuz yaşında
olan bu kızın bir başka kentte, üniversitede okumakta olduğunu hep biliyordu.
Francon'un ortağı Lucius N. Heyer'le de tanışmıştı Keating. Üç hafta içinde adamın ofise iki kere
geldiğini görmüştü. Ama Heyer'in bu şirkete ne gibi bir yararı dokunduğunu öğrenememişti. Heyer'de
hemofili hastalığı yoksa bile, sanki olabilirmiş gibi bir hali vardı. Solup gitmiş bir aristokrata
benzerdi. İnce uzun bir boynu, patlak gözleri, herkese karşı sergilediği korkmuş gibi bir sevimliliği
vardı. Eski bir ailenin kalıntısıydı. Francon'un sırf bazı sosyal ilişkilerden yararlanmak için onunla
ortak olduğu söyleniyordu. İnsanlar zavallı Lucius'a acıyor, bir profesyonel kariyere atılma cesaretini
gösterdiği için ona hayranlık duyuyor, evlerini ona yaptırmanın tatlı bir jest olacağını düşünüyorlardı.
Evleri Francon yapıyor, Lucius'dan da başka herhangi bir hizmet beklemiyordu. Böylelikle durum
herkesi memnun etmekteydi.
Çizim odasında çalışanlar Peter Keating'i çok sevmişlerdi. Çoktan beri oradaymış gibi bir duygu
veriyordu çevresindekilere. Zaten girdiği yerin bir parçası haline gelmeyi her zaman bilirdi.
Yumuşacık ve pırıl pırıl, her şeyi emmeye hazır bir sünger gibi gelir, hiç direnme göstermez, o yerin
havasına ve ruhsal durumuna hemen uyardı. Sıcak gülümsemesi, neşeli sesi, omuzlarını rahat bir
hareketle silkişi, hiçbir şeyin o ruha fazla ağırlık vermediğinin belirtileri gibiydi... Yani onu hiçbir
şey için suçlamamak, ondan hiçbir şey beklememek gerekirdi.
Şu anda yazıyı okumakta olan Francon'u inceleyerek oturuyordu. Francon başını kaldırıp ona baktı,
karşısında kendisine büyük bir beğeniyle bakan bir çift göz gördü. Keating'in dudaklarının iki
köşesindeki minik parlak noktadaysa, hafif tepeden bakış vardı. Kahkahanın duyulmasından hemen
önce göze çarpan iki müzik notası gibi. Francon içinin birdenbire rahatladığını hissetti. Bu rahatlama,
o iki minik noktadan geliyordu. Gösterilen beğeni, bir de bu yarım gülümsemeyle birleşince, ona
kazanmak için çaba göstermek zorunda olmadığı bir görkem getiriyordu. Kör bir hayranlık olsa,
tehlikeli olurdu. Hak edilen bir hayranlık, sorumluluk demekti. Hak edilmeyen hayranlık ise çok
hoştu.
"Giderken şunu da Bayan Jeffers'a ver de albümüme koysun, Peter."
Keating merdivenlerden inerken dergiyi havaya atıp çabucak yakaladı. Dudakları ıslık çalar gibi
büzülmüştü ama sesi çıkmıyordu.
Çizim odasında en iyi arkadaşı Tim Davis'i, önündeki çizimin üzerine eğilmiş buldu. Tim Davis
bitişik masadaki uzun boylu, sarışın gençti. Keating onu çok erken fark etmişti, çünkü onun bu ofiste
en tercih edilen çizimci olduğunu anlamıştı. Bunu anlaması için hiçbir somut neden yoktu ama Keating
böyle şeyleri her zaman anladığı için anlamıştı bunu da. Sık sık Davis'in çizdiği projelere yardım
etme görevlerini üstlenmeye çalışmaktaydı. Çok geçmeden birlikte öğle yemeğine çıkıp, akşamları bir
bara uğrar hale geldiler. Böyle zamanlarda Keating, Davis'in Elaine Duffy adlı bir kıza duyduğu
sevgiyi soluksuz bir dikkatle dinler, ama sonradan bu duyduklarının tek kelimesini bile hatırlamazdı.
Şu anda Davis pek bir karamsardı. Dudaklarına kıstırdığı sigarayla kurşun kalemi öfkeyle çiğneyip
duruyordu. Keating'in ona soru sorması gerekmedi. Dost ifadeli yüzünü Davis'in omzu üzerinden
eğmesi yetti. Davis sigarayı ağzından tükürerek patladı. Kendisine bu gece geç saatlere kadar
çalışması gerektiğini daha demin söylemişlerdi. Bu hafta bu üçüncü kere oluyordu.
"Geç kalacağım. Tanrı bilir ne kadar geç! Şu lanet olası şeyi bu akşam bitirmem gerek!" Önündeki
kâğıtların üzerine bir tokat indirdi. "Şuna bak! Daha saatler ister bunun bitmesi! Ne yapacağım ben
şimdi?"
"Eh, bu ofisin en iyi adamı sensin de ondan, Tim. Sana ihtiyaçları var."
"Cehennemin dibi! Bu gece Elaine'le randevum var! Nasıl ertelerim? Üçüncü kere! İnanmaz bana!
Geçen sefer söylemişti zaten! Biter bu iş! Koca patron Guy'a gidip söyleyeceğim ... planlarını da,
işini de alıp kafasına çalsın! Tamam artık!"
"Dur," dedi Keating. Arkadaşına biraz daha yaklaştı. "Dur! Bir yolu daha var. Ben kalıp bitiririm
bunları."
"Hı?"
"Ben kalırım. Yaparım hepsini. Korkma. Kimse farkını anlamaz."
"Peter! Yapar mısın?"
"Tabii. Bu gece hiçbir işim yok. Sen herkes eve gidene kadar kal, ondan sonra da fırla."
"Ahh, Peter!" Davis içini çekti. Bu fırsat hoşuna gitmişti. "Ama bak, eğer öğrenirlerse kovarlar
beni. Sen bu tür işler için çok yenisin."
"Öğrenmezler."
"İşimi kaybedemem, Peter. Bunu biliyorsun. Elaine'le yakında evleneceğiz. Eğer bir terslik olursa
..."
"Hiçbir şey olmaz."
Saat altıyı biraz geçe Davis çizim odasından gizlice süzülüp çıktı, Keating'i kendi masasında
yalnız bıraktı.
Keating odadaki tek yanık ışık olan yeşil lambanın altında, ıssız odaya baktı. Günün sonunda
buraya pek garip bir sessizlik çöküyordu. Kendini buraların sahibi gibi hissetmekteydi. Sahibi
olacakmış gibi. Elindeki kurşun kalemin hareketi ne kadar kesinse, bu da o kadar kesin gibi geldi ona.
Planları bitirdiğinde saat dokuz buçuktu. Hepsini Davis'in masasına düzgün biçimde istifledi,
dönüp ofisten çıktı. İçinde rahat, alçakgönüllü bir duyguyla kaldırımda yürümeye başladı. Güzel bir
yemek yemiş gibi. Derken yalnızlık duygusu birdenbire yakasına sarıldı. Bunu bu gece biriyle
paylaşmak zorundaydı. Ama kimsesi yoktu. İlk defa olarak, keşke annem de New York'da olsaydı,
diye geçirdi içinden. Ama o Stanton'da kalmıştı. Oğlunun kendisini aldıracak duruma gelmesini
bekliyordu orada. Peter'in bu gece gidebileceği hiçbir yer yoktu. Ancak Batı Yirmi Sekizinci
sokaktaki o temiz pak pansiyonuna dönebilir, üç kat merdiveni çıkıp havasız odaya tıkılırdı. New
York'da çok insan tanımıştı. Çok da kız. İçlerinden biriyle de hoş bir gece geçirdiğini hatırlıyordu.
Kızın soyadını hatırlayamıyordu ama. Derken aklına Catherine Helsey geldi.
Ona mezuniyet gecesinde bir telgraf çekmiş, ondan sonra da tümüyle unutmuştu. Şimdi görmek
istiyordu onu. Adı belleğinde belirdiği anda, onu görme isteği büyük bir yoğunluk kazanmış, hatta
acilleşmişti. Greemvich Village'e kadar olan uzun yolu alabilmek için bir otobüse atladı, bomboş
olan üst kata çıktı, en ön sıraya geçip oturdu. Trafik ışıkları ne zaman kırmızı olsa onlara
küfrediyordu. Catherine söz konusu olduğunda hep böyle olurdu. İçinden, ne oluyor bana böyle, diye
meraklandı.
Onunla bir yıl önce, Boston'da tanışmıştı. Catherine orada, dul annesiyle birlikte oturuyordu o
zamanlar. Keating ilk karşılaşmasında onu çirkin ve aptal bulmuştu. Bir tek o tatlı gülümsemesinden
başka, aman aman bir şeyi yoktu. Bu da onu yeniden görmek için yeterli bir neden değildi. Ertesi
akşam Keating ona telefon etmişti. Öğrencilik yıllarında tanıştığı onca kız arasında, ilişkilerini birkaç
öpüşmeden ileri götürmediği bir tek o vardı. İstediği kızı elde edebilirdi, bunu da çok iyi biliyordu.
Catherine'i de elde edebilirdi. İstiyordu Catherine'i. O da onu seviyordu. Bunu kendisi söylemişti.
Apaçık, hiç korkmadan ve utanç duymadan. Keating'den hiçbir şey istememiş, hiçbir şey
beklememişti. Her nasılsa, Keating de bu durumdan yararlanmaya kalkışmamıştı. O günlerde birlikte
çıktığı kızlardan gurur duyardı. En güzel, en popüler, en iyi giyinen kızlarla çıkar, arkadaşlarının
imrenmesinden de zevk alırdı. Catherine'in kendini düşüncesizce ihmal etmesinden, diğer çocukların
hiç ona dönüp bakmamasından da fena halde utanırdı. Buna karşılık, kulüp danslarına onunla gittiği
zamanlar, en mutlu olduğu zamanlardı. Pek çok ateşli aşklar yaşamış, nice kere, falanca kız olmadan
yaşayamam, diye yeminler etmişti. Catherine'i ise haftalar boyunca unutur, o da kendini hiç
hatırlatmazdı. Keating her seferinde ona dönerdi sonunda. Birdenbire, açıklanmaz biçimde. Bu gece
olduğu gibi.
Catherine'in ufak tefek, narin bir kadın olan annesi öğretmendi. Geçen kış ölmüştü. Catherine de
New York'da oturan dayısının yanında kalmaya gelmişti. Keating onun bazı mektuplarına hemen
cevap yazar, bazılarını aylarca cevapsız bırakırdı. O ise hemen cevaplardı her mektubu. Keating'in
uzun sessizlikleri arasında da hiç yazmaz, sabırla beklerdi. Peter Keating onu düşündükçe, hiçbir
şeyin asla Catherine'in yerini alamayacağına karar vermekteydi. Ama New York'a geldiğinde, ona bir
otobüsle ya da bir telefonla ulaşabileceği halde, bir ay boyunca yine unutmuştu bunları.
Hızla onu görmeye giderken, gelişini haber vermesi gerektiği bir an bile aklının ucundan geçmedi.
Acaba evde mi, değil mi, diye de hiç düşünmezdi zaten. Her seferinde böyle apansız dönmüştü
Catherine'e. O da her zaman evdeydi. Bu gece de evde olduğu ortaya çıktı.
Eskimiş, iddialı bir kahverengi binanın en üst kat zilini çaldığında, kapıyı o açtı. "Merhaba, Peter."
dedi. Sanki onu daha dün görmüş gibi davranıyordu.
Karşısında duruyordu. Ufacıktı. Üzerindeki elbiseler ona bol geliyordu. Kısa siyah eteği incecik
belinden inerken bollaşmaktaydı. Erkek gömleğine benzeyen gömleği üzerinde sallanıyordu. Yakası
bir yana kaçmış, sıska köprücük kemiğini ortaya çıkarmıştı. Gömleğin kolları fazla uzundu. İnce
ellerinin ortasına kadar iniyordu. Başını bir yana eğip Peter'e baktı. Kestane rengi saçlarını ensesine
rasgele toplamıştı ama yine de kabarmıştı saçları. Başının çevresinde bir hale varmış gibi
görünüyordu. Gözleri ela, iri ve miyoptu. Dudakları yavaşça, zarafetle, sevinçle gülümserken pırıl
pırıldı.
"Merhaba Katie," dedi Keating.
İçine bir huzur gelmişti. Korkacak hiçbir şey kalmamış gibi hissediyordu. Ne bu evde, ne de
dışarda. New York'a geleli ne kadar meşgul olduğunu anlatmak üzere hazırlamıştı kendini. Ama şu
anda açıklamaların hiç gereği yoktu.
"Şapkanı ver bana," dedi Catherine. "Şu sandalyeye dikkat et, pek sağlam değil. Salonda daha
iyileri var, gel."
Keating salonun mütevazı, ama her nasılsa pek kibar olduğuna dikkat etti. Şaşılacak kadar zevkli
döşenmişti. Kitapları gördü. Ucuz marangozluk ürünü raflara çok nadide kitaplar doldurulmuştu.
Tavana kadar. Rasgele dizilmişti kitaplar. Gerçekten kullanılıyor oldukları belliydi. Derli toplu, eski
bir çalışma masasının arkasındaki duvarda bir Rembrandt karakalemi gördü. Kirlenmiş, sararmıştı.
Herhalde bu işlerden anlayan bir göz, bir eskici dükkânından bulup almıştı onu. Bir daha da
ayrılamamıştı o resimden. Oysa görünüşe göre o resimden gelebilecek para bu insana çok yardımcı
olabilirdi. Catherine'in dayısının nasıl bir işte çalıştığını merak etti. Hiç sormamıştı.
Keating orada durmuş, odayı süzüyor, Catherine'in varlığını arkasında hissediyor, nadir kavuştuğu
o güven duygusundan zevk alıyordu. Sonra dönüp onu kollarına aldı, öptü. Catherine'in dudakları
onunkilere hevesle, yumuşacık değdi. Korkmuş ya da heyecanlanmış değildi ama. O kadar mutluydu
ki, bu olayı ancak olduğu gibi kabul edebilir, başka türlü algılayamazdı.
"Tanrım! Seni öyle çok özledim ki," dedi Keating. Gerçekten özlediğini de biliyordu. Son
görüşünden bu yana her gün özlemişti onu. Belki en çok da, aklına getirmediği günlerde.
"Çok değişmişsin," dedi kız. "Biraz daha zayıf gibisin. Yakışmış sana. Elli yaşına geldiğinde çok
yakışıklı olacaksın, Peter."
"Bu pek iltifat sayılmaz, anlamına bakarsan."
"Neden? Ha, seni şimdi yakışıklı bulmadığımı mı sandın? Ama yakışıklısın."
"Bunu böyle yüzüme söylememen gerekir."
"Neden söylemeyeyim? Sen de biliyorsun doğru olduğunu. Ama ben, elli yaşında nasıl olacağını
düşünmüştüm. Şakakların kırlaşacak, gri takım elbise giyeceksin ... Geçen hafta bir vitrinde bir tane
gördüm, bu olacak, dedim kendi kendime. Ayrıca çok da büyük bir mimar olacaksın."
"Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?"
"Tabii." İltifat ediyor değildi. Bunun iltifat sayılabileceğini bile anlamıyor gibiydi. O yalnızca bir
gerçeği ifade ediyordu. Vurgulama gerektirmeyecek kadar kesin bir gerçeği.
Peter kaçınılmaz soruları beklemekteydi. Ama birdenbire kendilerini, eski Stanton günlerini
konuşur buldular. Gülüyordu Peter.
Onu dizlerine oturtmuştu. Kızın sıska omuzları Peter'in koluna dayanmıştı. Gözleri yumuşak bakışlı,
memnun ifadeliydi. Peter bir zamanlar giydikleri eski mayolardan, Catherine'in çoraplarındaki
kaçıklardan, Stanton'da en sevdikleri dondurmacıdan, yaz akşamlarını birlikte geçirdikleri yerlerden
söz etmekteydi. İçinden, bir anlamı yok bütün bunların, diye düşünüyordu. Ona söylemesi, ondan
öğrenmesi gereken daha önemli şeyler de vardı. Aylarca görüşmeyen insanlar böyle konuşmazlardı
ki! Ama Catherine'e bu durum son derece normal görünüyordu. Sanki arada birbirlerinden uzak
kaldıklarının hiç farkında değilmiş gibiydi.
Sonunda ilk soran Peter oldu.
"Telgrafımı aldın mı?"
"Evet. Teşekkür ederim."
"Kente nasıl uyum sağladığımı bilmek istemiyor musun?"
"Tabii istiyorum. Kente nasıl uyum sağladın?"
"Bak, sen pek ilgili değil gibisin."
"Yo, ilgiliyim! Senin hakkında her şeyi bilmek istiyorum."
"Neden sormuyorsun?"
"Bana istediğin zaman söylersin."
"Senin için fazla önemli değil, öyle mi?"
"Ne?"
"Benim neler yaptığım."
"Ahh ... çok önemli, Peter. Yo, o kadar da değil."
"Ne kadar naziksin!"
"Ama Peter, önemli olan senin ne yaptığın değil aslında. Yalnızca senin kendin."
"Benim neyim?"
"Sen işte. Buradaki sen. Ya da kentteki sen. Ya da dünyanın herhangi bir yerindeki sen.
Bilemiyorum. Yalnızca bu işte."
"Biliyor musun, sen budalanın birisin, Katie. Tekniğin korkunç bir şey."
"Neyim?"
"Tekniğin. Bir erkeğe, aşkından deli olduğunu böyle hiç utanç duymadan söyleyemezsin."
"Ama doğru."
"Ama söylenmez. Erkekler seni önemsemez o zaman."
"Ben erkeklerin beni önemsemesini istemiyorum ki!"
"Benim önemsememi istiyorsun ama, değil mi?"
"Ama sen önemsiyorsun, değil mi?"
"Evet." Keating'in kolları ona daha sıkı sarıldı. "Deli olurcasına. Ben senden de büyük bir
budalayım."
"Eh, o zaman mesele yok demektir." Catherine'in parmakları Peter'in saçları arasındaydı. "Öyle
değil mi?"
"Her zaman öyleydi. Hiçbir zaman mesele yoktu. Bu işin en garip yanı da bu. Ama bak, sana bütün
olup bitenleri anlatmak istiyorum, çünkü çok önemli."
"Gerçekten çok ilgi duyuyorum, Peter."
"Francon & Heyer'de çalıştığımı biliyorsun. Ayrıca ... aaa, sen daha Francon & Heyer'in anlamını
bile bilmiyor olmalısın!"
"Yo, biliyorum. Mimarlıkta Kim Kimdir adlı kitaba bakıp buldum. Kitap onlar hakkında çok iyi
şeyler söylüyordu. Dayıma da sordum. Mesleğin doruğunda olduklarını söyledi."
"Hem de nasıl! Francon, New York'un en büyük tasarımcısı. Hatta bütün ülkenin. Belki dünyanın.
Tam yedi gökdelen, sekiz katedral, altı tren istasyonu dikmiş, başka da Tanrı bilir neler yapmış ...
Tabii aslında yaşlı budalanın biri. Şımarık, kibirli bir sahtekâr. Türlü yollarla her işin kolayını
buluyor ve ..."
Birden sustu. Ağzı açık, Catherine'e bakıyordu. Bunları söylemek niyetinde değildi hiç. Kafasından
geçmesine bile izin vermemişti bu düşüncelerin.
Catherine rahat bakışlarla onun yüzüne bakıyordu.
"Evet?" dedi. "Devam et."
"Şey ..." Peter kekeledi. Ama başka bir şey söyleyemeyeceğini biliyordu. Hele Catherine'e. "Onun
hakkındaki gerçek düşüncem böyle." dedi. "Ona zerre kadar saygım yok. Yanında çalıştığım için de
sevinçten uçuyorum. Anlıyor musun?"
"Tabii." dedi Catherine alçak sesle. "Sen hırslı bir insansın, Peter."
"Bu yüzden beni ayıplamıyor musun?"
"Hayır. Senin istediğin şey bu."
"Tabii bu. Şey, aslında ... o kadar da kötü değil durum. Çok muhteşem bir şirket. Kentteki
şirketlerin en iyisi. Ben de iyi işler çıkarıyorum. Francon benden çok memnun. İlerliyorum. Sanırım
sonunda o şirkette hangi işi istesem alabilecek duruma geleceğim. Daha bu akşam bir başkasının işini
aldım. Zavallının yakında gereksiz duruma geleceğinden haberi bile yok, çünkü ... Katie! Neler
diyorum ben?"
"Ziyanı yok, sevgilim. Seni anlıyorum."
"Anlıyorsan, bana hak ettiğim gibi sövüp sayarsın, böyle konuşmayı kes, dersin."
"Hayır, Peter. Seni değiştirmek istemiyorum. Seni seviyorum. Peter."
"Tanrı senin yardımcın olsun!"
"Onun farkındayım."
"Farkında mısın? Ve bunu böylece söyleyebiliyorsun, ha? Merhaba, ne güzel bir akşam,
dermişçesine!"
"Eh, neden söylemeyeyim? Neden kaygı duyayım? Seni seviyorum."
"Yo, kaygı duyma! Hiçbir zaman kaygı duyma bu konuda! ... Katie ... ben hiçbir zaman başka birini
sevmeyeceğim ..."
"Onu da biliyorum."
Peter onu sımsıkı kavrayıp bağrına bastı, hiç ağırlığı olmayan o ince vücudun ezilip yok
olacağından korktu. Onun varlığının neden kendisini, yalnızken bile itiraf etmediği şeyleri itirafa
zorladığını bilemiyordu. Buraya paylaşmaya geldiği zaferin şimdi neden öyle solmuş göründüğünü de
bilemiyordu. Ama önemi yoktu. Garip bir özgürlük duygusu vardı şu anda içinde. Catherine'le birlikte
olmak, tanımlayamadığı bir ağırlığın üzerinden kalkmasını sağlıyordu. Yalnızdı. Kendisiydi. Şimdi
Peter için önemli olan tek şey, Catherine'in sert dokulu pamuklu gömleğinin bileğine değerken verdiği
duyguydu.
Az sonra Peter ona New York'da geçirmekte olduğu hayatı soruyor, o da dayısını mutlu mutlu
anlatıyordu.
"Harika biri, Peter. Gerçekten harika. Aslında hiç parası yok, ama beni yine de yanına aldı. Bu
konuda çok da anlayışlı davrandı. Bana oda verebilmek için kendi çalışma odasını bozdu. Şimdi
burada, salonda çalışıyor. Onunla tanışman şart, Peter. Şu ara New York'da değil. Bir konferans
gezisine çıktı. Ama döndüğünde mutlaka tanışmaksın onunla."
"Tabii. Çok isterim."
"Biliyor musun, ben çalışmak, kendi yükümü kendim taşımak istiyordum. Ama o buna izin vermedi.
'Sevgili yavrum, on yedi yaşındayken olmaz,' dedi bana. 'Beni utandırmak istemezsin, değil mi? Ben
çocukların çalıştırılmasını kabul edebilenlerden değilim.' Bu çok garip bir düşünce bence. Ne
dersin? Öyle çok komik fikirleri var ki... hepsini anlayamıyorum, ama herkes onun çok zeki bir insan
olduğunu söylüyor. Böylece, yanında kalıp çalışmamaya razı oluşumu, ben ona iyilik yapıyormuşum
gibi bir havaya soktu. Bence gerçekten çok iyi yürekli bir davranış."
"Bütün gün ne yapıyorsun burada?"
"Şu ara pek fazla bir şey yapmıyorum. Kitaplan okuyorum. Mimarlıkla ilgili olanları. Dayımın
mimarlık konusunda tonlarca kitabı var. Ama evde olduğu zamanlar, onun konferanslarını daktiloya
çekiyorum. Aslında bunu yapışımdan hoşlanmıyor sanıyorum.
Eskiden iş yaptırdığı daktiloyu tercih ediyor. Ama ben çok seviyorum, o yüzden izin veriyor. Bana
bir de maaş ödüyor. Almak istemedim, ama zorla verdi."
"Hayatını nasıl kazanıyor?"
"Pek çok şey yaparak. Bilemiyorum. Hepsini anlamaya yetişemiyorum. Sanat tarihi dersleri
veriyor, onu biliyorum. Bir tür profesör."
"Peki, sen üniversiteye ne zaman gideceksin?"
"Şey ... aslında ... bak, Peter, galiba dayım o fikre karşı. Ona gitmeyi her zaman çok istemiş
olduğumu söyledim. Çalışarak okuyacağımı da anlattım. Ama bunların bana göre şeyler olmadığını
düşünüyor galiba. Pek bir şey demiyor, ama ara sıra, 'Tanrı filleri çalışsın diye, sivrisinekleri de
gezsin diye yaratmış; kural olarak, doğanın düzeniyle oynamak iyi bir şey değildir, ama eğer denemek
istiyorsan, sevgili yavrum ...’ deyip kesiyor. İtiraz ediyor diyemem, karar bana kalmış ... ama ..."
"Eh, seni engellemesine izin verme."
"Yo, beni engellemek istemez. Ama ben diyorum ki... lisede zaten pek de parlak bir öğrenci
değildim. Üstelik, sevgilim, matematikte tam anlamıyla berbat biriyim. Düşünüyorum da ... Ama tabii
acelesi yok. Karar vermek için dünya kadar zamanım var."
"Dinle beni, Katie, bu durumdan hiç hoşlanmadım. Sen üniversiteye gitmeyi her zaman istedin.
Eğer bu dayın ..."
"Böyle şeyler söylemen doğru değil. Onu tanımıyorsun. Çok şaşırtıcı bir adamdır. Onun gibi birini
ömrümde tanımadım. Öyle iyi yürekli, öyle anlayışlı ki! Çok da neşeli ve eğlenceli. Hep şakalaşır.
Çok zekidir. Senin ciddi diye düşündüğün şeyler, onun yanındayken hiç de öyle gelmez. Oysa çok
ciddi bir adamdır. Biliyor musun, benimle saatlerce konuşur, bundan hiç usanmaz. Benim
budalalıklarımdan sıkılmaz. Bana grevleri anlatır, gecekondulardaki hayat koşullarını anlatır, ter
döken işçileri anlatır. Hep başkalarından söz eder. Hiç kendini düşünmez. Bir arkadaşı bir gün bana,
dayımın istese çok zengin bir adam olabileceğini söylemişti. Çok akıllı çünkü. Ama istemiyor. Paraya
ilgi duymuyor."
"İnsanca bir şey değil bu."
"Onu gör de öyle konuş. Ahh, o da istiyor seninle tanışmayı. Ona senden söz ettim. Sana T kare
Romeo' diye isim taktı."
"Ya, demek öyle!"
"Ama anlamıyorsun. Bunu iyi niyetle söylüyor. Öyle konuşur o. Pek çok ortak yönünüz olduğunu
göreceksin. Belki sana yardım da edebilir. Mimarlıktan o da anlar. Bayılacaksın Ellsworth Dayı'ma."
"Kime?" dedi Keating.
"Dayıma."
Keating boğuk bir sesle, "Dayının adı ne?" diye sordu.
"Ellsworth Toohey. Neden?"
Keating'in elleri cansız biçimde iki yanına düşüverdi. Catherine'e bakakalmıştı.
"Ne oldu, Peter?"
Keating yutkundu. Catherine onun boğazındaki kıpırdamayı gördü. Sonra sesi duyuldu. Sert
çıkıyordu.
"Dinle, Katie, dayınla tanışmak istemiyorum."
"Ama neden?"
"Tanışmak istemiyorum. Senin kanalınla olmaz. Bak, Katie, sen beni iyi tanımıyorsun. Ben insanları
kullanan tiplerdenim. Seni kullanmak istemiyorum. Asla. Kullandırma bana kendini."
"Beni nasıl kullanmaktan söz ediyorsun? Neler oluyor? Neden?"
"Olay şu: Ben Ellsworth Toohey'le tanışmak için canımı bile verebilirim." Ağzından sert bir gülüş
fırladı. "Mimarlık hakkında bir şeyler biliyor diyorsun, öyle mi? Seni küçük budala! Dayın mimarlık
dünyasının en önemli kişisi. Belki henüz değil, ama iki yıla kalmadan öyle olacak. Francon'a sor. O
yaşlı tilki biliyor bunu. Senin Ellsworth Dayı'n, bütün mimari eleştirmenlerin Napolyon'u olma
yolunda. Bir kere, bizim meslek hakkında yazı yazan pek fazla insan yok. Çok kurnaz olduğu için o
pazarı kapmış bile. Bizim ofisteki kodamanların, her cümlesindeki her virgüle nasıl sarıldığını bir
görsen! Demek dayının bana yardım edebileceğini düşünüyorsun, öyle mi? Hıh! Beni hiç yoktan adam
edebilir o isterse! Günün birinde onunla tanışacağım. Yardımına hazır olduğum zaman. Tıpkı
Francon'la tanıştığım gibi. Ama burada olmaz. Senin kanalınla olmaz. Anlıyor musun? Senin
aracılığınla olmaz!"
"Ama Peter, neden olmasın?"
"Çünkü öyle olmasını istemiyorum! Kirli bir şey! Nefret ediyorum. Her şeyden nefret ediyorum.
İşimden de, mesleğimden de, bu yaptıklarımdan da, yapacaklarımdan da! Ve seni bunların dışında
tutmak istiyorum. Tek varlığım sensin aslında. Bunlara bulaşma, Katie!"
"Nelere?"
"Bilmiyorum!"
Catherine kalktı, onun kolları arasında, ayakta durdu. Keating'in yüzü onun karnına gömülmüştü.
Başını eğip baktı, genç adamın saçlarını okşadı.
"Ziyanı yok, Peter. Galiba anlıyorum. Kendin isteyinceye kadar onunla tanışmak zorunda değilsin.
Ne zaman istediğini bana söyle, yeter. Beni kullanacaksan, kullan. Ziyam olmaz. Hiçbir şeyi
değiştirmez."
Peter başını kaldırdığında Catherine gülüyordu.
"Çok fazla çalışıyorsun, Peter. Biraz gerginsin. Sana bir çay yapayım mı?"
"Ah, unutmuştum. Yemek de yemedim ben bugün. Vakit yoktu."
"Daha neler! Ne kadar iğrenç bir durum! Hemen mutfağa gel benimle. Bakalım sana neler
bulabileceğim ..."
Keating ondan iki saat sonra ayrıldı, sokakta kendini çok hafif, temiz, mutlu hissederek yürüdü.
Korkularını unutmuştu. Toohey'i de, Francon'u da unutmuştu. Tek hatırladığı, yarın yine gelmeye söz
verdiğiydi. Yarma kadar nasıl bekleyebileceğini bilemiyordu. Catherine o gittikten sonra bile kapıda
durmayı sürdürmüş, elini onun dokunduğu kapı kulpundan çekememişti. Belki yarın gerçekten gelir,
diye düşünüyordu. Ama belki de üç ay sonra gelirdi.
Henry Cameron, "Bu gece işin bitince odama gel. Seninle konuşmak istiyorum," dedi.
Roark, "Peki," diye cevap verdi.
Cameron topuklarının üzerinde sert bir dönüş yapıp çizim odasından çıktı. Bir aydır Roark'a
söylediği en uzun cümle bu olmuştu.
Roark her sabah bu odaya gelmiş, işlerini yapmış, ama hiçbir yorum duymamıştı. Cameron arasıra
çizim odasına girip uzun süre onun arkasına dikilir, omzunun üzerinden onun çalışmalarını seyrederdi.
Gözleri sanki bilerek konsantre olup, o dengeli eli titretmek, ona çizgisini şaşırtmak istermiş gibiydi.
Öbür iki teknik ressam, arkalarında böyle bir hayaletin var olduğunu bilmekten gelen etkiyle
çizimlerini berbat ederlerdi. Roark ise sanki farkında bile değildi. İşine devam ederdi o. Eli hiç
telaşsız hareket eder, arasıra durup hiç acele etmeksizin körelmiş kalemini atar, bir yenisini alırdı
eline. Sonra Cameron birden, "Hım, hım!" diye homurdanırdı. Roark başını terbiyeli terbiyeli ona
çevirir, "Ne oldu?" diye sorardı. Cameron tek kelime söylemeden arkasını döner, uzaklaşırdı oradan.
Kısılmış gözleri, cevap vermeyi gereksiz bulduğunu vurgular gibi bakardı. Çizim odasından çıkar
giderdi. Roark da sessizce çizimine devam ederdi.
Genç teknik ressam Loomis, "Durum kötüye benziyor." demişti yılların iş arkadaşı Simpson'a.
"Bizim ihtiyar bu adamdan hiç hoşlanmıyor. Onu suçluyorum da diyemem. Fazla dayanmaz bu adam
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder