Book and Novel Editor (fictional and non-fiction) Prisoner, Pyromania, Antiquity, Ancient Mesopotamia, Published Author of International Books.
27 Eylül 2016 Salı
Havva'nın Üç Kızı
Herkese karşı ve asla yalpalamadan iyi olmak, iyi kalmak
mümkün mü? En âlicenap fertlerin bile kötülük ettikleri olmaz
mı – bilerek ya da bilmeyerek.
Ailesinin ve arkadaşlarının gözünde iyi bir insandı Nazperi
Nalbantoğlu – sevenlerinin kullandığı adıyla Peri. Bilinçli bir
yurttaştı. Hayır kurumlarını destekler, Alzheimer hakkında
farkındalık yaratmak için didinir, muhtaç durumdaki aileler için
para toplar, huzurevlerini ziyaret edip, oradaki kimsesiz
yaşlılarla tavla oynar, bilerek kaybederdi. İstanbul’un mebzul
sayıdaki sokak kedileri için çantasında mama taşır, hatta zaman
zaman masraflarını kendi cebinden karşılayarak onları
kısırlaştırır, çocuklarının okul durumunu yakinen takip eder,
kocasının patronu ve iş arkadaşları için davetler verip, şık
sofralar kurar, ramazan ayında –genellikle başında ve sonunda–
oruç tutar, aradaki günleri bazen çaktırmadan atlar, her Kurban
Bayramı’nda muhakkak kınalı bir koyun adardı. Ne vakit
sokakta yere tüküren, parkları kirleten ya da süpermarkette
sırayı bozan birilerini görse, içten içe onları ayıplar, bazen de
dayanamayıp uyarırdı. Velhasıl dışarıdan bakınca sadece iyi bir
insan değil, aynı zamanda iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir ev
kadını, iyi bir vatandaş, iyi bir modern ve laik Müslüman’dı. Bu
ülkenin şaşmaz çelişkilerini adeta bünyesinde toplamıştı.
Bünyesinde ve geçmişinde. Peri’nin yaşam hikâyesi biraz da
Türkiye’nin hikâyesiydi. Peri’nin akıl karışıklığı, Türkiye’nin
yaşadığı akıl karışıklığından farklı değildi.
Zaman, usta bir terzi gibi kusursuzca dikmişti Peri’nin hayatını
sarmalayan iki kumaşı; etrafın onun hakkında düşündükleri ile
onun kendisi hakkında düşündüklerini. İnsanların üstünde
bıraktığı izlenim ile öz-algısı kusursuzca örtüşmüştü; öyle ki
Peri artık günlerinin ne kadarının başkalarının istekleri, ne
kadarının kendi istekleri doğrultusunda şekillendiğini bilemez
hale gelmişti. Bazen bir kova sabunlu su alıp sokakları,
meydanları, devlet binalarını, bilhassa TBMM çatısı altında
kavga edenleri ve hatta eli değmişken, elâlemin kem dilini
11
yıkamak geliyordu içinden. Temizlemek istediği o kadar çok kir
pasak, düzeltmek istediği öyle çok hata vardı ki... Peri, kendi
dışındaki dünyayı kıyasıya sorgulardı ama en büyük çuvaldızı
zatına saklardı. Ha bire kendini didikleyen, eleştiren
kadınlardandı. Bu yüzden işte, bu yüzden, otuz beş yaşının
doruğundayken, durmuş oturmuş, saygın bir hatun addedilirken,
üstelik böyle sıradan bir günde, en son beklediği şey, birdenbire
ruhundaki boşlukla yüzleşmekti.
Sonra, nice sonra, “Bütün bunlar trafik yüzünden oldu”
diyecekti. Koca şehir devasa bir inşaat sahasına dönüvermişti.
İstanbul kontrolsüz büyümüştü ve genişlemeye devam ediyordu
– bu canım şehr-i şehir, sindirebileceğinden fazlasını mideye
indirdiğini fark etmeden, hâlâ etrafta yiyecek arayan şişkin bir
Japon balığını andırıyordu. Peri, o meşum akşama dönüp
baktığında, şayet trafik öyle umutsuzca kördüğüm olmasa,
hafızasının uzun zamandır uykuda olan kısımlarını uyandıran
olaylar zincirinin asla ortaya çıkmayacağına kanaat getirecekti.
Kırk dakikadan fazladır, yan koltukta oturan kızıyla beraber,
trafikte milim milim ilerliyorlardı. Ötede bir yerlerde kamyon
devrilmiş, iki şeritli yol bire inmişti. Her markadan araç arasında
sıkışmış vaziyette bekliyorlardı. Trafik, kötü ellere düşmüş
sihirli bir değnek gibiydi; dakikaları saatlere, insanları vahşilere,
akıl kırıntılarını düpedüz çılgınlığa dönüştüren. İstanbul’un
umurunda değildi elbette. Zamandan, keşmekeşten ve çılgından
bol bir şey yoktu onda nasılsa. Belli bir eşikten sonra pek bir şey
fark etmiyordu zaten – ha bir saat az olmuş, ha bir saat fazla; ha
bir karmaşa az, ha bir deli fazla.
Delilik, kafa yapan bir madde gibi akıyordu şehrin
damarlarında. Her gün milyonlarca İstanbullu, bir doz daha
alıyordu bu serumdan. Birbirleriyle tek kelime etmeyen,
selamlaşmayan, bir lokma ekmeklerini paylaşmayan insanlar,
deliliklerini paylaşıyorlardı farkında bile olmadan. “Topluca akıl
yitirme” diye bir şey vardı. Kolektif bilinç kaybı. Eğer aynı
halüsinasyonu yeterli sayıda göz görürse, artık halüsinasyon
12
değil, hakikat sayılıyordu; eğer aynı acı gerçeğe yeterli sayıda
insan gülümserse, acınası olmaktan çıkıp, komik bir şakaya
dönüşüyordu.
“Tırnaklarını yemeyi keser misin artık!” diye çıkıştı Peri
birdenbire kızına. “Kaç kere söylemem lazım?”
“Ya anne sana ne! Benim değil mi tırnak?” dedi Deniz ve
aralarında duran kâğıt bardaktan bir yudum aldı, öfkesini
yutmak istercesine.
Yola çıkmadan önce bir Starbörek şubesine uğramışlardı. Son
zamanlarda pek popüler olmuştu bu Starbörek – logolarını,
mönülerini ve isimlerini kullandıkları için Starbucks tarafından
defalarca dava edilen ama hukuk sistemindeki boşluklar
sayesinde hâlâ ayakta kalabilen bir kafe zinciri. Oradan iki
içecek almışlardı: Peri için bir diyet latte, kızına da duble
çikolata parçalı, kremalı frappuccino. Peri kendininkini çoktan
bitirmişti ama Deniz yaralı bir kuş gibi ağır ağır yudumlayarak
uzattıkça uzatıyordu. Ufukta sönen güneşin son ışınları
gecekondu çatılarını, cami kubbelerini ve gökdelen camlarını
solgun pas rengine boyuyordu. Usulca.
“Tırnak seninse araba da benim” diye homurdandı Peri.
“Koparıp koparıp yere atıyorsun.”
Bu kelimeler ağzından çıkar çıkmaz pişmanlık duydu. Benim
arabam!!! Ne nahoş laf. İnsanın çocuğuna –hatta herhangi
birine– söyleyeceği şey miydi bu! Gözlerini para pul hırsı
bürümüş, mal mülk düşkünü o berbat tiplerden birine mi
dönüşmüştü yoksa? Dudaklarını ısırdı kaygıyla. Utandı
kendinden.
Deniz ise umursamadı. Sıska omuzlarını silkip camdan dışarı
baktı. Bir yandan da tırnaklarını yolmaya devam etti.
Az biraz hareketlendi trafik. Altlarındaki Range Rover’ın bir
heves ileri atılmasıyla lastiklerini inleterek tekrar durması bir
oldu. Bayideki kataloğa göre Monte Carlo Mavisi idi araç.
Broşürde başka renk seçenekleri de mevcuttu: Davos Beyazı,
13
Venedik Leylağı, Uzakdoğu Ejderha Kırmızısı, Suudi Çöl
Pembesi, Gana Polis Timi Hakisi veya Endonezya Ordu Taburu
Yeşili. Kim bilir kim veriyordu bu isimleri renklere? Hangi akla
hizmetle? Merak etti Peri, acaba etraftaki sürücüler hava attıkları
pahalı ve fiyakalı arabalarının Gana’da polis üniformaları ya da
Sahra’da çöl fırtınalarıyla ilişkilendirildiğinin farkında mıydılar?
Hangi renkten olursa olsun, lüks otomobiller cirit atıyordu
İstanbul’da. Cins köpekleri andırıyorlardı. Hani kolay ve
konforlu hayatlar için dünyaya gelmiş ama bir şekilde yolunu
kaybedip kendini yaban ortamda bulmuş asil, saf kan köpekler
gibi abes duruyordu araçların çoğu. Hızlanacak yer
bulamamanın sıkıntısıyla kıvranan yarış arabaları, en mahir
manevralarla bile ufacık park yerlerine sığamayan arazi cipleri,
sadece uzak ülkelerde ya da televizyon reklamlarında görülen
geniş ve açık yollar için tasarlanmış pahalı sedanlar... Bunca
lüks araba ve katiyen ilerlemeyen bir trafik. Üstü cilalı, altyapısı
eksik bir şehir.
“Bir yerde okudum, dünyanın en kötüsü seçilmişiz” dedi Peri.
“Ne?”
“Trafik diyorum. Dünya birincisiymişiz. Kahire’den bile kötü,
düşün artık. Hatta Delhi’den bile beter! Hindistan’ı geçtik yani.”
Gerçi ne Kahire’ye ne Delhi’ye gitmişliği vardı Peri’nin.
Olsun varsın. İstanbul’un o tür ücra yerlerden daha medeni
olduğuna dair en ufak bir şüphesi yoktu. Ne de olsa bu şehir,
Avrupa’nın kapı komşusuydu. Bunca yakınlığın bir anlamı
olmalıydı. Hatta o kadar yakındı ki, koca memleket bir ayağını
Avrupa’nın kapısından içeri sokmuş, bütün gücüyle iteklemişti
bir zamanlar içeri girebilmek için; lakin aralık öylesine dar
olunca vücudunun geri kalanını ne kadar eğip bükse de bir türlü
sığamamıştı işte. Bu arada Avrupa da sürekli kapıyı yüzüne
kapatmaya çalışmıştı üstelik.
“Ne güzel, süper!” dedi Deniz.
“Nasıl süper?” diye sordu Peri hayretle.
14
“Tabii ya. En azından bir şeyde dünya birincisi olmuşuz, fena
mı?”
Nicedir böyleydi aralarındaki ilişki. Peri ne zaman herhangi
bir konuda fikir belirtmeye kalksa, Deniz tam aksini
savunuyordu anında. Peri’nin söyledikleri ne kadar yerinde ya
da mantıklı olursa olsun, kızı tarafından tepkiyle karşılanıyordu.
Tamam, on üç yaşındaydı Deniz ve bu yaşta çocuklar artık
ebeveynlerinin –özellikle de annelerinin– etkisinden kurtulmak
istiyorlardı. Bunun farkındaydı Peri. Anlıyordu. Akıl
erdiremediği şey, kızının niçin bu kadar öfkeli olduğuydu.
Zavallı Peri hayatının hiçbir evresinde, hatta yeniyetmeliğinde
bile böyle sinirli, tepkili olmamıştı. Halbuki kendi ergenliği çok
daha zor geçmişti. Şartları daha ağırdı. Kendi annesi onun yarısı
kadar düşünceli ve anlayışlı davranmamıştı. Bütün bunlara
rağmen böyle köpürüp fırtınalar estirmemişti Peri gençliğinde.
Şimdi kızının rastgele öfke patlamaları karşısında eli ayağı
dolaşıyor, geçmişte kendi annesine yeterince öfkelenmediği için
kendine kızıyordu. Tuhaf şeydi doğrusu; anneanneler, anneler ve
kız torunlar arasındaki şu üç kuşak süren etkileşim.
“Benim yaşıma gelince senin de sabrın yetmez bu şehre” diye
mırıldandı Peri.
“Benim yaşıma gelince...” diye taklit etti Deniz, küçümser bir
edayla. “Eskiden hiç böyle konuşmazdın.”
“Çünkü eskiden bu kadar berbat değildi ortam. Giderek her
şey bozuluyor!”
“Hayır annecim, ondan değil. Sen yaşlanıyorsun da ondan”
dedi Deniz, gıcık olduğunu belli eden bir sesle. “İnsanı
ihtiyarlatan şey yaşı değil bu çağda. Konuşma şekli, giyinme
şekli. Baksana haline!”
“Aaa, ne varmış halimde?”
Sessizlik.
Peri kaygıyla kıyafetine göz attı. O kadar da özenmişti
halbuki. Takmış takıştırmıştı. Giydiği mor ipek elbise ile
15
boncuklu, işlemeli, şifon ceketi, yeni bir alışveriş merkezinin
hemen yanında açılan –sanki biri diğerini doğurmuş gibi– daha
da yeni bir alışveriş merkezinden almıştı. Pahalı bir takımdı.
Fiyata itiraz ettiğinde tezgâhtar hiçbir şey dememiş, dudağına
kondurduğu müstehzi bir tebessümle bakmıştı öylece. “Paran
yetmiyorsa ne diye geldin buraya kadın?” dercesine. Bu
yukarıdan bakış dokunmuştu Peri’ye. “Tamam neyse, alıyorum”
diye kestirip atmıştı, gerçekten bu elbiseyi istediğinden emin
olmadığı halde. Ve şimdi kumaşın darlığını teninde hissediyor,
rengin yanlışlığını görüyordu. Mağazanın floresan ışıkları
altında cesur ve iddialı görünen mor, dışarıda çiğ, hatta kasıntı
duruyordu.
Beyhude düşüncelerdi bunlar, zira eve dönüp üstünü
değiştirmeye zaman yoktu. Son üç beş yılda inanılmaz servet
yapan bir işadamının yalısında akşam yemeğine davetliydiler.
Adamın durumu sıra dışı bir şey değildi Türkiye ölçülerinde.
İstanbul yeniyetme zenginlerle doluydu ve bir de mümkün
olduğunca kısa yoldan para kazanmak isteyenlerle.
Gece geç vakitlere kadar süren bu tarz akşam yemeklerini
oldum olası sevememişti Peri. Ona kalsa evde oturup, kafasını
bir romanın sayfalarına gömerek saatler geçirmeyi tercih ederdi.
Kitapları severdi, hem de çok. Kâinatla arasındaki bağ
kelimelerden geçerdi. Yalnızlıkla da arası iyiydi. Ne var ki
yalnızlık az bulunan bir nimetti İstanbul’da. Zira her zaman
katılacak önemli bir etkinlik ya da illaki yerine getirilmesi
gereken acil bir yükümlülük oluyordu – bu toplum, tıpkı yalnız
kalmaktan korkan bir çocuk gibi ha bire sosyalleşmek istiyordu.
Burjuva sofralarda onca kelam ve ikram. Sigara, sohbet, siyaset.
Marka ayakkabılar ve marka elbiseler, ama en önemlisi,
tasarımcı elinden çıkmış çantalar. Hemcinslerinin kılık kıyafet
takıntısını bir türlü anlayamıyordu Peri. Bazı kadınlar çantalarını
uzak diyarlarda savaş meydanlarında kazanılmış ganimetler gibi
gururla taşıyorlardı. İnsan nasıl ve niye böbürlenirdi ki bir deri
parçasına sahip oldu diye? Bir de şu sahte-gerçek meselesi vardı
16
tabii. İstanbul’un orta ve üst sınıf kimi hanımları, taklit mal
alırken görülmemek için Kapalıçarşı ve çevresindeki şaibeli
dükkânlara gitmek yerine, dükkân sahiplerini evlerine çağırırdı.
Chanel’ler, Louis Vuitton’lar, Bottega’larla dolu, camları
karartılmış, plakaları çamurdan okunmaz hale gelmiş (araçların
geri kalan yerleri pırıl pırılken) araçlar, varlıklı semtler arasında
mekik dokur, casus filmindeymiş gibi villaların özel garajlarına
arka kapılardan alınırdı. Ödemeler nakit olarak yapılır; fiş,
fatura yazılmaz; başkaca soru sorulmazdı. Bir sonraki sosyal
etkinlikte, gene aynı hanımlar birbirlerinin çantalarını incelerdi
göz ucuyla. Büyük çabaydı doğrusu. Bunca çabayı insan başka
işlere harcasa daha hayırlı olmaz mıydı?
Neden bu kadar incelerdi kadınlar birbirlerini? Dikkatle,
önyargıyla, dinmeyen bir merakla süzer, hem bariz hem gizli
hataların peşine düşerlerdi. Gecikmiş manikürler, eklenmiş
kilolar, sarkmış gıdılar, aldırılmış yağlar, botokslu yüzler,
saklanmış selülitler, dip boyası gelmiş saçlar, pudra katmanları
altına gizlenmiş sivilceler ya da kırışıklar... Hiçbir şey kaçmazdı
bu keskin bakışlardan. Her davette kadın konukların nicesi bu
amansız incelemenin hem kurbanı hem faili oluverirdi. Doğrusu
Peri’nin bu akşamki afili yemeğe hiç gidesi yoktu.
Kızının bacaklarını esnetmek için arabadan inmesini fırsat
bilen Peri bir sigara yaktı düşünmeden. Sigarayı bırakalı on
seneden fazla olmuştu. Ama son zamanlarda yeniden yanında
paket taşımaya başlamıştı. Ara sıra öyle tüttürüyordu işte. Gerçi
birkaç nefesle tatmin oluyor, hepsini içmiyordu. Kalan sigarayı
atarken suçluluk duyuyordu hafiften. Sonrasında kokuyu
kapatsın diye naneli sakız çiğniyordu tadını pek sevmese de.
“Eğer sakız çeşitleri politik rejimleri temsil etse, naneli sakız
kesin faşizm olurdu” diye düşünürdü hep – totaliter, katı, steril.
“Ya anne, söndürsene şu mereti” dedi Deniz tekrar arabaya
biner binmez. “Bilmiyor musun zararlı olduğunu?”
Bu yaşta çocuklar, sigara içenlere tabutlarından kaçmış vampir
muamelesi yapıyorlardı. Deniz birkaç hafta evvel okulda
17
sigaranın zararlarını anlatan bir sunum yapmış, tam not almıştı.
O gün bugündür daha da büyük bir heves ve azimle her türlü
tütüne (bilhassa annesinin sigara içmesine) savaş açmıştı.
“Tamam, tamam” dedi Peri, eliyle başından savar gibi bir
hareket yaparak.
“Valla ben cumhurbaşkanı olsam çocuklarının yanında sigara
içen anne babalara ceza keserdim. Cidden!”
“Aman iyi ki siyasete girmiyorsun” diye alçaktan homurdandı
Peri. Ardından camı açmak için düğmeye bastı.
Dışarıya üflediği duman havada şöyle bir kıvrıldı; derken
beklenmedik şekilde, yanlarındaki arabanın açık camından içeri
süzülüverdi. İnsanın bu şehirde asla paçasını kurtaramadığı bir
şey varsa o da buydu zaten: Başkalarıyla iç içe yaşama
zorunluluğu. Yayalar sokaklarda tek vücut yürür; yolcular
vapurlarda sıkışarak oturur; otobüste, metroda insanlar yan yana
dizilirdi. Çarpışır, sürtüşürdü bedenler; rüzgâra kapılmış
karahindiba tohumları gibi.
Yanlarındaki arabada iki adam vardı. İkisi birden aynı anda
sırıttı Peri’ye. İstanbul’da yaşayan her kadının bir adet Yeni
Başlayanlar İçin Ataerkillik Sözlüğü’ne ihtiyacı vardı. Bu
sözlüğün maddeleri uyarınca, bir kadının tanımadığı bir erkeğin
suratına (arabasına) duman üflemesinin açık bir cinsel davet
olarak yorumlandığını hatırlayan Peri’nin beti benzi attı.
Fırtınalı bir denizdi bu şehir. Buzdağları gibi yükselen ve
görünenin altında ne sakladığı belli olmayan erkeklikler arasında
dikkatli ve temkinli gezinmek durumundaydı kadınlar. Eşitlik,
lafta bile yoktu, değil hakikatte olsun.
Kadınlardan gözlerini devamlı yere dikmeleri bekleniyordu bu
kültürde. Namus mesajları vermek için, mümkün olduğunca
başını öne eğmeliydi cins-i latif. Bu halde insan nasıl araba
kullanır, nasıl yolda yürüyebilirdi, o da ayrı konuydu tabii. Şehir
hayatının tehlikeleri, özellikle sataşma ve tacizler karşısında
insanın sürekli tetikte olması gerekiyordu üstelik. Velhasıl nasıl
18
oluyor da kadınlardan aynı anda hem başlarını öne eğip, hem de
gözlerini dört açmaları bekleniyordu, anlayabilmiş değildi Peri.
Yandaki adamlardan kurtulmak için hemen sigarasını yola
fırlatıp camını kapattı. Tam o esnada trafik ışığı kırmızıdan
yeşile dönse de bir şey fark etmedi. Hiçbir şey kıpırdamıyordu.
Ancak o zaman yol ortasında yürüyen berduşu fark etti Peri.
Sırık gibi uzundu adam; yüzü kemikliydi, alnındaki kırışıklar
onu belki de olduğundan yaşlı gösteriyordu. Çenesinde kızıl
lekeler, ellerinde döküntülü egzama lezyonları vardı. “Bildikleri
tek yaşamı arkalarında bırakarak kaçan binlerce Suriyeliden
biri” diye düşündü Peri. Gerçi bizim buralı olması da bir o kadar
olasıydı. Türk veya Kürt yahut Arap ya da Çingene, belki de
hepsi birden. Bunca değişim ve göç ve karışım yaşamış bir
memlekette, kim çıkıp da yüzde yüz tek bir etnik kökenden
geldiğini iddia edebilirdi ki – tabii kendine ve çocuklarına
düpedüz yalan söylemiyorsa şayet.
Adamın ayakları kurumuş çamur izleriyle kaplıydı. Yakasını
kaldırdığı yırtık pırtık paltosu kirden siyaha dönmüştü
neredeyse. Peri’nin ruj lekeli yarım kalan sigarasını bulmuş,
keyifle tüttürüyordu. Bir gurur, hatta meydan okuma vardı
bakışlarında. Sanki berduştan ziyade berduş rolünü üstlenmiş
ünlü bir aktördü de, performansından gayet emin, alkış
bekliyordu.
Böylece görmezden gelmesi gereken erkek sayısı üçe çıkan
Peri, telaşla yana döndü. Ne var ki arada duran kahve bardağını
unutmuştu. Elinin çarpmasıyla içindeki tüm sıvının üstüne
dökülmesi bir oldu.
“Ahhh, yok artık!!!” diye çığlık attı Peri, elbisesine yayılan
lekeye dehşet içinde bakarak.
Deniz bir ıslık çaldı, gayet memnun. “Yeni moda bir tasarım
olduğunu söylersin sen de” dedi. “Kahveli elbise modeli!”
Duymazdan geldi Peri. Söylene söylene bacaklarının arasında
duran çantasına uzandı – leylak rengi, devekuşu derisinden
19
Birkin; pek başarılı bir taklitti, tabii eğer Hermès kelimesindeki
yanlış konmuş aksanı saymazsak. Bir paket kâğıt mendil çıkardı.
Silmekle lekeyi daha beter dağıtacağını bildiği halde, gene de
denemek istedi. O kafa dağınıklığıyla, İstanbul’da hiçbir
tecrübeli sürücünün asla yapmayacağı bir hata yaptı: Çantasını
arka koltuğa fırlattı, hem de kapılar kilitli değilken.
Göz ucuyla bir hareket fark etti Peri. Olsa olsa on iki
yaşlarında görünen bir dilenci kız onlara doğru geliyordu. Çiroz
bedeninde uçuşan giysileriyle, avucunu ileri uzatmış, belden
yukarısını oynatmadan, sanki su içinde yürürcesine ilerliyordu.
Her araba önünde aşağı yukarı on saniye kadar durup, bir
sonraki araca geçiyordu, zira o kısa süre içinde acıma duyguları
uyandıramadıysa hiç uyandıramayacağını tecrübeyle öğrenmişti.
Hani insanlar “ilk görüşte aşk” diye bir şeyden bahsediyorlardı
ya, kızcağız böyle bir şeye ihtimal vermiyordu, ama “ilk görüşte
merhamet” diye bir şey vardı. Bundan emindi. Merhamet
dediğin kimi insanda var, kiminde yoktu. Olmayandan beklemek
anlamsızdı.
Kız Range Rover’a yaklaşınca hem Peri hem Deniz otomatik
olarak başlarını çevirdiler. Oysa İstanbul dilencileri görmezden
gelinmeye alışkın ve hazırlıklıydılar. Tam anneyle kızın
başlarını çevirdikleri noktada, aynı yaşlarda başka bir çocuk
avucunu açmış bekliyordu. Bir dilenciden kaçan, öteki dilenciye
yakalanırdı.
Neyse ki o sırada ışık yeşile döndü ve trafik, düğümü
düzeltilmiş bahçe hortumundan fışkıran su gibi akmaya başladı.
Peri tam ayağını gaz pedalına koyacakken arka kapının bir
sustalı hızıyla açılıp kapandığını duydu. Çantasının, sicimle
çekilir gibi arabadan alınıverdiğini dikiz aynasından seyretti.
“Hırsızlar!” diye bağırdı Peri. Sesi çatladı panikten. “Yardım
edin, çantamı çaldılar! Hırsızlar!”
Arkadaki arabalar, olup bitenden habersiz, bir an evvel gitme
hevesiyle deli gibi kornalarına bastılar. Belli ki kimsenin yardım
20
etmeye niyeti yoktu. Peri bir an, ama sadece bir an, duraksadı.
Aniden direksiyonu ustaca çevirerek arabayı kaldırıma çıkardı,
dörtlülerini yaktı.
“Anne n’apıyorsun ya! Delirdin mi?”
Peri yanıt vermedi. Anlatmaya zaman yoktu. Dilencilerin ne
yöne sıvıştıklarını görmüştü. İçinden bir his –hayvani bir içgüdü
belki de– hemen peşlerine düşerse onları bulup, çantasını geri
alabileceğini söylüyordu.
“Boş ver anne ya. Altı üstü bir çanta. Hem de sahte!”
“İçinde param, kredi kartlarım var.”
Deniz endişeyle baktı. Dikkatleri üzerlerine çekmek
istemiyordu. Tüm asiliği, ekşi dilliliği ve vurdumduymazlığı
belli ki sadece annesine yönelikti. Toplum içinde sivrilmek
değildi niyeti. Griler denizinde gri bir damla olmak, etrafa uyum
sağlayıp, araya karışmak daha emindi.
“Otur burada, kapıları kilitle, beni bekle” dedi Peri. “Bir
kerecik ne diyorsam onu yap. Lütfen!”
“Ama anne... kafayı mı yedin?”
“Düzgün konuş benimle!” dedi Peri. Düşünmeden, hem de hiç
düşünmeden, arabadan fırladı. Yüksek topuklu ayakkabı
giydiğini unutmuştu. Ayakkabılarını çıkarıp çıplak ayaklarıyla
bastı asfalta. Bu arada Deniz, şaşkınlık ve utançtan fal taşı gibi
açılmış gözlerle, ağzı bir karış açık ona bakıyordu arabadan.
Koşmaya başladı Peri. Düzinelerce gözün önünde, yaşının
bütün ağırlığını hissederek; yanakları alev alev, eş-ev kadını-üç
çocuk annesi koşmaya başladı. Mor elbisesinin içinde
memelerinin hopladığının farkındaydı ama yapacak bir şey
yoktu. Bir dergide, sporcu kadınlar için “zıplayan memelere son
verecek sutyen” geliştirildiğini okuduğunu hatırladı. Keşke o
mucizevi buluştan bir adet edinmiş olsaydı. Olsun varsın. Adını
koyamadığı yasak bir bölgeye girmişçesine tuhaf bir özgürlük
hissiyle, sürücülerin bakışları ve başının üstünde uçuşan
21
martıların çığlıkları arasında ara sokaklara doğru koştu.
Tereddüt etse, hani bir saniyeliğine bile olsa yavaşlasa, yaptığı
şey karşısında dehşete düşerdi muhtemelen. Ürkerdi paslı
çivilere, kırık bira şişelerine ya da sıçan sidiğine basma
olasılığından. O yüzden yavaşlamadı. Bacakları, neredeyse
ondan bağımsız bir şekilde hareket ediyordu.
Oysa eskiden, çok daha gençken, Peri müptelaydı koşmaya.
Nasıl da severdi rüzgârı teninde hissetmeyi, geçmişinden
kaçarcasına hızla ilerlemeyi. Bir zamanlar Oxford
Üniversitesi’nde öğrenciyken, yağmur çamur demeden hemen
her gün kilometrelerce koşmuştu. Hayatındaki nice küçük
keyifler ve sessiz zaferler gibi bunu da zamanla unutmuş, rafa
kaldırmıştı.
Ama şimdi, İstanbul’da, seneler sonra, hem de sahte bir el
çantasının ardından hırsız kovalamaya kalkmıştı; bunca insan ve
araba ortasında koşuyor, koşuyordu...
22
Dilsiz Şair
İstanbul, 1980’ler
Peri küçükken, İstanbul’un Anadolu yakasında, alt-orta sınıf
bir mahallede, Dilsiz Şair Sokağı’nda ikamet ederdi
Nalbantoğulları. Açık pencerelerden sokağa yayılan koku –
sarmısaklı yoğurt, patlıcan kızartması, taze çekilmiş kahve,
fırından yeni çıkmış pide ve çürüyen günlerden mürekkep
karışım– o kadar yoğundu ki her yere siner, mazgallardan,
çatlaklardan içeri sızardı. Ama mahalle sakinleri farkında bile
değildi durumun. Ancak yabancı biri alabilirdi kokuyu. Bazen
bir yere has aksaklıkları ya da ayrıntıları daha iyi kavrayabilmek
için ya “el” olmak gerekir, ya bigâne. Ne var ki buralara hemen
hemen hiçbir yabancı uğramazdı. Herkes birbirini tanırdı. Bunca
iç içeliğin iki yan etkisi vardı; biri yararlı, öteki zararlı.
Yardımlaşırdı konu komşu, paylaşırdı hayatın yükünü. Lakin
aynı zamanda herkesin gözü herkesin üstündeydi; böyle kapalı
ortamda farklı olmak, eleştirel düşünmek kabil değildi.
Evler, bakımsız bir kabristandaki mezar taşları gibi iğreti
dizilmişti. Hane içlerini gayet pak ve tertipli tutan ahali,
sokakların temizliğini çöpçülerin vazifesi addederdi. Kendi
evinde toz tutmayanlar, dışarılara kabuk, kâğıt, çer çöp atmakta
tereddüt etmezdi. Can sıkıntısı bir sis tabakası gibi çökmüştü
üzerlerine; bağrış çağrış sokakta oynayan çocukların sesleri de
olmasa hiç dağılacağı yoktu.
Sokağın tuhaf isminin nereden geldiğine dair rivayet
muhtelifti. Kimileri, bu civarda vaktiyle meşhur bir Osmanlı
şairinin yaşadığını söylerdi. Dediklerine göre sanatçı, saraya
gönderdiği methiyeler karşılığında aldığı cüzi bahşişi
beğenmemiş, sultana şikâyetini iletmişti. Şayet layığınca
mükâfatlandırılmazsa bir daha ağzını açmamaya yemin etmişti.
“Yedi Düvel Üç Kıta Beş Denizin Hükümdarı, Yüce Allah’ın
23
Yeryüzündeki Gölgesi Padişah Efendimiz, o hudutsuz
âlicenaplığıyla bu naçiz kulunu ihya edecektir hiç şüphesiz.
Lakin olur da tenezzül etmezse, ben de bunu şiirlerimin
pespayeliğine yoracak, ölene dek lâl kalacağım. Zira ölü bir şair
kifayetsiz bir şaire yeğdir.”
Bu minvalde sözler söylemiş, gece yarısı yağan kar gibi derin
bir sessizliğe gömülmeden evvel. Haddini bilmezlikten değilmiş
yaptığı; zihnindeki hükümdar mefhumuna hürmet, korku ve
sadakat beslermiş. Böyle öğrenmiş ne de olsa büyüklerinden.
Yönetene koşulsuz itaat! Ama yine de sanatçıymış işte;
özgürlükten, esriklikten yana çarparmış yüreği. Yapamazmış
zinhar kapalı kutularda; illaki bir hava deliği bulmalı, içeri ışık
sızmalı. Hem biraz daha ilgi, biraz daha övgü, biraz daha sevgi
istermiş gönlü – biraz daha para kazansa, o da fena olmazmış.
Geçinmek zormuş şair olunca.
Olay kulağına geldiğinde sultan tepki göstermemiş. Hatta
cüretkârlığın bu kadarı karşısında keyiflenmiş. Durumu telafi
etmeye söz vermiş. Bütün despotlar gibi o da sanatçı taifesine
karşı karışık duygular beslermiş. Bir yandan onların sağı solu
belli olmaz hallerinden ve kural tanımazlıklarından hazzetmez;
öte yandan onları ilginç, renkli bulurmuş. Hadlerini bildikleri
müddetçe etrafta bulunmalarından hoşlanırmış. Velhasıl birkaç
sanatçıyı sarayda, elinin ve kontrolünün altında tutmayı
severmiş. Şarkı söylesinler, güldürsün eğlendirsinler,
vatanperver şiirler düzsünler ama siyasi konularda asla fikir
belirtmesinler istermiş. “İlahi işbölümü”ne inanırmış sultan:
“Çiftçiler çiftçiliğini yapsın; kunduracılar kunduracılığını bilsin;
şairler otlardan kelebeklerden dem vursun ama yönetim işlerini
herkes tek bir yöneticiye bıraksın” dermiş.
Ama kader bu ya, sultanın ondan da hırslı bir oğlu varmış. On
dokuz oğlundan biri! Bu evlat, saray efradını ardına alıp,
babasını alaşağı etmek için harekete geçmiş o hafta. Padişah,
asil kanı yerlere dökülmesin diye kirişle boğularak öldürülmüş.
Ne de olsa Osmanlı düzeni, hayatta olduğu gibi ölümde de
24
hiyerarşiye uygun davranırmış. Soylular özenle boğulur,
isyancıların kellesi kesilir, cariyeler ağzı dikilmiş çuvallar içinde
denize atılırmış. Kimine sicim, kimine kılıç, kimine hapis...
Mesleğine ve konumuna göreymiş insanların akıbetleri. Saray
önündeki darağaçlarında her hafta kelleler sergilenirmiş; önemli
şahsiyetlerinki pamukla doldurulurmuş, avamınki samanla.
Bizim şair de içten içe susturulmuş hissetmiş kendini. Ağzını
bıçak açmamış son nefesine kadar.
Mahalle sakinlerinin kimileri ise bu hikâyeyi oldukça farklı
naklederdi. Rivayete göre hadise bambaşka biçimde
gerçekleşmişti. Şair kendisine cömertçe ödeme yapılmasını talep
ettiğinde, küstahlığın bu kadarı karşısında öfkelenmişti sultan.
Cezasını vermişti oracıkta: “Derhal dili kesile.”
Böyledir işte, asırlardan bu yana... Sen misin fazla konuşan,
had hudut tanımayan, adaletsizliğe başkaldıran, evvela dilin
gider bu topraklarda. Yitirirsin kelimeleri, etinden et çekilmiş
gibi cımbızla.
Şairin dili kesildikten sonra dilimlenmiş, kızartılmış, yedi
mahallenin kedilerine yedirilmek üzere. Gel gör ki, senebesene
bunca sivri laf etmekten dolayı tadı bir tuhafmış; kuyruk
yağında nohutla kavrulsa da fayda etmemiş. Kediler yüz çevirip
gitmişler. Olayı kafesli pencere ardından seyreden şairin karısı,
gizlice dışarı süzülmüş, parçaları toplayıp birbirine dikmiş.
Eserini dikkatlice yatağın üstüne bırakıp, dili yeniden kocasının
ağzına takabilecek bir cerrah aramaya çıkmış. Ama kadıncağız
odadan ayrılır ayrılmaz açık pencereden içeri süzülen bir martı
dili kaptığı gibi uçmuş gitmiş. İstanbul’un martıları tadına
tuzuna bakmaksızın ne bulurlarsa yemeleriyle nam salmışlar
cihana, çok da şaşırmamak gerek bu duruma. Kendisinin iki katı
büyüklüğündeki hayvanların bile gözlerini oyup mideye
indirebilen bir kuş her şeyi yiyebilir ne de olsa. İşte böylece şair,
ömrünün sonuna dek bir balıkçı feneri kadar sessiz kalmış.
Onun ifade edemediği dizeleri, şehrin semalarında daireler
çizerek uçan beyaz bir kuş çığlıklar atarak söylemiş cümle
25
âleme. Sadece dinlemeyi bilenler işitebilmiş martının
gagasından dökülen şiirleri. Sadece onlar kulak vermiş. Gerisi
duymamış bile.
Adının arkasındaki hikâyenin aslı ne olursa olsun,
Nalbantoğullarının oturduğu sokak kısmen sakin, kısmen miskin
bir yerdi. Bu muhafazakâr yerde en yüce faziletler maddenin üç
haline göre belirlenmişti: Allah’a –ve O’nun tayin ettiği hacı
hoca takımına– şaşmaz bir itaat, sonsuz bir teslimiyet ve
bükülmez bir istikrarla boyun eğmek (maddenin katı hali); ne
kadar çamur ve pislik taşırsa taşısın, Hayat Nehri’ni olduğu gibi
kabullenmek (maddenin sıvı hali); her türlü mal mülk ve
ganimetin sonunda buhar olacağını düşünerek tüm hırs ve
heveslerden vazgeçmek (maddenin gaz hali). Herkesin alın
yazısı önceden yazılmış kabul edilirdi. Kaderde olan her çilenin
mecburen çekilmesi beklenirdi; buna mahallelilerin birbirlerine
ettikleri eziyetler de dahildi: maç kavgası, “Vay sen benim
bahçemden nasıl meyve aşırırsın!” tartışması ve koca dayağı
dahil.
Vişne rengi, iki katlı bir evdi Perilerinki. Yıllar içinde birçok
renge boyanmıştı: tuzlu erik yeşili, ceviz reçeli kahverengisi,
pancar turşusu moru. Nalbantoğulları alt katı kiralamıştı; ev
sahibi de üst katta oturuyordu. Aile zengin olmadığı halde –her
türlü servet izafidir zaten, zamanın ve mekânın ölçülerine göre–
Peri kendini bir şeylerden mahrum hissetmeden büyümüştü.
Gerçi seneler geçtikçe, ailesindeki mutsuzlukları idrak edecekti.
Büyümek demek, anne babanın kusurlarını görmeyi öğrenmek
demekti.
Nalbantoğullarının son çocuğuydu Peri. Tekne kazıntısı. İki
oğullarını ergenlik çağına getirmiş çift için doğrusu sürpriz
olmuştu gelişi. Üzerine titrenen, sakınılan, her ihtiyacı
karşılanan, el üstünde tutulan bir çocuk olarak geçirmişti ilk
yıllarını. Yine de ne zaman annesiyle babası aynı odada olsalar
gergin bir rüzgâr estiğinin farkındaydı.
Meyhane ile cami kadar uyumsuzlardı babası ile annesi.
26
Konuşurken çatılan kaşlarına, seslerine işleyen sert tınıya bakan,
onların âşık bir çift değil, satranç oynayan iki ezeli rakip
olduğunu görürdü. Bir sonraki hamlelerini hesaplayarak;
birbirlerinin kalelerini, fillerini, vezirlerini ele geçirerek; nihai
zaferi sağlayacak darbeyi vurmayı hedefleyerek ilerliyorlardı
evliliklerinin damalı ve yaralı zemininde. İki taraf da diğerini
“ailenin zorbası” olarak görüp, tahammül edilmez buluyor ve
ona “Şah mat!” diyeceği günü iple çekiyordu. Karşılıklı hınçları
öyle derinlere işlemişti ki, kendilerini mağdur ve mazlum
hissetmek için bir sebebe ihtiyaç duymaz olmuşlardı artık. O
küçücük yaşında bile Peri annesiyle babasının aşk evliliği
yapmadığını, sadece bugün değil, aslında hiçbir zaman
birbirlerini sevmediklerini anlamıştı.
Ne zor şeydi birbirini hiç sevmemiş bir çiftin evladı olmak.
Akşamları babası büyük rakı şişesinin etrafına yerleştirilmiş
mezelerle dolu masanın başına otururdu: ciğer tava, fava,
zeytinyağlı enginar, kavun, beyazpeynir ve en sevdiği şey olan
beyin salatası. Lakin boğazına düşkün biri değildi Mensur Bey.
Yemek yemeyi, aç karnına içmemek için rıza gösterdiği bir
vazife addederdi adeta. Her mezeyi müşkülpesent bir tadımcı
gibi dener, yavaş yavaş sindirirdi. “Kumar oynamam, çalıp
çırpmam, sigara içmem, karı kız peşinde koşmam, ne rüşvet
aldım, ne hırsızlık ettim, alnım ak; kimselere zarar vermem,
yalan dolan desen yoktur kitabımda; herhalde Allah bu garip
kuluna akşamları bir kadehçik içmeyi çok görmez, bu kadar
günahı da helal etsin bana” derdi ara ara. Bu uzun akşam
yemeklerinde ona katılan bir iki arkadaşı olurdu genelde.
Siyasetten ve siyasetçilerden konuşur, memleketin haline
dertlenirlerdi. Bu ülkedeki nice vatandaş gibi onlar da
sohbetlerinin çoğunu, en az sevdikleri şeyleri konuşmaya
ayırırlardı.
“Dünyayı dolaş bak, göreceksin herkesin içki içişi ne kadar
farklı” derdi Mensur kızına. Kendisi gemi makinisti olarak epey
dolaşmıştı gençliğinde. “Demokrasi olan memlekette bir adam
27
sarhoş oldu mu, ‘Ah ne oldu benim güzel sevgilime?’ diye ağlar.
Demokrasi olmayan yerde ise, bir adam sarhoş oldu mu, ‘Ah ne
oldu benim güzel memleketime?’ diye ağlar.”
Çok geçmeden kelimeler eriyip ezgilere dönüşürdü. Mensur
Bey ve ahbapları inceden şarkılar söylemeye başlarlardı – önce
oynak Balkan havaları, ardından devrimci Karadeniz türküleri,
sonra da İç Anadolu’nun gamlı uzun havaları. Kürtçe, Türkçe,
Zazaca, Rumca, Ermenice, Ladino şarkı sözleri, kıvrıla kıvrıla
yükselen duman halkaları gibi birbirlerine eklenirdi havada.
Peri bir köşede kendi başına oturup izlerdi. Böyle zamanlarda
yüreğine bir ağırlık çökerdi. Sevgili babasının neden bu kadar
kederli olduğunu merak ederdi. Ne bu hüzün kalesine sızmayı
başarabilir, ne de denemekten vazgeçerdi, çünkü ailede herkesin
tanıklık edeceği üzre bizim Peri annesinin değil, babasının
kızıydı.
Duvardaki işlemeli çerçevenin içinden, çelik mavisi
gözlerindeki altın rengi harelerle onlara bakardı Atatürk. Ulu
Önder portreleri evin her yerindeydi. Mutfakta asker üniformalı
Atatürk, oturma odasında redingotlu Atatürk, ebeveyn yatak
odasında paltolu ve kalpaklı Atatürk, koridorda ipek eldivenli ve
pelerinli Atatürk.
“Atamız olmasaydı İran gibi olurduk, sakın unutma” derdi
Mensur kızına. “Artık ben çember sakal bırakırdım mecburen,
bodrumda gizli gizli kendi içkimi üretirdim. Enseme çökerlerdi
tabii, yakalayıp meydanda kırbaçlarlardı. Ve sen canım kızım,
daha bu yaşta çarşaf giymeye başlardın. Kapkara!”
Mensur’un arkadaşları genelde öğretmenler, banka memurları,
mühendislerdi. Onlar da en az onun kadar bağlıydılar Atatürk ve
ilkelerine. Kimi akşamlar usuldan kahramanlık şiirleri okur,
ilham gelirse yazarlardı da. Bu şiirlerin çoğu ritim olarak
birbirine o kadar yakın ve içerik bakımından öyle mükerrerdi ki,
farklı edebi eserlerden ziyade aynı gür seslenişin yankıları gibi
gelirdi kulağa.
28
Oturma odasında kalıp bu duygulu sohbetlere kulak vermeyi
severdi Peri. Mensur ve arkadaşları da Peri’nin varlığına ses
etmezdi. Hatta konuşmalarına gösterdiği ilgiden memnun olur,
gençliğe ve geleceğe dair umutlanırlardı. Böylece Peri
çocukluğu boyunca, babasının en sevdiği kupadan portakal suyu
içerek yanı başında oturdu her akşam. Kupanın bir yanında
Atatürk’ün imzası, diğer yanında bir sözü vardı: “Medenî dünya
çok ileridedir. Buna yetişmek, o medeniyet dairesine dahil
olmak mecburiyetindeyiz.” Bu porselen kupayı pek severdi Peri;
avucunun içinde pürüzsüzlüğünü hissetmeye bayılırdı, ama
içeceğini bitirdiğinde sanki medeni dünyaya yetişme şansı da
bitivermiş gibi gelir, içini hüzün kaplardı.
Sürekli de oturmazdı tabii. Buz kovasını doldurmak, kül
tablalarını boşaltmak, ekmek dilimlemek derken ha bire iş
çıkardı – annesi ortada olmazdı çünkü. Selma sofrayı kurup
yemekleri masaya koyar koymaz odasına çekilir, ertesi sabaha
kadar da çıkmazdı. Yattığı yerden onları dinlerdi muhtemelen.
Duymamak mümkün değildi ki; duvarlar kâğıt kadar inceydi.
Ama Selma ile Mensur arasında uzun zaman evvel dikilmiş bir
başka duvar vardı, her sene bir kat daha yükselen.
Selma bir süre önce, vaazlarındaki belagat ve görüşlerindeki
katılıkla namdar bir hocanın liderliğindeki bir tarikata dahil
olmuştu. Üzümbaz Efendi diyorlardı ona – nerede putperestlik
ve kâfirlik emaresi görse ayağının altına alıp üzüm gibi ezip
geçeceğini iddia ettiğinden. Lakabının sulu üzümleri, üzümlerin
de şarap imalatını çağrıştırması bu tarikat şeyhini zerrece
rahatsız etmezdi. O, işin ezip geçme kısmını benimsemişti.
Bu bağnaz hocanın etkisi altında gözle görülür şekilde
değişmişti Selma. Artık yalnızca karşı cinsle tokalaşmayı
reddetmekle kalmıyor, otobüste bir erkeğin kalktığı koltuğa
oturmayı da kabul etmiyordu – hatta adamcağız ona yer vermek
için nezaketen kalkmış bile olsa. Bazı arkadaşlarının yaptığı gibi
kara çarşafa, peçeye meyletmemişti ama bir sabah aniden
örtünüvermişti. Pop müziği yoz bulduğundan onaylamıyordu.
29
Her türlü şekerleme, dondurma, patates cipsi ve çikolata
ürününün –üzerinde helal yazanların bile– eve girmesini
yasaklamıştı. Zira Üzümbaz Efendi’den bu tür ürünlerin içinde
jelatin, jelatinin içinde de domuz kemikleri olabileceğine dair bir
vaaz dinlemişti. Gene aynı sebepten ötürü şampuan yerine kil,
diş macunu yerine sadece misvak, mum yerine içine fitil
yerleştirilmiş bir top tereyağı kullanıyordu.
Kafa dengi ahbaplarıyla İstanbul ve çevresindeki plajlara
geziler düzenliyor, güneşlenen bikinili, mayolu kadınları,
ruhlarını kurtarmak için çok geç olmadan tövbeye ikna etmeye
çalışıyorlardı. Ünlemlerin bol keseden, virgüllerinse hasisçe
kullanıldığı, düşük cümleler ve feci yazım hatalarıyla dolu
broşürler dağıtıyorlar; Allah’ın havvakızlarını toplum içinde
böyle yarı çıplak görmek istemediğini anlatıp duruyorlardı.
Akşam olup da plajlar boşalınca, aynı broşürler yırtılmış ve
lekelenmiş olarak rüzgârda uçuşurdu; “ten”, “günah”,
“cehennem” sözcükleri kurumuş yosunlar gibi kumların üstüne
saçılırdı.
Selma zaten ezelden beridir heyecanlı biriydi, ama hayatının
bu yeni döneminde, başkalarını, özellikle de kocasını, Hak
yoluna çekme hevesiyle iyiden iyiye konuşkan kesilmişti.
Mensur’un da “ıslah edilmek” gibi bir niyeti olmayınca, evde
yan yana duramaz olmuşlardı. Bir savaş diyarıydı artık
Nalbantoğulları hanesi.
İnanç ve kimlik meselesi, Nalbantoğullarının evine bir göktaşı
gibi beklenmedik şekilde düşerek aileyi iki kampa ayırmıştı. Son
derece dindar ve milliyetçi olan küçük oğul Hakan hiç tereddüt
etmeden annesinin tarafını seçmişti; büyük oğul Umut bir süre
kararsız kalsa da, söylediği ve yaptığı her şeyden sola meylettiği
aşikârdı. Gün gelip solculuğunu nihayet açıkça sahiplendiğinde,
basbayağı koyu bir Marksist olduğu ortaya çıkacaktı.
Bu yarı yarıya bölünme Peri’yi zor durumda bırakmıştı.
Mensur da, Selma da onu kendi tarafına çekmeye çalışırdı.
Annesinin uzlaşmaz dindarlığı ile babasının uzlaşmaz
30
materyalizmi arasında bir karar verme mecburiyeti neredeyse
paralize ediyordu kızcağızı. Zira Peri, mümkün olduğunca
kimseyi kırmamaya, üzmemeye çalışan bir insandı. Etrafında bu
kadar çok tartışma, sürtüşme olunca o da edilgenliği seçti
sessizce. Halbuki ne ateşler vardı içinde. Söndürdü her birini
elleriyle. Başkalarını uzlaştırayım, ortamı yatıştırayım diye
kendinden uzaklaştı günbegün. Çocukken tam olarak çocuk,
gençken tam olarak genç olamayacaktı bir türlü; hep yaşından
fersah fersah önde.
Peri’nin annesiyle babası arasındaki uçurumun en bariz olduğu
yer oturma odasıydı. Televizyonun üstündeki iki raftan ilki
Mensur’un kitaplarına ayrılmıştı: Lord Kinross’tan Atatürk: Bir
Milletin Yeniden Doğuşu, Atatürk’ün Nutuk’u, Nâzım Hikmet’in
tüm eserleri, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Boris Pasternak’ın
Doktor Jivago’su ve okuna okuna yıpranmış cildiyle Ömer
Hayyam’ın Rubailer’i...
İkinci raf ise bambaşka bir âlemdi. Yıllarca, değişik renk ve
boyutta porselen atlar –altın rengi yeleleri ve ebemkuşağı
kuyruklarıyla, oynaşan, koşuşan, otlayan midilliler, küheylanlar,
kısraklar– durmuştu burada. Derken, yavaş yavaş kitaplar
gelmeye başlamıştı: Buhari’nin derlediği Hadisler, İmam-ı
Gazali’nin eserleri, Abdest ve Namaz Hocası, Müslümanlıkta
Ahlaklı Hayat, Müslüman Kadının El Kitabı, Sabır ve
Kadirşinaslık Erdemleri, İslamî Rüya Tabirleri... Başköşe
Üzümbaz Efendi’nin yegâne eserine ayrılmıştı: Hızla Yozlaşan
Dünyada Nasıl Pak Kalınır? Kitaplar arttıkça atlar santim
santim rafın ucuna kaymış, yalçın bir uçurum kenarında
soluklanırcasına kalakalmışlardı orada.
Evin içinde deveran eden fikir ve duygu tufanı şaşkına
çeviriyordu Peri’yi. Bütün öğretilenlerden biliyordu ki Yaradan
tek ve biricikti. Ama annesinin korkuyla ve huşuyla yalvarıp
yakardığı Allah ile babasının sitemle dert yandığı Tanrı’nın aynı
varlık olduğuna inanması mümkün değildi. Nasıl oluyordu da
aynı yatağı olmasa da, hâlâ aynı yüzüğü paylaşan iki insan,
31
Yaradan’ı bu kadar zıt tahayyül edebiliyordu? Nasıl oluyordu da
aynı varlık, dolayısıyla tek hakikat, bu kadar farklı
algılanabiliyordu?
32
Bıçak
İstanbul, 2016
Peri çok geçmeden iki küçük hırsızı gördü uzakta. Ellerinden
geldiğince hızlı kaçmışlardı ama o daha süratliydi. Şansına –
tabii eğer şanssa bunun adı– inanamadı. Çantasının hâlâ onlarda
olduğundan emin değilse de peşleri sıra devam etti koşmaya.
Azimle kovaladı. Daracık bir ara sokağa daldı; her solukta
göğsü yanıyordu.
Çocuklar oradaydılar işte. Yanlarında bir adam oturuyordu.
Peri hemen tanıdı. Az evvel sigarasının geri kalanını içen
berduşun ta kendisi!
Peri, onlara doğru bir adım attı ama konuşamadı.
Düşünmeden, adeta hayvani bir içgüdüyle hareket etmişti;
birdenbire bocaladı. Hırsızları kovalamak kolaydı da esas
yakalayınca ne yapması gerektiğine dair en ufak bir fikri yoktu.
Berduş onu bekliyormuş gibi sakince gülümsedi. Yakından
farklı görünüyordu; elmacıkkemiklerinin sıska çizgilerinde
mükemmel bir simetri, gözlerinin kara derinliklerinde gencecik
bir ışıltı vardı. Üstünün başının pejmürdeliği olmasa, züppe bir
hali olduğu bile söylenebilirdi. Peri’nin çantasını sıkıca
kucağında tutuyordu; uzun zamandır görmediği bir sevgiliyi
okşarcasına.
“O bana ait” dedi Peri, boğazında bir düğüm hissederek.
Berduş alaycı bir bakış attı. Tokasını açtığı çantayı havaya
kaldırdı ve aniden baş aşağı çevirdi. İçindekiler paldır küldür
döküldü ortalığa: ev anahtarları, ruj, cep telefonu, göz kalemi,
güneş gözlüğü, dolmakalem, minyatür bir parfüm şişesi, mendil
paketi, saç fırçası, tampon... Ve bir de deri cüzdan. Bu
sonuncusunu dikkatle yerden aldı adam. İçindekileri tek tek
çıkardı: kâğıt paralar, kredi kartları, nüfus kâğıdı, araba ehliyeti,
33
aile fotoğrafları. Diğer şeylerle ilgilenmeden paraları cebine attı,
cep telefonunu ise yanına koydu. Bir ıslık tutturdu gamsızlığını
aşikâr etmek istercesine. Tam cüzdanı fırlatıp atacakken
durakladı. Bir şey çarpmıştı adamın gözüne. Peri’nin bunca
zaman özenle sakladığı, en yakınındakilerle bile paylaşmadığı
bir Polaroid fotoğraf. Çok eskilerden kalma bir hatıra,
kimselerin bilmediği bir sır.
Berduş ilgiyle baktı fotoğraftaki yüzlere. Orta yaşlı bir adam
ve üç genç kadın vardı karede; bir profesör ile üç öğrencisi.
Paltolarına, atkılarına sarınmış yan yana duruyorlardı,
yüzlerinde tebessümlerle. Sırtlarını Oxford Üniversitesi’ndeki
Bodleian Kütüphanesi’ne vermiş, kışın en soğuk günlerinden
birine hapsolmuşlardı sonsuza dek.
Berduş, sanki Oxford Üniversitesi’ni bir film sahnesinden
tanımış gibi başını kaldırıp sırıttı Peri’ye. Kim bilir belki de
fotoğraftaki kızlardan birinin şimdi karşısında duran kadın
olduğunu anlamıştı. Evet, Peri o üç öğrenciden biriydi. Seneler
içinde biraz kilo almış, cildinde ilk kırışıklar belirmişti. Saçları
artık daha kısa ve daha düzdü, ama gözleri hep aynı kalmıştı.
Berduşun fotoğrafa ilgisi uzun sürmedi; tutup aniden kenara
fırlatıverdi. Havada birkaç saniye süzüldükten sonra yere düştü
Polaroid.
Peri gayriihtiyari irkildi; fotoğraf canlıymış da incinecekmiş
gibi hissetti. Adamla konuşursa çantasını –ve değerli
fotoğrafını– geri alabileceğini zannetti. Sokak ıssızdı,
gökyüzünün ışığı çekilivermişti. Anayoldan ne kadar
uzaklaşmıştı acaba? Trafiğin sesini duyabiliyordu hâlâ ama cam
duvar arkasından gelircesine boğuktu. Korktu birden. Paniğe
kapıldı.
Bu arada öylece durdu berduş. Ne bir şey söyledi ne bir hamle
yaptı. Aralarındaki sessizlik öyle kesifti ki, yakınlardaki çöp
yığınında koşuşturan bir farenin ayak seslerini duyabildiğini
sandı Peri. Belli ki İstanbul kedilerine uzaktı bu dar sokak;
34
şehrin sınırları dışındaydı adeta.
Berduş paltosunun ceplerini yokladı, aradığı şeyi bulup
çıkardı. Bir naylon poşet ve bir tüp Bally. Adam tüpü açtı;
tamamını torbaya boşalttı. Sonra içine hava üfleyerek küçük bir
balon haline getirdi. Eserine bakarak gülümsedi; düşen her kar
tanesinin pırlanta ya da inci olduğu bir kar küresiydi sanki
yarattığı. Torbayı burnuyla ağzını kavrayacak şekilde suratına
yerleştirdi; derin bir soluk aldı; bir daha ve bir daha. Başını
yeniden kaldırdığında ifadesi tamamen değişmişti, hem
buradaydı, hem uzaklarda. Peri o zaman anladı ki karşısındaki
bir Bally bağımlısı. Adamın gözünün akındaki damarları fark
etti – kavrulmuş toprakta kızıl çatlaklar gibi. İçinden bir ses
derhal buradan uzaklaşmasını, kızına ve arabasına geri
dönmesini söylese de sanki yapıştırıcı ayaklarına dökülmüş gibi
kıpırdamadan durdu.
Berduş nihayet torbayı elinden bırakır gibi olduğunda
çocuklardan biri uzanıp kaptı ganimeti, telaşla içine çekti kalan
Bally’yi. Diğer ufaklık sona kalmanın sabırsızlığıyla kenarda
bekledi. Sokak çocuklarının ve küçük yaşta fuhuşa itilenlerin
favori maddesiydi Bally; onları tüy gibi hafifletip çatıların,
kubbelerin ve gökdelenlerin üstünden aşırtarak uçuran;
hapishanelerin, nezarethanelerin, sefaletin, tecavüzcülerin ve
pezevenklerin mevcut olmadığı asude diyarlara taşıyan sihirli
halıydı. O hayali yerde kalabildikleri kadar uzun kalır, dalından
topladıkları altın rengi üzümleri ve sulu şeftalileri tadarlardı.
Soğuk, gaddarlık ve açlığın ulaşamadığı o büyülü cennette,
öcüleri kovalayıp devlerle alay eder, cinleri içinden çıktıkları
lambalara geri tıkıp, tutsak ederlerdi.
Bütün güzel düşler gibi bunun da bir bedeli vardı elbette. Bally
vücutlarına nüfuz edip, beyin hücrelerinin zarlarını eritirdi; sinir
sistemlerine saldırır, böbreklerini ve karaciğerlerini mahveder,
için için yiyip bitirirdi sokak çocuklarını.
Berduş çevik bir hamleyle aniden ayağa kalktı. Yüzüne
çöreklenen ifade ürkütücüydü.
35
“Kızım polis çağırdı, haberin olsun!” diye bağırdı Peri; içinde
kötü bir his yandı söndü. “Birkaç dakikaya burada olurlar.”
Sanki bu sözü bekliyormuş gibi bir adım attı berduş, bir adım
daha. Peri’ye fikrini değiştirmek için zaman vermek ya da
olacaklardan sorumlu tutulamayacağını netleştirmek ister gibi
ağır ve temkinliydi hareketleri.
İki çocuk ortadan kaybolmuştu. Ne zaman nereye gitmişlerdi,
hiçbir fikri yoktu Peri’nin. Fark etmemişti bile çekildiklerini.
Öylesine sabit gözlerle bakakalmıştı berduşa. Arka sokakların
kralıydı o, toplanmamış çöplerin sultanı. Tipi değil ama
tavırlarındaki ciddiyet ve ağırlık birini hatırlatıyordu Peri’ye –
maziye kilitleyip orada bıraktığını sandığı birini; şu hayatta hiç
kimseyi sevmediği gibi sevdiği, bir zamanlar sırılsıklam âşık
olduğu birini.
İlerideki sokak lambasının solgun ışığında, yerde tozlar
içindeki Polaroid’e dönüp baktı Peri. Oxford Üniversitesi’nden
elinde kalan birkaç fotoğraftan biriydi – Profesör Azur’un içinde
bulunduğu tek kare. Kaybetmeyi göze alamazdı.
Başını kaldırdığında, berduşun burnunun kanadığını görerek
irkildi. Göğsüne dökülen kan damlaları öyle parlak bir
kırmızıydı ki boyayı andırıyordu. Ne var ki adam
umursamıyordu. Seri hareketlerle ona doğru ilerliyordu.
Korkuyla iç çekti Peri. Kendi sesi kulağına yabancı, yabani
geldi. Çeliğin ışıltısını gördü bir an, berduş bıçağı çekip ona
doğru savurmadan evvel.
36
Oyuncak
İstanbul, 1980’ler
Bir cuma gecesi geç vakit geldiler. Avlanmak için karanlığın
pelerinini şehrin üstüne atmasını bekleyen gececil kuşlar
gibiydiler. Zili çalmak yerine kapıyı yumrukladılar. Gümbür
gümbür sesi evde en son duyan Selma oldu. Geç yatmıştı zira.
Ertesi gün misafir bekliyorlardı; o yüzden en beğenilen
yemeklerinden birini –güveçte naneli kuzu budu– hazırlamak
için geç saatlere kadar ayakta kalmış, daha yeni uykuya dalmıştı.
Selma kalkıp ayaklanana kadar polisler evin içine girmiş,
Nalbantoğullarının iki oğlunun paylaştığı odayı altüst etmeye
başlamışlardı bile. O baskından sonra, geç uyandığı için kendini
suçlarcasına, bir daha asla geceleri doğru düzgün
uyuyamayacaktı Selma. O da bir gececil kuşa dönüşecekti.
Her ne kadar polisler buldukları her şeyi inceleseler de hal ve
tavırlarından aşikârdı büyük oğul Umut için geldikleri.
Umut’u tek başına bir köşeye dikmiş, ailesiyle bakışmasını
bile yasaklamışlardı. Abisini o halde görmek, yedi yaşındaki
Peri’nin içini kederle doldurdu. Bunu kimseye söylemişliği
yoktu ama en sevdiği abisiydi Umut. Her gülümseyişinde
ışıldayan iri ela gözleri, ona yaşından daha bilge bir hava veren
geniş bir alnı vardı. Peri gibi Umut’un da yanakları kolaycacık
kızarırdı. Peri’nin aksine, adıyla müsemma şekilde umut ve
iyimserlik doluydu. Aralarındaki yaş farkına rağmen Umut hep
Peri’ye yakın olmuştu; sırf kız kardeşinin hatırı için onunla her
türlü saçma sapan oyunu oynar, bazen korsan, bazen kâhin
olurdu.
Kimya mühendisliği okuduğu üniversitede Umut içine
kapanmıştı. Bıyık bırakmış, saçını uzatmış, duvarlarına Peri’nin
daha önce görmediği insanların fotoğraflarını asmıştı: kır sakallı
bir dede; yuvarlak, tel gözlüklü, açık yüzlü bir adam;
37
karmakarışık saçlı ve koyu renk bereli bir başka adam. Bir de
saçlarını toplamış, beyaz şapkalı bir kadın vardı. Peri bu
insanların kim olduğunu sorduğunda “Bu Marx, diğeri Gramsci.
Bereli olansa yoldaş Che” diye açıklamıştı abisi.
“Hımm” demişti Peri; abisinin neden bahsettiğine dair en ufak
bir fikri olmasa da sesindeki heyecandan etkilenmişti. “Peki
bu?”
“Rosa” demişti abisi, uzun zamandır hasret kaldığı bir dosttan
bahsedercesine sevecen.
“Keşke benim adım da Rosa olsaydı.”
Gülümsemişti Umut. “Senin adın daha güzel, ama istersen
sana Rosa-Peri derim. Belki sen de ileride devrimci olursun.”
“Devrimci ne demek?”
Bir an duraklamıştı Umut. “Devrimci, bütün çocukların
oyuncakları olmasını ama hiçbir çocuğun aşırı oyuncağı
olmamasını isteyen kişiye denir.”
“Pe-ki...” demişti Peri kafası karışmış halde. Duyduklarının
yarısını beğenmiş, yarısını beğenmemişti. “Ne kadar olursa, aşırı
sayılır mesela?”
Polislerin şimdi duvarlardan söktüğü posterler bunlardı işte.
Yırtılacak bir şey kalmadığında kitaplara bakmaya başladılar.
(Hakan’ın okumakla arası olmadığı için kitapların hepsi Umut’a
aitti). Karl Marx’ın Komünist Manifesto’su, Friedrich
Engels’den İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Lev
Troçki’den Sürekli Devrim, George Orwell’den Katalonya’ya
Selam, Thomas More’dan Ütopya... Çatık kaşlarla sayfaları hızla
çevirerek tarıyor, kişisel mektuplar ve notlar var mı diye
bakıyorlardı. Bir şey bulamadılar ama yine de kitaplara el
koydular.
“Ne diye okuyorsun lan bu bokları?” dedi polislerin başındaki
komiser. Örümcek Kadının Öpücüğü’nü tutmuş, Umut’a doğru
sallıyordu. “Sen Müslüman değil misin? Türk değil misin?
38
Baban Müslüman Türk, anan Müslüman Türk. Yedi göbek
sülalen desen öyle. Sana ne, ha? Sana ne bu ecnebi
zırvalardan?”
Umut gözlerini çıplak ayaklarına dikti; yuvarlak, tertemiz ayak
parmakları adeta kendilerini güvende hissetmek istercesine
birbirlerine sokulmuşlardı.
“Varsa bir dertleri kendileri çözsünler Allah’ın belası
Batılılar” dedi komiser. “Biz gül gibi geçinip gidiyoruz
memleketimizde. Hepimiz aynıyız, sınıf mınıf yok burada. Ne
anlama geldiğini bile bilmeyiz o kelimenin. Sen hiç
karşısındakine ‘Emmi senin sınıfın ne?’ diye soran birini gördün
mü? Görmedin tabii! Tek din, tek millet, tek her bir şey. Anlıyor
musun?”
Komiser, Umut’a daha da yaklaşmış, sanki koklayacakmış gibi
eğiliyordu. “Böyle saçmalıklara son vermek için koca koca
darbeler yapıldı bu memlekette. Şimdi yine çıkıyor solcular
mantar gibi! İzin verir miyiz sanıyorsun? O okuduğun kitaplar
iftira, yalan dolu. Mürekkep değil zıkkımla yazılmış hepsi!
Yoksa sen de mi zehirlendin, ha?”
Umut hiçbir şey demedi.
“Sana bir soru sordum, geri zekâlı!” diye bağırdı komiser,
burun deliklerini açarak. “Zehirlendin mi dedim!”
“Hayır” diye yanıt verdi Umut; sesi ancak bir fısıltı kadar
çıkmıştı.
“Hımm, bence kesin öyle” dedi adam, kendi kendine hak
verircesine başını sallayarak.
Döşekler, gardırop, çekmeceler, hatta odun sobasının içi...
bakmadıkları delik, yoklamadıkları köşe bırakmadılar.
Aradıkları her ne idiyse bulamamış gibiydiler; bu da nedense
onları daha çok sinirlendirmişti.
“Her yeri arayın. Saklamışlar besbelli” diye emretti komiser
adamlarına. Sigaranın birini söndürüp birini yakıyor, küllerini
39
yerlere silkiyordu.
“Affedersiniz... tam olarak neyi saklamışız acaba?” diye lafa
girecek oldu Mensur, ailenin diğer fertlerinin dizilip
bekletildikleri karşı köşeden. Seyrek saçları karışık, çizgili
pijaması kırışıktı; ayaklarında pofuduk terlikler vardı.
“Bulduğumuzda bir tarafına sokarım, anlarsın” diye yanıt
verdi komiser. “Sanki bilmiyor ne aradığımızı.”
Peri bu kelimelerin sertliği karşısında irkilerek babasının elini
tuttu. Ama gözlerini abisinden ayırmıyordu. Umut’un yüzü kireç
gibi bembeyazdı; onun için endişeleniyordu.
Polisler diğer yatak odalarının, banyonun, tuvaletin, hıyar
turşularıyla biber kurularını sakladıkları kilerin altını üstüne
getirdiler. Açılıp kapanan çekmecelerin, didiklenen kutuların,
sağa sola atılan çatal bıçağın sesleri geliyordu mutfaktan. Her
zaman dantel örtülü tertipli rafların olduğu yerde şimdi
karışıklık hâkimdi. Bir saat, belki daha fazla zaman geçti.
Dışarıda, semada incecik bir ışık çizgisi belirdi, tıpkı bir bebeğin
yeni patlayan dişi gibi yarıyordu kurşuni göğü.
“Peki ya çocuk?” diye sordu komiser. İzmaritini halının üstüne
atıp ayakkabısının topuğuyla söndürdü. “Oyuncakların arasına
baktınız mı?”
Selma, gözlerini daha o gün temizlediği halıdan ayırmadan
araya girdi. “Bir yanlışlık olmalı efendim. Mazbut bir aileyiz
biz. Allah’tan korkarız.”
Söylenenleri duymazdan gelerek, Peri’ye dönüp dik dik baktı
adam. “Nerede senin eşyaların? Göster bize.”
Peri’nin gözleri büyüdü. Neden herkes onun oyuncaklarıyla
ilgileniyordu ki – önce devrimciler, şimdi de polis? Öyle çok
fazla oyuncağı da yoktu zaten. “Söylemem.”
Hâlâ kızının elini tutan Mensur onu geriye çekerek “Şşş” dedi.
“Bırak da baksınlar. Kaygılanacak bir şeyimiz yok nasılsa.”
Sonra sözlerini belirli birine yöneltmeksizin, “Yatağının
40
altındaki pembe sandıktalar” dedi.
Birkaç dakika sonra, polisler geri geldiklerinde, komiserin
parmaklarının ucunda tuttuğu nesneden ziyade yüzündeki ifade
oldu Peri’yi telaşlandıran.
“Vay, vay! Bakın ne varmış burada?” dedi komiser.
Peri daha önce hiç silah görmemişti. Televizyondakilerle
karşılaştırıldığında o kadar küçük görünüyordu ki, bir an acaba
gerçek mi diye merak etti.
“Beşiğin içine saklanmış. Oyuncak bebeğin altına! Aman ne
akıllıca!”
“Kuran çarpsın ki bizim haberimiz yok” dedi Selma titrek bir
sesle.
“Sen bilmiyorsun tabii kadın, ama oğlun biliyor.”
“Benim değil o” dedi Umut; yüzü kıpkırmızıydı. “Birkaç gün
saklamamı istediler. Yarın geri götürecektim. Ben kullanmayı
bile bilmem.”
“Kimmiş senden bunu isteyenler bakalım?” diye sordu
komiser.
Umut sessizliğe gömüldü.
Dışarıda, yakınlardaki bir caminin müezzininin sesi yükseldi.
“Tamam, gidiyoruz” dedi komiser. “Alın bunu.”
Silahı gördüğü an donup kalmış olan Mensur yalvarmaya
başladı. “Beyefendi lütfen. Bir yanlışlık olmalı. Mutlaka bir
izahı vardır. Oğlumuz altın kalplidir. Kimseleri incitmez. Ondan
kimseye kötülük gelmez.”
Kapıya doğru birkaç adım atmış olan komiser topuklarının
üstünde geri döndü. “Hep aynı maval! Çoluk çocuğunuza
mukayyet olmuyorsunuz; onlar da gidip Allahsız komünist
piçlerle takılıyor, burunlarını bin türlü pisliğe sokuyorlar. İş
işten geçtikten sonra böyle sızlanıp yalvarıyorsunuz. Ah vah
ediyorsunuz. Doğru dürüst bakmayacaksan ne demeye çocuk
yaptın dangalak? Sikini tutamadın mı?”
41
Komiser ani bir hareketle Mensur’un pijama pantolonuna
asılarak dizlerine kadar indirdi. Adamcağızın belki biraz eski
ama beyaz pak donu ortaya çıkıverdi. Polislerin bir ikisi gülüştü.
Diğerleri umursamıyormuş gibi yaptı. Birkaçı ise utanarak
uzağa baktı.
Peri babasının elinden bütün enerjinin çekildiğini,
parmaklarının bir cesedinki gibi hissiz ve kansız kaldığını
hissetti. Babasının sessizliğini duymak; konuşmaya başladığı
günden beri hayran olduğu, saygı duyduğu, örnek aldığı ve canı
kadar sevdiği insanın utancına şahit olmak allak bullak etti
çocuğu. Mensur titreyerek pijamasını çekene kadar polisler
kapıdan çıkmıştı bile. Umut’u da yanlarına alarak.
* * *
Günlerce gözaltında kaldı Umut. Bu zaman zarfında ailesi onu
hiç görmedi. Yasadışı komünist bir örgüt üyesi olmakla
suçlanmış, silahın kendisine ait olduğunu kabul etmişti –
çırılçıplak ve gözleri bağlı vaziyette metal bir somyaya bağlanıp,
vücuduna elektrik verildikten sonra. Hatta elektrotları hayalarına
bağlayıp voltajı iki katına çıkardıklarında, devlet yetkililerine
yönelik bir seri suikast planı yapan bir hücrenin lideri olduğunu
bile “itiraf” etmişti. O kadar çok işkence görmüştü ki fark
etmiyordu artık, ne söyledilerse üstlenmişti can havliyle. Keskin
yanık et kokusu, bakırımsı kan kokusu, ekşi idrar kokusu ve baş
işkencecisi “Fıskiye” Fahir’in –bahçe hortumuyla geliştirdiği
işkence tekniklerine borçluydu lakabını– çiğnediği sakızın
naneli kokusu.
Umut ne zaman kendinden geçecek olsa üzerine sıkılan soğuk
suyla ayıltılıyordu. Akşamları ona işkence eden aynı polis
memurları sabahları yaralarına merhem sürüyorlardı ki
uygulamaya devam edebilsinler. Bazen gelip yanında otururdu
Fıskiye Fahir; maaşının azlığından, iş saatlerinin uzunluğundan
ve kendisinden yaşlı, evli barklı bir adama kaçan akılsız
kızından yakınırdı. Çifte kumrular altı ay sonra beş parasız
çıkagelmişlerdi korka korka. “Oracıkta ümüklerini sıkabilirdim
42
amma...” Kıyamamıştı Fıskiye Fahir. Birçok profesyonel
işkenceci gibi o da aile fertlerine karşı korumacı, üstlerine karşı
itaatkâr ve geri kalan herkese karşı gaddardı.
Seanslar arasında bazen İstiklal Marşı, bazen de öteki
zanlıların çığlıkları dinletilirdi Umut’a; tıpkı onlara da Umut’un
çığlıklarının dinletildiği gibi. Bir keresinde, ihmalkârlık bu ya,
işkencecileri elektrik vermeden önce ağzına bez sıkıştırmayı
unuttuklarından, dilini ısırmış, neredeyse ortadan ikiye
bölmüştü. Uzun, çok uzun zaman, ne tatlı ne tuzlu, hiçbir şeyin
tadını tam alamayacaktı.
1980 darbesinin ardından ülkenin her yerinde hapishaneler,
karakollar ve ıslahevlerinde yaygın olarak uygulanan işkencenin
artık azaldığı iddia ediliyordu. Lakin hakikat farklıydı. Eski
alışkanlıklardan kolay vazgeçilmiyordu ne de olsa. Gerçi
değişiklikler de olmuştu zamanla. Falaka azalmış, yerini Filistin
askısına bırakmıştı – daha temiz bir yöntem. Sigarayla yakmak,
tırnak ya da diş sökmek eskisi kadar rağbet görmüyordu. Fazla
iz bırakıyordu bu eski usuller. Elektrik daha hızlı, daha etkiliydi.
Tutuklulara birbirlerinin pisliklerini yedirmek veya onları
saatlerce, günlerce lağım çukurlarında bekletmek de öyle.
Dışarıdan bakınca kötü muameleye dair herhangi bir emare
görülmüyordu. Her şeye burnunu sokan gazeteciler ya da
Avrupalı insan hakları savunucuları olur da haber vermeden
ziyarete gelirse tespit edecekleri bir şey olmuyordu.
Nihayetinde, şartlı tahliyesiz sekiz yıl dört aya mahkûm edildi
Umut.
* * *
Nalbantoğulları her görüş günü aksatmadan cezaevine geldiler.
Bazen Mensur ile küçük oğlu, bazen Selma ile kızı, bazen
Mensur ile kızı giderdi; ama asla Mensur ile Selma beraber
değil. Düzinelerce insan arasında bekler; yüzlerce kaygılı,
ıstıraplı görüşmenin izlerini taşıyan, beyaz demeye bin şahit
isteyen plastik bir masaya ilişirlerdi: ziyaretçiler bir tarafta,
43
mahkûmlar karşı tarafta. Emredildiği gibi, ellerini görünür yerde
tutarlardı, kimse bir şey alıp veremesin diye. Bu şekilde oturur,
kederin açtığı deliği, zoraki gülümsemeler ve kırık dökük
kelimelerle yamamaya çalışırlardı.
Bir keresinde, Umut tam kalkıp giderken arkasında bir kan
lekesi gördü Mensur. Bir söğüt yaprağı büyüklüğünde ve
şeklindeydi leke. Seçilmiş bir azınlığa uygulanıyordu bu işkence
yöntemi: siyasi mahkûmlara, eşcinsellere ve sokaklardan
toplanan transseksüellere.
Soluğu kesilir gibi oldu Mensur’un. Kendini tutmak için
çabalasa da başaramadı, o koca adam omuzları sarsıla sarsıla
ağlamaya başladı. Allahtan, çoktan içeri dönmüş olan Umut
duymadı babasının hıçkırıklarını. Ama babasına eşlik eden Peri
duydu ve hiç unutmadı. O günden sonra onu bir daha abisini
ziyarete götürmediler. Onun yerine Umut’a mektup yazmasını
istediler. Yazdı da. Defalarca. Güzel şeylerden bahsetti
mektuplarında, olduğundan daha neşeli ve gamsız görünmeye
çalışarak, –mış gibi yapmayı öğrendi. Dünya adil, hayat
asudeymiş gibi özenle seçti kelimelerini. Sırf abisine bir nebze
hafiflik verebilmek için hayal gücünü geliştirdi.
Ne var ki düşlerinde Umut’u görmeye devam etti Peri.
Korkuyla sıçrayarak, bazen çığlıklar atarak karabasanlardan
uyanma huyu, ta o zamanlar başladı. Böyle gecelerde yataktan
kalkıp usulca odasındaki gardıroba girer, kapıyı içeriden örterdi.
O karanlık ve kapalı yerde abisiyle yan yana olduğunu düşlerdi;
aynı koğuşta, aynı kıstırılmışlıkta. Nedense gardıroba sığınmak
korkularını dindirirdi.
* * *
Umut’un parmaklıklar ardında olmasının üzüntüsü
Nalbantoğullarını birleştireceğine daha da böldü, kutuplaştırdı.
Mensur karısını suçluyordu. Kendisi bütün gün işteydi;
oğullarına göz kulak olması gereken biri varsa, Selma’ydı.
Zamanını yobaz hocalarla harcayacağına evlatlarıyla
44
ilgilenseydi bu belanın önüne geçebilirlerdi. Selma ise tam
tersini düşünüyordu. Ketum, kırgın, küskündü. Olanlardan
kocasını sorumlu tutuyordu. Çocuklarının kafasına dinsizlik
tohumları eken Mensur değil miydi? Materyalizm ve özgür
düşünce üstüne attığı o saçma sapan nutuklarla onları felakete
sürüklemişti. İnsanı dengede tutan Allah korkusuydu, o korku
kalkınca yanlış yapmıştı işte oğulları. Demek ki Mensur’du
bunlara sebep. Didiştiler. Takıştılar.
Mensur ile Selma’nın senebesene giderek tavsayan ilişkisi, içi
boş bir kabuğa dönüşmüştü. Şimdiyse o kabuk kırılıp açılmış,
eşler kendilerini iki karşıt tarafta bulmuşlardı. Evin içindeki
hava, yaşayanların hüznünü içine çekmiş gibi ağır ve
boğucuydu. Peri’ye öyle geliyordu ki açık camlardan ezkaza
içeri giren arılar ve kelebekler bile hemen kendilerini dışarı
atıyorlardı. O doymak bilmez sivrisinekler bile, mutsuzluk
bulaşmasın diye Nalbantoğullarını ısırmaz olmuşlardı.
Peri’nin Tanrı’yı yoğun olarak sorgulamaya başlaması işte o
günlere rastlar. Ne annesinin öğrettiği gibi her gece uyumadan
önce dua edebiliyor; ne babasının tavsiye ettiği gibi Yaradan’a
karşı kayıtsız kalabiliyordu. Bunun yerine, ana babasına
söylemeye cesaret edemediği ne kadar sitem, şikâyet varsa,
hepsini kelimelerden müteşekkil bir top güllesine dönüştürüp,
Tanrı’ya fırlatıyordu. O’nunla her konuda münakaşa ediyor,
kolay yanıtları olmadığını bildiği sorularını – kimsecikler
duymasın diye alçacık bir sesle– O’na soruyordu. Neden bunca
haksızlığa izin veriyordu Rab? İyi insanların başına korkunç
şeyler gelmesini nasıl sindirebiliyordu içine? Hapishane
duvarlarının ardını, hücre parmaklıklarının ötesini görüp
duyabiliyor muydu? Şayet görüp duyamıyorsa, demek ki
dedikleri kadar kudretli değildi. Yok eğer, görüp duyuyorsa, o
zaman da adil değildi. Her halükârda Tanrı anlatıldığı gibi
değildi işte.
Annesine ve onun hocası Üzümbaz Efendi’ye yöneltemediği
tepkiyi; babasına ve onun içki alışkanlığına duyamadığı
45
endişeyi; büyük abisine anlatamadığı kederini ve küçük abisiyle
arasındaki kapanmayan mesafeyi birbirine katıp koyu bir harç
yapmış, Tanrı hakkındaki fikirlerinin içine boca etmişti. Orada,
zihninin fırınında pişiyordu bu tuhaf karışım; yavaş yavaş
kabarıyor, kenarları yanıyordu.
Rab, baktığında ne kadar basit bir kelimeydi ama nasıl da
karmaşık aslında. Yaptığın her şeyi görüp duyacak kadar
yakındı ama ulaşılması imkânsız. Ne var ki Peri bir yolunu
bulmaya kararlıydı. Zira eğer annesinin dindar Allah algısıyla
babasının laik Tanrısını birleştirmeyi başarabilirse ebeveynlerini
bir şekilde bir araya getirebileceğine inanmıştı. O yüzden ne
Allah ne Tanrı kelimelerini kullanıyor; Rab kelimesini kendine
daha yakın buluyordu. Ah keşke bir uzlaşma sağlanabilseydi; o
vakit Nalbantoğlu ailesinde daha az gerilim olacaktı; kim bilir
belki tüm dünyada.
Rab, parçaları asla birbirine uymayan bir bulmaca gibiydi. Peri
bu sırrı bir çözebilse, bunca anlamsızlık içinde tutunacak bir
anlam dalı, bunca delilik arasında bir nebze mantık, bunca
karmaşaya bir düzen bulabilecek ve hatta belki de hayatında ilk
kez mutlu olmayı öğrenebilecekti.
Yaşıtları, uçurdukları uçurtmalar kadar yalın ve hafif bir
edayla sokakta oyunlar oynar, okulda şakalaşır ve her günü
yarın yokmuş gibi yaşarken, olağanüstü derecede ciddi ve içine
kapanık bir çocuk olan Nazperi Nalbantoğlu, gizlice Tanrı’yı
aramakla –ve bir türlü bulamamakla– meşguldü.
46
Defter
İstanbul, 1980’ler
“Gel otur karşıma” dedi kızına Mensur, masada yalnız olduğu
nadir akşamlardan birinde.
Peri hemen yaptı söyleneni. Özlemişti babasını; aynı evde
olsalar da, Umut gitti gideli babası sürekli dalgındı, varla yok
arası.
“Bak sana bir hikâye anlatayım” dedi Mensur. “Vaktiyle bir
neyzen varmış, kimselere benzemeyen; mutasavvıf, rindane,
kalendermeşrep. Ne zaman bir rakı ya da şarap şişesi görse,
kızarmış. ‘Bunun katresinin haram olduğunu bilmiyor
musunuz?’ diye etraftakileri azarlarmış. Sonra da şişeyi açıp
parmağını içine sokar, birkaç saniye bekledikten sonra ıslak
parmağını çıkarıp sallarmış. ‘O haram katreyi aldım attım’
dermiş. ‘Artık gönül rahatlığıyla demlenebiliriz.’ ”
Mensur kendi hikâyesine güldü – alçak perdeden, kederli bir
kahkaha. “Bir nebze kâm alamayacaksak bu fani dünyadan, ne
demeye yaşamalı?”
Babasının yüzüne dikkatlice baktı Peri. Sorusunda saklı bir
isyan hissetti. Ama kime karşı? Topluma? Dindarlara?
Kurallara? Kime isyan ediyordu sevgili babası acaba? Çekinerek
sordu: “Bir deneyebilir miyim?”
“Ne? Rakı mı içmek istiyorsun?” Mensur bir kahkaha patlattı.
Peri sessizce onayladı. Yeter ki onları birbirlerine
yakınlaştırsın, yeter ki babasının yalnızlığına çare olsun, seve
seve içerdi beraber.
Mensur başını iki yana salladı. “Daha neler! Yedi yaşındasın
daha.”
“Sekiz” diye düzeltti Peri.
47
Mensur bir an durakladı. “Normalde hiçbir zaman içmeni
istemem doğrusu. Ama içeceksen günün birinde ilk kadehini
babanla tokuşturmalı, ilk sigaranı babana yaktırmalısın.
Yasaklardan sadece maraz doğar. İşte örümcek kafalıların
anlayamadığı şey de bu! Gizlice arkadaşlarla içmektense, kendi
evlerinde özgür olabilmeli gençler. On sekiz yaşına gelince
tabii!” Derin bir iç çekti. “Gerçi bu yobaz takımı o zamana
kadar ortada içki falan bırakmaz herhalde. Anca bir müzede bir
şişe sergilerler belki, Nazilerin yaptığı gibi: Dejenere Nesneler
Müzesi. Belki de çok geç olmadan bir tadına bakabilirsin.”
Mensur böyle dedikten sonra bir bardağı yarıya kadar suyla
doldurup içine kaşığın ucuyla iki üç damla rakı damlattı. Peri
içkinin suyun içinde külrengi bir mürekkep gibi yayılışını
seyretti. Aynı anda babası da onu seyrediyordu sevecen bir
ifadeyle.
“Şu damlacıkları görüyor musun? İşte ben ve ruhdaşlarım
öyleyiz. Bir cehalet denizinde tutunmaya çalıştık ama dağılıp
gidiyoruz.” Mensur kadehini kızına doğru kaldırıp, “Şerefe
bakalım!” dedi. “Anan görse, diri diri derimi yüzer vallahi.”
Peri başını yana eğerek mahcup bir şekilde gülümsedi.
“Şerefe!”
Bardağı dudaklarına getirip dikkatle yudumladı. Yüzü anında
buruşuverdi. Felaket! Daha önce tattığı her şeyden beterdi.
Anasonun tadı kokusundan da keskindi. Babası bu berbat şeyi
nasıl oluyor da her akşam bayıla bayıla içebiliyordu?
“Söz ver bana” dedi Mensur. “Kocakarı hikâyelerine asla
kanma. Anlıyor musun neden bahsettiğimi?”
“Evet” dedi Peri, ağzındaki tattan kurtulmak için bir dilim
ekmeği mideye indirdikten sonra. “Çocuğun üstünden atlama,
boyu kısa kalır derler hani. Parmaklarını çıtlatma, meleklerin
kanatlarını kırarsın. Karanlıkta ıslık çalma, Şeytan çağırırsın. O
tür şeyler.”
“Aynen, bütün o saçmalıklar. Bak, benim sevdiğim altın bir
48
kural var; sana da tavsiye ederim. Gözünle görmediğin,
kulağınla duymadığın, elinle dokunmadığın ve akla mantığa
sığmayan hiçbir şeye asla inanma. Söz mü?”
Babasını memnun etme hevesiyle cıvıldadı Peri: “Söz.”
Mensur sözlerini vurgulamak istercesine işaretparmağını
havaya kaldırdı. “Bizi ancak eğitim kurtarır! Tek yol bu.
Dünyanın en iyi üniversitesine gitmelisin. Hayalim bu,
evladım.” Duraksadı, bunun hangi üniversite olabileceğini
düşündü. “Çocuklarım arasında bunu yapabilecek bir tek sen
varsın. Bir abin hapiste, öbür abin serseri oldu çıktı başıma. Sen
başkasın ama. Çok çalış. Cehaletten kurtul. Kocaman söz ver.”
“Kocaman söz, baba.”
“Gerçi...” dedi Mensur düşünceli düşünceli, “erkek kısmı öyle
fazla akıllı eğitimli kadınlardan hoşlanmaz. Benim yüzümden
evde kalmanı istemem.”
“Olsun, ben hiç evlenmeyeceğim zaten. Senin yanında
kalacağım.”
Mensur gülümsedi. “İnan bana, fikrin değişir, hele biraz büyü.
Zaten benim gibi kocamış herifi niye çekesin? Huzurevine
yerleştir beni. Anana muhtaç olmak istemem. Onun dualarına,
üfürükçülerine laf yetiştiremem yaşlanınca. En iyisi temiz bir
huzurevinde kalayım; Atamızı saygıyla yâd eden yaşlı dostlarla
olayım. Sana gelince, muhakkak sevmelisin, sevilmelisin.
Yalnız, sakın ola bilimi, bilgiyi önemsemeyen birine âşık olma!
Sevdiğin adam özgür düşünen, birikimli biri olmalı.
Koskocaman bir söz daha?”
“Koskocaman söz, baba” dedi Peri kafası allak bullak.
Sandalyesinden aşağı inerken aklına yeni bir şey takıldı. “Peki
ya Tanrı? O’nu göremiyoruz, duyamıyoruz... O’na
dokunamıyoruz... Altın kural ne olacak?”
Uzun, bitkin bir iç çekiş. “Sana bir sır vereyim mi? Mesele
Tanrı olunca büyüklerin de kafası karışık. Çocuklardan daha
fazla hem de.”
49
“Peki ama Tanrı gerçek mi?” diye sordu Peri çekinerek.
“Valla, inşallah öyledir. Öbür dünyada O’nu görünce, O daha
bana bir şey sormadan ben O’na soracağım bunca vakittir
nerelerde olduğunu. Nicedir kendi halimize bırakıp gitti bizi!”
Mensur ağzına bir parça peynir atıp yavaşça çiğnedi.
“Babacım... sence Allah neden abime yardım etmedi?
Umut’un başına bunların gelmesine niye izin verdi?”
Mensur yutkundu. “Ah, canım. Keşke bilseydim.” Konuşurken
âdemelması, çırpıntılı sulardaki bir şamandıra gibi inip
kalkıyordu.
Bir sessizlik çöktü. Peri ayak parmaklarını kıvırdı sıkıntıyla;
konuyu değiştirme gereği duydu. Umut’tan söz etmek
karartmıştı zaten pek parlak olmayan ruh hallerini; bir bulutun
solgun mehtabı kapatması gibi. “Peki ya cennet ile cehennem?”
“Valla, bende pek cennete gidecek adam tipi yok. Bu durumda
iki olasılık var: Eğer Tanrı şakadan anlamıyorsa, hapı yuttum.
Doğruca cehenneme. Ama kalendermeşrep ise, ki umarım
öyledir, o zaman umut var. O durumda seninle cennette
buluşuruz. Nehirlerden su yerine bade akıyormuş ya, öyle
diyorlar!”
Telaşlandı Peri. Eğer Tanrı, annesinin yemin billah anlattığı
gibi katı, cezalandırıcı ve intikamcı ise sevgili babasının pek
şansı yoktu. “Ama ben senin cehenneme gitmeni istemiyorum”
diye mırıldandı endişeyle.
Mensur baktı ki çocuk bu konuşmayı çok ciddiye alıyor,
gülümsedi anlayışla. “Dert etme sen. Bir B planı yaparız.”
“B planı mı?”
“Sen benim mezarıma bir kazma koy yeter. Ben tünel kazar,
seni görmeye gelirim.”
Peri’nin gözleri büyüdü. “Ya baba! Cehennem çok derinmiş,
içine çakıl atsan yetmiş yılda dibine varırmış. Annem söyledi.”
“Söylemiştir muhakkak.” İç çekti Mensur. “Ben de yetmiş yıl
50
kazarım o zaman. Bu dünyanın bir yılı, öbür dünyada yalnızca
bir dakikaya denk, merak etme. Öyle ya da böyle, gelip seni
bulurum.” Birden yüzü aydınlandı. “Az daha unutuyordum.
Sana bir şey getirdim!”
Ayağa kalkıp deri çantasını getirdi. İçinden kırmızı, kadife
kurdeleyle bağlanmış, gümüş rengi bir kutu çıkardı Mensur.
“Bana mı?” Peri dikkatle inceledi paketi.
“Açmayacak mısın?”
Bir defter çıktı kutudan. Kapağında pullar ve aynalı mozaikler
olan, turkuaz rengi, el yapımı, harikulade bir defter.
“Bak canım, sen sıra dışı bir çocuksun. Kafanı büyük
meseleler kurcalıyor. Yaşıtlarına benzemiyorsun. Onlar çikolata,
şeker derdinde; sen Tanrı, din, inanç, adalet... bu yaşında
başladın sorgulamaya. Kaygılanıyorum senin için. Zor hususlar
bunlar. Bütün cevapları bildiğimi iddia edemem. Böyle bir şey
iddia edene de güvenmem, yalan söylüyordur” dedi Mensur.
“Kimse yüzde yüz bilemez. Buna annenle o tuhaf kılıklı hocası
da dahil.” Rakı bardağını kafasına dikti. “Dinden hazzetmem
ama Tanrı’yı yine de pek severim; neden biliyor musun?”
Peri başını iki yana salladı.
“Yalnız çünkü Pericim, tıpkı benim gibi... senin gibi, O da
yalnız” dedi Mensur düşünceli düşünceli. “Yukarılarda bir
yerde, yapayalnız; konuşacak kimsesi yok. Tamam, belki birkaç
melek vardır etrafta ama meleklerle ne kadar dertleşilir ki?
Milyarlarca insan Tanrı’ya dua ediyor, ‘Bana şunu bahşet, bunu
nasip et, çuvalla para, son model araba ver...’ diye. Hep aynı
laflar, tekrar tekrar, ama neredeyse hiç kimse O’nu tanıma
zahmetine girmiyor.”
Gözlerinde anlık bir kederle, bardağını doldurdu Mensur.
“Düşünsene yolda bir kaza görünce ne tepki veriyor insanlar?
Hemen ‘Aman Allah korusun’ derler. İnanabiliyor musun! İlk
tepkileri kendilerini düşünmek, kurbanları değil. Başkası için
dua eden ne kadar az kişi var farkında mısın? İllaki kendilerine.
51
Zaten o kadar çok dua birbirinin kopyası ki. Beni koru, beni
kayır, beni yükselt... Her şey ben. Onlara sorsan ‘dindarlık’
derler adına, bense ‘kılık değiştirmiş bencillik’ diyorum.”
Peri başını yana eğdi; babasını teselli etmek istiyordu ama
bunu nasıl yapacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Ev öyle
kırılgan bir sessizliğe gömülmüştü ki bir iç çeksen yıkılacak
gibiydi. Peri annesinin duvarların ardındaki yatağından bu
sohbeti dinleyip dinlemediğini, dinliyorsa aklından neler
geçirdiğini merak etti.
“Bundan sonra, o halde, ne zaman aklına Tanrı’yla –ya da
kendinle– ilgili bir soru takılsa otur defterine yaz.”
“Günlük gibi mi yani?”
“Evet, ama özel bir günlük” dedi Mensur; canlanmıştı. “Hayat
boyu kullanabilirsin bu defteri!”
“Ama sayfaları yetmez ki.”
“Elbette! Tek yol, eskiden yazdıklarını silmek. Anlıyor
musun? Yaz ve sil, canım. Kasvetli, karanlık fikirleri kafandan
uzak tutmayı öğretemem sana. Kendim daha öğrenemedim ki bu
yaşta.” Mensur duraksadı. “Ama silebilirsin.”
Yaz ve sil. İnanç ve şüphe. Cevaplar ve sorular. Hem bilgiyi
önemse, hem bildiklerini sorgula. Asla bir yere demir atma.
Adresin değil, sadece ayak izlerin olsun bu dünyada. Ne demiş
İbn Arabi? Bizimkisi “aşk kervanı”; o kervan ne yöne giderse
biz de peşinden. Yerleşme, kök salma, oldum ya da buldum
sanma. Hiçbir gettoya, kolektif kimliğe, cemaate, cemiyete,
aşirete ait olma. Hepsi yanıltır, şaşırtır. Sen yalnız ol. Bir başına.
Varmak değil, gitmek. Sadece gitmek...
Acaba babasının tam olarak demek istediği bu muydu? Öyle
ya da böyle, Peri’nin bu akşamki konuşmadan seneler sonra
çıkardığı ders bu olacaktı.
O gece, Peri yatağında oturup güncesini açtı ve ilk notunu
yazdı: Galiba Rab rengârenk, binlerce parçası var. Kimine
52
sorsan, sevgi, merhamet, rahman dolu; kimine sorsan öfkeli,
mesafeli, kahredici. Bence Tanrı bir Lego seti. Herkes kendine
göre inşa ediyor sanki.
53
Fotoğraf
İstanbul, 2016
Berduş bıçağı öyle bir hızla ve gözü karalıkla savurdu ki
Peri’nin son anda yana kaçabilmiş olması adeta mucizeydi.
Bıçak karnının yan tarafını birkaç santimle ıskaladı ama sağ
avucunu boydan boya kesti. Tiz bir çığlık attı Peri, sesi çatladı.
Avucundan aşağı süzülen kan ipek elbisesine damlarken
bayılacağından korktu.
Kalbi göğüs kafesinde gümbür gümbür atarken var gücüyle itti
adamı. Berduşun bir an boş bulunup dengesini kaybetmesini,
elindeki bıçağı düşürmek için fırsat bildi. Beklemediği bu
direniş karşısında öfkeden gözü dönen adam öyle bir yumruk
indirdi ki karnına, soluk alamadı Peri. Arabada onu bekleyen
kızı geçti aklından. Evdeki iki küçük oğlunu düşündü,
muhtemelen bu saatte en sevdikleri televizyon programını
seyrediyorlardı. Kocası geldi gözünün önüne; bir sürü konuk
arasında bir masada endişeyle saatine bakarken tahayyül etti
onu. Gözleri yaşardı. Sevdiklerini belki de bir daha hiç
göremeyecekti. Bu şekilde ölmek ne kadar aptalcaydı. İnsanlar
vatanları, bayrakları ya da şerefleri uğruna ölüyordu dünyanın
her yerinde; o ise sahte bir Hermès çanta uğruna. Ama kim bilir,
belki de eşit derecede anlamsızdı hepsi.
Berduş bir yumruk daha attı, yine tam karnına. İki büklüm
oldu Peri, öksürdü. Can havliyle haykırdı: “Yeter artık! Kes
diyorum sana!” Yaramazlık yapan bir çocuğu azarlar gibi
bağırıyordu. Titriyordu; beyninde bir ses paniğe kapılmamasını,
kapılsa bile belli etmemesini söylese de, vücudu dinlemeyi
reddediyordu. “Bak, eğer bana zarar verirsen başın büyük belaya
girer. Hapse atarlar seni.”
Berduş bir nefes aldı dişlerinin arasından. “Orospu!” dedi ağır
ağır. “Kim olduğunu sanıyorsun ulan? Orospu!”
54
Hayatında kimse “orospu” dememişti Peri’ye, en azından
yüzüne karşı. Sivri bir buz parçası gibi delip geçti yüreğini bu
kelime. Sakinleşmeye ve karşısındakini sakinleştirmeye çalıştı
beyhude. “Tamam bana bak, çantaysa derdin, senin olsun. Sen
yoluna, ben yoluma.”
“Orospu!” diye tekrarladı adam. Cama çarpıp duran bir sinek
gibi sıkışıp kalmıştı bu kelimenin içinde. Çıkamıyordu sanki.
Aniden başını geriye attı adam, kendi düşüncelerinden tahrik
olmuştu. Yüzündeki ifade karanlıklaştı; gözleri kısıldı. Ötede,
sokağın girişine bir araç yaklaştı o esnada; kısacık bir an için
farlarıyla bir kaçış tüneli açtı. Peri bağırıp yardım istemeyi
düşündü ama çok geçti. Araba gitmişti bile. Yeniden gölgelere
gömüldüler.
Karşısındaki kadını boğazından tuttuğu gibi yere itti berduş.
Peri’nin saçları açıldı; topuzunu tutan toka yere çarpıp sekti.
Minik metalik bir ses. Sırtüstü düştüğünde darbenin etkisiyle
asfalta çarptı kafası. Buradan bakınca gökyüzü çok uzak
görünüyordu ve bronz bir levhadan kesilmişçesine hareketsiz ve
soğuk. Eliyle yerde kanlı izler bırakarak ayağa kalkmaya çalıştı.
Bir anda üstüne çıktı adam; külotlu çorabı ile elbisesini yırtıp
atmaya çalışıyordu alelacele. Ağzından ekşi bir koku geldi –
açlık, sigara, kimyasal maddeler. Çürümenin kokusu. Peri’nin
midesi kalktı. Etine girmeye çalışan et bir cesede aitti adeta.
Her zaman olan şeydi, ne ilk ne son. Ortalama birkaç saatte bir
tekrarlanırdı; her ne kadar hadiselerin hepsi istatistiklere
yansımasa da. Hem kapalı kapılar ardında, hem açık avlularda;
hem ucuz motel odalarında, hem lüks otellerde; hem gece
yarıları, hem güpegündüz. Dinleyecek bir çift kulak bulsalar ne
hikâyeler anlatırdı bu şehrin genelevleri. En sudan bahaneyle
tepeleri atıveren müşteriler tarafından dövülüp taciz edilen
telekızlar, erkek fahişeler, yaşlanmış yıpranmış hayat kadınları.
Sokak ortalarında tartaklanan, karakolda bir kez daha
aşağılanmamak için polise asla gitmeyen, kendi dertlerini
55
kendileri çözmeye çalışan transseksüeller. Anlaşılmaz şekilde
kimi aile fertlerinden ya da öğretmenlerinden ürken ufacık
çocuklar. Kayınpederleri ya da kayınbiraderleri ile aynı odada
kalmaktan korkan yeni gelinler. Aşklarına karşılık görmedikleri
için gözü dönmüş takıntılı sevdalılarının hışmına uğrayan
gencecik kadınlar. Evlilik içi tecavüzü anlatmaya ne dilleri ne
cesaretleri yettiğinden hep susan, her şeyi içine atan ev
kadınları. Sürekli oluyordu işte. Suçu kurbanlara atmaya,
saldırganları öyle ya da böyle aklamaya hazır bir ahlak ve hukuk
sisteminde, baskıcı bir sessizlik örtüsü altında, cinsel saldırılara
hiç de yabancı değildi İstanbul.
Bir rüyadan uyanıp kendini bir başkasının kâbusunun içine
sıkışmış bulan biri gibi, Peri’nin algısı katmanlara ayrıldı.
Adama karşı koydu. Dirençliydi. Lakin berduş o sıska halinden
beklenmeyecek kadar kuvvetliydi. Birdenbire kafa attı Peri’ye.
Birkaç saniye boyunca neredeyse bilincini kaybetti kadın. Acı
öylesine keskindi ki, o an bırakabilirdi direnmeyi,
vazgeçebilirdi.
İşte tam o sırada gözünün ucuyla bir gölge gördü geride.
Yumuşacık, ipek gibi, meleksi süzülüyordu havada. Hemen
tanıdı Peri. “Sisin içindeki bebek”ti bu. Pembe yanaklar, tombul,
gamzeli kollar, minik bacaklar; henüz koyulaşmamış, altın
rengi, tüy gibi saçlar. Gerçek bir bebeğe benziyordu ama
değildi. Belki bir cin, belki bir hayalet yahut bir halüsinasyon.
Gerilmiş, korkularla dolu hayal gücünün bir ürünü de olabilirdi
tabii – gerçi bu onu ilk görüşü değildi.
Şimdi daha yakına geldi bebek; uçarcasına hareket
edebiliyordu, kayarcasına. Tam arkasında dikilen hayaleti fark
etmemişti berduş. Her şeyden habersiz, küfürler savurarak
pantolonuyla uğraşıyordu. Bir eliyle Peri’yi zapt ederken, diğer
eliyle de kemer niyetine beline doladığı sicimi çekiştiriyor,
açmaya çalışıyordu. Debeleniyordu.
Sisin içindeki bebek keyifle kıkırdadı. Onun o masum
gözlerinden, kendi durumunun zavallılığını gördü Peri. O da
56
güldü; sesli sesli, korkusuzca. Peri’nin tepkisine şaşıran berduş
durakladı bir an. Şaşırdı.
“Dur sana yardım edeyim” dedi Peri, başıyla ipi işaret ederek.
“Ben açayım.”
Berduşun gözleri yarı memnun, yarı kuşkulu parladı. Hor
gören bir ışıltı dolaştı yüzünde. Peri’ye güvenmese de, geçmiş
deneyimlerinden biliyordu ki korku her şeyi yaptırabilirdi
insanlara. Yeterince korkutursan diz çöktüremeyeceğin kimse
yoktu şu âlemde. Altına aldığı süslü zengin kadını kontrol
ettiğinden gayet emin, ondan pantolonunu açmasını bekleyerek,
hafifçe geri çekildi adam.
İşte o zaman Peri bütün gücüyle berduşa vurdu. Hazırlıksız
yakalanan beriki geriye doğru yuvarlanıp sırtüstü düştü. Peri
kıvrak ve çevik bir hareketle ayağa fırlayarak adamın apış
arasına bir tekme attı. Yaralı bir hayvan gibi iki büklüm oldu
berduş.
Var gücünü o tek eyleme yoğunlaştırarak ayağını adamın
suratına geçirdi Peri. İnsanın içini fena yapan bir çatırtı sesi
geldi – kırılan bir burnun sesi. Kan. Nasıl olduğunu kendisi bile
anlamadan başladı adamın her yerini tekmelemeye.
Bunu yaparken hiçbir şey hissetmiyordu – ne nefret, ne öfke.
İnsan hep bir şeyler öğreniyordu başkalarından. Kimisi güzellik
öğretiyordu, kimisi zalimlik. Az evvel kokladığı Bally vücuduna
yayıldığı için güçsüz mü düşmüştü berduş, yoksa kendisi bir tür
yabani enerjiyle mi canlanmıştı, bilemiyordu ama güçlü
hissediyordu Peri. Delirmişti adeta. Korkmuyordu ilk defa.
Berduş midesini tuttu; paltosu yukarı sıyrılmış, sıska karnı,
kaburgaları ortaya çıkmıştı. Halsiz ve çelimsizdi; artık bu kaçma
kovalamacadan, itiş kakıştan, kurtlar sofrası hayattan bıkmış
gibi sineye çekiyordu yediği dayağı.
Sisin içindeki bebek yeniden kayarcasına geçti Peri’nin
önünden. Rüzgâra karışmış bir fısıltı gibi uçucu; ince
tülbentlerden yapılmış gibi şeffaf bir bebek. Balmumundan
57
oyulmuş yüz hatlarıyla gülümsemiyordu artık. Olanları
yargılamıyordu da. Bu dünyanın hallerinin dışındaydı o;
bambaşka bir âlemde. Peri’ye bir kez daha yardım etmişti ya,
aniden ortadan kayboldu. Toplanan akşam karanlığına karışıp
hiç iz bırakmadan dağılıp gitti. Buhar gibi.
Peri berduşa vurmayı kesti. Nefes nefeseydi. Nasıl bir
gaddarlık, vahşilik çıkmıştı içinden. Ne kadar da inceydi aslında
“iyi ve dengeli” insanları delilikten ayıran çizgi.
Saçları hafif bir esintiyle dalgalandı; bir martı –kim bilir, belki
de fi tarihinde bir Osmanlı şairinin dilini yiyen martının
torunlarından biri– milyonlarca insanın yan yana yaşadığı bu
çılgın şehirde kim bilir neye ya da kime kızdıysa bir çığlık attı
semada.
Berduş acıyla inledi. Burnu kanıyordu hâlâ. Üstdudağı
yarılmıştı.
“Üzgünüm” diyecekti neredeyse Peri, özür dileyecekti
adamdan; boğazı düğümlendi. Tam o sırada, sanki koşullanmış
gibi, eskilerden bir ses duyar gibi oldu; hem sevecen hem
azarlayan bir ses. Gereksiz yere özür diliyorsun her zaman, bunu
yapma.
Eğer Peri hâlâ Oxford Üniversitesi’nde öğrenci olsaydı ya da
Profesör Azur, kalkıp İstanbul’a gelmiş olsaydı böyle söylerdi
büyük ihtimalle. Niye durup dururken onu hatırlamıştı şu anda?
Bu akşam beklenmedik bir şekilde sarsılmıştı kurulu düzeni;
geçmişin kilitli kapıları açılıvermişti. Şimdi zihnine akıyordu
eski hatıralar. Bastırdığı, sakladığı, hatta unuttuğunu sandığı ne
varsa çıkıyordu ortaya. Öğrencilik yıllarını hatırlıyordu yeniden.
Bunca sene sonra.
Berduş ağlamaya başladı. Ne arka sokakların kralı, ne
dilencilerin patronu, ne madde bağımlısı, ne hırsız, ne kabadayı,
ne tecavüzcü... bütün sıfatlarından ve tanımlarından arınmıştı şu
anda. Çocukluğuna dönmüştü. Burnunu yorgana gömüp
kimseye duyurmadan geceleri gözyaşı döken, senelerce ihmal
58
edilen, sevgisiz bırakılan, en yakınları tarafından taciz edilen,
kimseden yardım görmeyen, yüreğini bir hançer gibi bilemeyi
öğrenen bir oğlan çocuğu.
Peri üzüntüyle adama yaklaştı. Yaptığı şey karşısında dehşete
düşmüştü. Berduşun içindeki şiddet Peri’nin içindeki şiddeti
uyandırmıştı. Belki de bulaşıcıydı merhametsizlik. Dünün
mazlumlarından bugünün zalimleri çıkıyordu. Usulca dokundu
adama. Tam onu hastaneye götürmeyi teklif edecekti ki aniden
bir ses işitti.
“Anne, neler oluyor?”
Ok gibi hızla geri döndü Peri. Kendine çekidüzen verip
kafasını toplamaya çalıştı elinden geldiğince. “Tatlım... neden
arabada beklemedin?”
“Daha ne kadar bekleyecektim?” dedi Deniz. Sonra gözleri
annesinin kanayan eline, yırtık elbisesine kaydı. “Aman Tanrım!
İyi misin?”
“Merak etme ben iyiyim” dedi Peri. “Biraz itişip kakıştık.”
Ölüm sessizliğine bürünmüş berduş güçlükle ayağa kalkıp
sendeleyerek bir köşeye çekildi, artık onlarla ilgilenmiyordu.
Anne kız Hermès çantayı bulup, içinden etrafa saçılan şeyleri
olabildiğince topladılar.
“Ya neden herkesinki gibi normal bir annem yok?” diye
homurdandı Deniz kendi kendine, kredi kartlarını yerden
alırken.
Peri baktı ki soru çetrefil, yanıtlamayı denemedi bile.
“Gidelim hadi” dedi Deniz sabırsızca.
“Bir saniye.” Peri gözleriyle etrafı taradı. Polaroid’i arıyordu
ama sırra kadem basmıştı sanki. Huzursuz oldu. Nasıl
bırakabilirdi sevgili profesörünün fotoğrafını?
“Ya anne hadisene!” diye bağırdı Deniz. “Neyin var senin?”
Ara sokaktan çıkıp hızla arabalarına döndüler. Yolun geri
kalanı sessizlik içinde geçti; kızı tırnaklarını yemeye devam
59
ederken annesi gözlerini yoldan ayırmıyordu. Nice sonra fark
edecekti Peri, cep telefonunu orada bıraktıklarını. O ara sokağın
bir yerinde, gecenin karanlığında sessizce çalıyor olmalıydı;
İstanbul’da kimselerin duymadığı yakarılara bir yenisini
eklercesine.
60
Bahçe
İstanbul, 1980’ler
Peri “sisin içindeki bebeği” ilk kez gördüğünde sekiz
yaşındaydı. Bu hadise onu ilelebet değiştirecek, hayat
serüvenine bir sarmaşık gibi dolanacaktı.
Etraftaki hanelerin çoğundan farklı olarak, Nalbantoğullarının
evi dört yandan yemyeşil bahçeyle çevriliydi. Arka tarafta
epeyce zaman geçirirlerdi. Burada devamlı bir faaliyet vardı.
Güneşte kurusun diye iplere biber, patlıcan, bamyaları dizer;
kavanoz kavanoz salça yapar; Kurban Bayramı’nda kelle sakatat
pişirirlerdi. Döşeklerin içinden çıkardıkları yünleri yığar,
havalandırıp yıkar, sopalarla dövdükten sonra yeniden
doldururlardı. Arada sırada, atılan pamukların minik bir parçası
havada süzülürdü – vurulmuş bir güvercinden düşen bir tüy gibi.
Bahçeyi dış dünyadan bir tahta çit ayırırdı; parmaklığın
dikmelerinin arası o kadar açıktı ki, uzaktan bakınca eksik dişli
bir ağzı andırırdı. Peri bayılırdı komşu çocuklarla bahçede
oynamaya. En sevdiği ikinci şey de mahallece toplanıp, cümbür
cemaat halı yıkamaktı. Takriben altı ayda bir gerçekleşen bu
olay için nasıl da gün sayardı. Havanın iyi, halıların yeterince
kirli ve herkesin keyfinin yerinde olması gerekirdi.
İşte gene böyle bir gün, rulo yapılıp dışarı çıkarılan halı ve
kilimler, çimenlerin üstüne yan yana serilmişti. El dokumaları,
fabrika halıları derken, on ikiyi bulmuştu yıkanacakların sayısı.
Dilsiz Şair Sokağı’nın çocukları pek memnundu hallerinden.
Simetrik düğümler, desenler ve simgeler dünyasında kahkahalar
atarak sağa sola sıçrıyor, uçan halılar üstünde okyanuslar
aştıklarını hayal ediyorlardı.
Bu arada bir köşede, kapaksız bir dökme demir kazan ateşin
üstünde fokurduyordu usulca. İçinden tas tas alınan sular
61
halıların üstüne dökülüyordu. Daha sonra kilimler sabunlanacak,
fırçalanacak, ovalanacak, durulanacaktı. Tekrar tekrar. Bütün
kadınlar girişmezdi bu zahmetli işe. Mesela Peri’nin annesi
Selma fazla meşakkatli bulduğu için kenarda durup beklerdi.
Cesur ve hamarat olanlarsa çoktan şalvarlarının paçalarını
sıvamışlardı. Yanakları al al, saçları başörtülerinin altından çıkıp
dağılmış, çıplak ayaklarıyla halıları çiğniyorlardı.
O öğleden sonra saatler boyu çocuklar çamurdan kaleler
yaptılar; reçel sürülmüş kibrit kutularıyla sinek yakaladılar;
çekirdeklerini kurutup karpuz kemirdiler; çam iğnelerinden
çelenkler yaptılar; ya pek şişman ya da pek hamile bir sarman
kediyi kovaladılar. Derken yapacak şey kalmadı, sıkılmaya
başladılar... Halbuki halıların yalnızca üçte biri yıkanmıştı daha.
Tüm çocuklar daha sonra yine gelmek üzere teker teker evlerine
gittiler. Peri hariç. Burası onun bahçesi, onun yuvasıydı ne de
olsa. Kaldı bahçede, halı yıkayanların arasında.
Güzel bir gündü, hava güneşli ve ılıktı. Kadınlar dedikodu
yapıp gülüşüyor, türküler söylüyorlardı. Birisi açık saçık bir
şaka yaptı; Peri konuyu tam anlamasa da annesinin yüzünün
asılmasından muzır bir şey olduğunu çıkarmıştı.
Nihayet kadınlar öğle yemeğini bahçede yemeye karar
verdiler. Önceden hazırlanan yemekleri –lahana sarması,
peynirli börek, hıyar turşusu, kısır, ızgara köfte, un kurabiyesi–
dışarı taşıdılar. Kocaman bir sini koydular ortaya. Üzerine
dizdiler yiyecekleri, pideleri, cömert bir tanrının elinden çıkma
bulut topakları gibi beyaz ve köpüklü ayran bardaklarını.
Kurt gibi aç Peri hemen tabaktan bir parça börek kaptı. Daha
ilk ısırığını anca almışken korkunç bir çığlık koptu bir yerden.
Aceleden dikkatsizce hareket eden annesi Selma kaynayan
kazana çarpmış, şans eseri üstüne devirmeden kaçabilmişti. Ama
sol kolu dirsekten parmak uçlarına kadar yanmıştı. Bütün
kadınlar sofrayı unutup, Selma’nın yardımına koştular.
“Soğuk su dökün” dedi biri.
62
“Diş macunu! Yanığa en iyisi diş macunu.”
“Sirke, sirke! Aysel Teyzemin yanıklarını sirkeyle geçirdik
valla billa. Üstelik onunki daha fenaydı” dedi bir başkası.
Herkes bildiği şekilde Selma’ya yardım etmek için içeri
koşturunca Peri bahçede yalnız kaldı. Gün ışığı incecik bir şerit
halinde yüzüne vuruyor, yakınlarda bir böcek vızıldıyordu.
Yolun diğer tarafındaki incir ağacının altında duran tombul
kediyi gördü. Kısılmıştı gözleri. Çocuğun aklına birden
bahçeden çıkıp, hayvanı beslemek geldi. Bir tane köfte alıp,
çitin üstünden atladı. Bir çırpıda dışarı çıktı. Yolu geçti. Kediye
yaklaştı.
“Adın ne senin, küçük kız?”
Peri arkasına dönünce kırmızı-beyaz kareli bir gömlekle sanki
alındığı günden beri hiç yıkanmamış gibi görünen yıpranmış bir
kot pantolon giymiş genç bir adam gördü. Taktığı bere başından
kayıp düşecek gibi duruyordu. Peri yanıt vermedi, çünkü
yabancılarla konuşmaması gerektiğini biliyordu. Ama
uzaklaşmadı da. Bere ilgisini çekmişti. Abisinin odasındaki
posteri hatırlamıştı. Belki bu adam da abisi Umut gibi
devrimciydi. Doğruyu söylemezse adama bilgi vermiş
sayılmayacağına hükmetti.
“Adım Rosa” dedi.
“Hadi ya. Hiç Rosa isminde biriyle tanışmamıştım” dedi adam,
yüzünü güneşe doğru eğerek. “Demek kedileri seviyorsun,
aferin!”
Sesi alçak, boğuktu; Peri’ye pencere pervazında ıslak bir
pamuk içinde tuttuğu fasulye tanesini anımsattı nedense. Tıpkı o
fasulye gibi, yabancının sesi de saklanıyor, değişiyordu.
“Şu köşede bir anne kedi var” dedi adam aniden. “Beş yavru
doğurmuş, tüy yumağı her biri; nasıl tatlılar. Hepsinin gözleri
pembe.”
İlgilenmiyormuş gibi yaparak kediyi beslemeye devam etti
63
Peri. Kalan son köfte parçasını da yedirdi hayvana.
Adam bir adım yaklaştı; tütün, ter ve ıslak toprak kokuyordu.
Peri’yle göz hizasında olabilmek için çömeldi, gülümsedi.
“Yazık anneleri hepsini boğacak.”
Peri soluğunu tuttu. Aşağıda, sokak köpeklerinin gezindiği ve
bazen kurbanlık koyunların otladığı arazide, ne zaman yedi
sekiz santimden fazla yağmur yağsa içine lağım suyu karıştığı
için kimselerin kullanmadığı bir sarnıç vardı. Suyun üstünde
yüzen kedi cesetleri görmekten korkarcasına o yana doğru baktı
kaygıyla.
“Kedilerin huyu böyle” dedi adam iç geçirerek.
“Peki ama neden?” diye sormadan edemedi Peri.
“Pembe gözlerden hoşlanmazlar” diye yanıtladı adam. Kendi
gözleri açık kahverengiydi, altları çökmüştü ve zayıf yüzünde
birbirlerine fazlasıyla yakın duruyorlardı. “Tilki yavrusu
doğurduklarını zannedip öldürürler.”
Peri tilki yavrularının gözlerinin pembe olup olmadığını merak
etti; şayet öyleyse anne tilkiler ne düşünüyordu acaba bu
konuda? Kendi ailesinde yeşil gözlü bir o vardı, şimdiye dek
kimse bunu sorun etmemişti neyse ki.
Çocuğun kafasının karıştığını gören adam gülümseyerek
kedinin başını okşadı. “En iyisi ben gidip bir bakayım şu
yavrulara. Sen de gelmek ister misin?”
“Ben mi?”
Adam dudaklarını büzerek yanıt vermeden durdu bir süre.
“Yalnız çok narinler zavallıcıklar. Canlarını yakmamaya söz
veriyor musun?”
“Tabii, söz” dedi Peri çabucak.
Sokağın öbür ucunda bir pencere açıldı. Bir kadın rüzgâra
doğru bağırarak tehdit savurdu oğluna. Selim, Selim! Şayet iki
dakika içinde öğle yemeğine eve gelmezse bacaklarını kıracaktı.
Adam birden gerildi, sağına soluna bakındı. “Beraber
64
gitmeyelim, görmesinler” dedi. “Ben önden gideyim, sen
arkamdan gel.”
“Yavru kediler nerede?”
“Hemen şuracıkta, uzak değil.” Belirsiz bir yeri işaret ederek
adımlarını hızlandırdı yabancı. “Ama biz gene de arabayla
gidelim. Benim Vosvos hemen burada.”
Peri böylece hiç tanımadığı bu adamın ardı sıra yürümeye
başladı. Her ne kadar yaptığı şeyin doğruluğundan şüphe duysa
da, hayatında ilk defa kendi başına bir karar veriyordu.
Annesiyle babası karışmadan. Bir nevi özgürlük hissiydi tattığı.
Az sonra, adam omzunun üstünden Peri’ye kaçamak bir bakış
atarak köşeyi döndü ve gözden kayboldu. Tam Peri de aynısını
yapacakken bir şey –sezgiselden ziyade fiziksel bir şey–
durdurdu onu. Tuhaf bir boşluk hissiyle vücudu kaskatı kesildi.
Sanki üzerinden buz gibi bir yel esmişti, titredi. Ama onu en çok
şaşırtan şey, etrafını sarıp görüşünü bulandıran sis tabakasıydı –
bir manifaturacı dükkânında açılan kumaş topları gibi katman
katman serilen o grilik. Yakınlardaki ağaçların, çitlerin,
bitkilerin siluetlerini algılayabiliyordu ama onların ötesindeki
dünya görünmez olmuştu. Sis, bir an için onu allak bullak etmiş,
nereye ve ne amaçla gittiğini unutturmuştu çocuğa.
O külrengi bulutun içinde tuhaf bir şey gördü Peri. Bir bebekti
bu, iki üç yaşlarında bir oğlan; yuvarlak yüzünde saf bir ifade ve
bir yanağında boynuna dek inen mor bir leke vardı. Sanki az
evvel mama yemiş de birazını kusmuş gibi hafif ıslaktı ağzının
kenarı.
Hayretler içinde bebeğe bakakaldı Peri. Tanımadığı bir adamın
peşine düşmekten vazgeçti. Gördüğü şey çok daha ilginçti.
“Peri, neredesin?” Annesinin endişe yüklü sesi vişne renkli
evden yükseldi.
Yanıt veremedi hemen Peri. Gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırarak
sisin içindeki bebeğe bakarken yüreği ağzına geldi.
65
“Peri! Cevap ver bana!” diye bağırdı Selma.
Sanki sesi tanımış gibi yüzünü buruşturdu sisin içindeki bebek.
Grilik erimeye başladı. Bebeğin kendisi de, silinen bir resim gibi
yavaş yavaş dağılıp gidiyordu.
“Buradayım annecim” dedi Peri, nihayet konuşabildiğinde.
Geriye dönüp hızla evine koştu.
Daha sonra, mahallede bir yerlerde yeni doğmuş kedi yavruları
var mı diye sordu soruşturdu. Kimsenin haberi yoktu. Anladı ki,
yalan söylemişti adam ona. Anladı ki, büyük bir belanın
eşiğinden dönmüştü.
Gazetelerde bir haber olmaktan kıl payı kurtulduğunu zamanla
idrak edecekti Peri. Haberde muhtemelen adı yazılmayacak,
sadece baş harfleriyle N. N. olarak geçecekti; fotoğrafında
gözlerinin üzerine siyah bir bant konacaktı. İstanbul’da bir
mafya liderine yapılan kanlı saldırı ya da Güneydoğu’da bir sınır
kentinde yaşanan çatışma veya Henry Miller’ın Yengeç
Dönencesi’ni yasaklayan mahkeme kararı haberlerinin arasında
yerini alacaktı. Hikâyesinin kan dondurucu ayrıntılarını bütün
memleket okuyacak, başlarını iki yana sallayıp cıkcıklayarak
“şeytan kulağına kurşun” diye tahtaya vuracak, bu musibeti
kendilerine değil, başkasına verdiği için Allah’a
şükredeceklerdi.
Peri son anda kurtulmuştu tacize uğramaktan. Bu memlekette
daha kaç kadın, kaç insan böyle ramak kala dönmüştü
felaketlerin eşiğinden – ya da dönememişti işte. Kurtarıcısına
“sisin içindeki bebek” adını verdi. Nereden çıkıp geldiğini
anlamaya ne aklı yettiği ne de gönlü olduğu için konuyu öylece
kapattı. Ama aynı hayal –eğer hayalse tabii– hayatı boyunca
beklenmedik aralıklarla karşısına çıkmaya devam etti. Sadece
tehlikede olduğu anlarda değil, normal zamanlarda da bebeğin
belirdiği oluyordu. İçeride ya da dışarıda, gece ya da gündüz
fark etmiyor, sis tabakası herhangi bir yerde çökebiliyordu.
Sanki Peri’ye aslında ne kadar yalnız olduğunu kabul ettirmek
66
istermiş gibi dört bir yanını sarmalıyordu.
Yıllar sonra, on dokuz yaşında, Oxford Üniversitesi’ne doğru
ilk kez yola çıktığında bavulunda taşıyacaktı bu sırrı.
İngiltere’ye Avrupa dışından et ya da süt ürünleri sokmak
yasaktı ama çocukluk korkularını ve kimsenin bilmediği hayal
ve travmalarını yanında götüremeyeceğini söyleyen olmamıştı.
67
Üfürükçü
İstanbul, 1980’ler
Bir akşamüzeri Peri cesaretini topladı; sırrını kendini en yakın
hissettiği kişiye ifşa etmeye kalktı.
“Nasıl yani? Hayal mi görüyorsun?” diye sordu Mensur;
elinde dolmakalem, kucağında çözmekte olduğu kare bulmaca
vardı. Senelerdir hep aynı gazeteyi okurdu.
“Hayal filan değil baba” dedi Peri sıkıntıyla. “Tam olarak ne
olduğunu ben de bilmiyorum. Hep aynı bebeği görüyorum.”
“Peki tam olarak nerede duruyor bu bebek?”
Peri’nin yanakları kızardı. “Havada, sanki uçuyor.”
Mensur bir an için bir şey demedi. Yüz ifadesini okumak
neredeyse imkânsızdı. “Sen benim akıllı kızımsın” dedi nihayet
ağzını açtığında. “Annen gibi mi olmak istiyorsun yoksa?
Söylencelerle, batıl inançlarla mı dolduracaksın o güzel kafanı?
Öyleyse hiç durma. Ama ben senden daha iyisini beklerdim.”
“Özür dilerim” dedi Peri; babasını düş kırıklığına uğrattığı için
üzgündü.
Utanarak hak verdi babasına. Ne de olsa sisin içindeki bebeğe
elleriyle dokunmamıştı. Gerçi gözleriyle görmüştü –ve sonraları
sesini de duyacaktı– ama hadisenin tuhaflığından dolayı doğrusu
duyularına güvenemiyordu. Velhasıl babasının altın kuralı
gereğince, “sisin içindeki bebek” diye bir şey yoktu. Bunların
hepsi saçmalıktı. Peri’nin kafasının içindeydi. Uydurmacaydı.
“Medeni dünya temelsiz inançlar üstüne kurulmadı Pericim.
Bilim, akıl ve teknoloji üstüne kuruldu. Sen ve ben bu uygar
dünyaya aitiz.”
“Biliyorum baba.”
“O halde kapat artık bu konuyu. Aman, annene söz etme
68
bundan.”
Ama kaçınılmazdı işte. Babasının bunca sevdiği fen
bilimlerinin kendine has evrensel kuralları varsa, insan
psikolojisinin de birtakım kuralları vardı. Birine “Aman, sakın
kırkıncı kapıyı açma” yahut “Asla o sandığın içine bakma”
denirse, o kapı illaki açılacak, o sandığa illaki bakılacak
demekti. Gerçi hakkını vermek gerekirse, sözünü tutabildiği
kadar tuttu Peri. Fakat sisin içindeki bebek bir daha belirince,
korktu; bu kez doğruca annesine koştu.
“Ah evladım, neden daha önce anlatmadın?” dedi Selma; alnı
kaygıyla kırışmıştı.
Peri yutkundu. “Babama anlattım.”
“Baban mı? O ne anlar ki?” Selma göğe doğru devirdi
gözlerini. “Bak şimdi, iyi saatte olsunlara benziyor bu. Cin
taifesi muammadır. Bazıları iyi, bazıları fenadır. Kuran cinlere
karşı bizi uyarır. Bir insanı ele geçirmek için yapmayacakları
şey yoktur; bilhassa biz kadınlara musallat olurlar. Bizim daha
dikkatli olmamız lazım.”
Selma’nın anlattığına göre dumansız ateşten mamul bu
yaratıklar, daha Âdem’le Havva cennet bahçesinden atılmadan
çok evvel gelmişlerdi buralara; yani tarihsel açıdan konuşmak
gerekirse, şu fani dünya aslında cinlere aitti. İnsanlardı sonradan
damlayan davetsiz misafirler. Cinler uzaklarda –sarp dağlarda,
dipsiz mağaralarda, çorak tarlalarda– yaşarlardı ama sık sık
şehirlere iner, leş kokulu tuvaletlerde, loş kilerlerde, karanlık
mahzenlerde takılırlardı. Ortalıkta istedikleri gibi dolaştıkları
için dikkatli olmak gerekiyordu, çünkü insan kazara bir cine
bassa, oracıkta felç olup kalırdı maazallah.
Selma öne eğildi ve Peri’nin saçlarını okşadı. Bu basit ve
sevecen hareket karşısında gülümsedi Peri. “Ne yapmam
gerek?” diye sordu kaygıyla.
“Birincisi, bir daha benden bir şey saklama. Allah bütün sırları
görür. Ana babalar da Yaradan’ın dünyadaki gözleri, kulakları
69
sayılır. Annelere yalan söylenmez!”
Peri yutkundu.
Ertesi sabah ikisi beraber, cin çarpmalarını ve kem büyüleri
bozmasıyla nam salmış bir hocaya gittiler. Düşük gözkapakları,
koyu renk bıyığıyla, kısa boylu, göbekli bir adamdı hoca.
Elinde, ağır ağır çektiği kehribar bir tespih vardı. Geniş kafası
vücudunun geri kalanıyla biraz orantısızdı; sanki son anda
hatırlanıp aceleyle yerine konuvermiş gibi duruyordu; en üste
kadar iliklediği gömleğinin yakası öyle dardı ki boynunu
yutuvermişti.
Adam, Peri’ye pek çok soru sordu yemek yeme, oyun oynama,
ders çalışma, uyku ve tuvalet alışkanlıkları hakkında. Delici
bakışları altında bir huzursuzluk hissi geldi Peri’ye ama
sandalyesinde kıpırdamadan oturup elinden geldiğince dürüstçe
yanıtlamaya çalıştı. Hoca ona son zamanlarda hiç örümcek ya da
tırtıl ya da kertenkele ya da hamamböceği ya da çekirge ya da
eşekarısı ya da karınca öldürüp öldürmediğini sordu. Bu
sonuncusunda biraz tereddüt etti Peri; kim bilir, belki de
bilmeden basmış olabilirdi bir karıncaya. Hoca cin milletinin
sağının solunun belli olmadığını, kâh hayvan kâh böcek şekline
bürünebildiklerini, kim Allah’ın adını anmadan kazara
bunlardan birine değse, oracıkta çarpılmasının işten bile
olmadığını anlattı.
Bunu söyledikten sonra Selma’ya döndü üfürükçü. “Bu çocuğa
Fatiha okumadan evden çıkmamayı belletseydin, bunlar olmazdı
hanım! Bak, benim beş evladım var, birinin bile yanına cin
yanaşmamıştır daha. Neden? Basit; kendilerini nasıl
koruyacaklarını biliyorlar da ondan. Sen bu kıza hiçbir şey
öğretmedin mi bacım?”
Selma kıpkırmızı oldu. “Uğraşıyorum efendim ama beni
dinlemiyor ki. Hep babasının yüzünden.”
“Peki ne olacak şimdi?” diye araya girdi Peri.
Adam yanıt vermek yerine, Peri’yi omuzlarından tutup yüzüne
70
doğru eğildi, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre boyunca
öylece durdu ve sonra aniden bağırmaya başladı. “Bana bak,
adın her ne ise, bulur çıkarırım. Derhal terk et bu masumu.
Başka birini bul! Yoksa seni bin pişman ederim!”
Peri korkudan titreyerek gözlerini sımsıkı kapattı. Omuzlarını
tutan parmaklar gevşedi. Cin çıksın diye beklediler. Hiçbir şey
olmadı.
Hoca, bir yandan şeytan kaçıracak dualar okuyarak Peri’nin
başına gül suyu serpti. Sonra üstlerinde Arapça bir şeyler yazan
minik kâğıtlar yutturdu çocuğa; Peri’nin dili mürekkepten öyle
parlak bir maviye boyandı ki, sonrasında günlerce ışıldayacaktı.
Yine hiçbir şey olmadı. O gece, hocanın talimatları ve annesinin
ısrarlarıyla Peri, bir sokak lambasının soluk ışığı altında
saatlerce yapayalnız oturdu. En ufak çıtırtıda havaya sıçrayarak.
Ertesi gün sokak köpeği sürülerini kovalamaya yolladılar
çocuğu. Ama köpekler onu kovaladı asıl.
“Ey cin, sana son bir şans veriyorum” dedi hoca, ikinci kez
ziyaretine gittiklerinde. Elinde bir kızılcık sopası vardı. “Ya
kendin tıpış tıpış çıkarsın ya da fena döverim bak!”
Daha Peri bu sözlerin anlamını idrak edemeden, adam sırtına
bir darbe indirdi. Bir çığlık kopardı çocuk.
Selma’nın beti benzi attı. “Şart mı bu?”
“Başka yolu kalmadı” dedi üfürükçü. “Korkutmak gerek,
yoksa nasıl çıkacak?”
“Buna... izin veremem” dedi Selma; dudakları gerilip incecik
olmuştu. Hocaya ne kadar hürmet etse de kızının canını
yakmasına onay vermesi mümkün değildi. “Biz müsaade
isteyelim.”
Anne kız panik halde alelacele çıktılar evden, ama tabii önce
Selma’nın adama yüklü bir ödeme yapması gerekti.
“Merak etme, düzeldim” dedi Peri, otobüs durağına
vardıklarında. Annesinin elini tutup sıktı. “Sanırım cinim çıktı
71
gitti bile.”
“İnşallah öyledir evladım” diyerek kızının alnına bir öpücük
kondurdu Selma. “Ama her an geri gelebilir. Gelirse bana
muhakkak anlatmalısın. Cin taifesi intikamcıdır.”
“Tamam, söylerim.”
Ama söylemeyecekti. O günden sonra defalarca görecekti Peri
sisin içindeki bebeği. Kimseyle paylaşmayacaktı. Annesi fazla
hurafeci, katı dindar; babası fazla akılcı, katı materyalistti.
Selma her türlü sıra dışı deneyimi, hatta normalin biraz dışında
olanları bile hemen İslami vecibelere yorarken, Mensur hepsine
“Saçma sapan, zırvalık” deyip geçiyordu. Peri ise kendi adına
başka bir yol arıyordu.
Baktı ki pek seçeneği yok, bu sırrı kendine saklaması
gerektiğine ikna oldu. Rahatsız edici olsa da hayatın nice
tuhaflıklarından biri olarak kabullendi bu olayı, tıpkı boğazına
takılıp kalan bir kılçığı kabullenir gibi; ne yutabiliyor ne
tükürebiliyordu, o halde onunla yaşamayı öğrenmekten başka
çare yoktu. Böylece sisin içindeki bebek –ister bir cin, ister deli
saçması, ister hayal ürünü olsun– çözülmemiş bir bulmaca
olarak aklının kuytu köşelerine yerleşip kaldı.
Yıllar sonra, Oxford Üniversitesi’ne doğru yola çıkmadan
önce, güncesine şöyle yazacaktı: Ben ne annem gibi dindarım,
ne babam gibi kâinatın, beş duyumla kavradığım şeylerden
ibaret olduğuna kaniyim. Öyleyse ben neredeyim? Ne mutlak
dindarlığa, ne de mutlak akılcılığa dahil olmak isteyenler için
bir başka yaklaşım, yeni bir varoluş şekli yok mu acaba? Bir
üçüncü yol mesela? Kim bilir?
72
Akvaryum
İstanbul, 2016
Anne kız yalıya ulaştıklarında saat dokuza çeyrek vardı.
Ferforje balkonlar, beyaz mermer merdivenler, mozaik havuzlar,
en yeni teknoloji güvenlik kameraları, otomatik bahçe kapıları,
dikenli telli çitler... Malikâne evden ziyade korunaklı bir adayı
andırıyordu; şehirden kendini soyutlamış, surlarla çevrili bir
saraydı adeta. Dilenciler, satıcılar, hırsızlar, istenmeyen şahıslar
eşiğinden geçemesin diye her türlü güvenlik önlemi alınmıştı.
Peri yaralı sağ elini göğsüne bastırmış, direksiyonu sol eliyle
tutuyordu. Yolda bir eczanede durup, kır bıyıklı, orta yaşlı
eczacıya pansuman yaptırmışlardı. Peri burada yüzünü yıkamış,
üstüne başına olabildiğine çekidüzen vermişti. Adam kesiğin
nasıl gerçekleştiğini sorduğunda Peri “Sebze doğrarken”
deyivermişti çabucak. “İnsan yemek yaparken acele edince
oluyor böyle şeyler.”
Eczacı gülmüştü. İstanbul eczacıları kaçın kurasıydı;
deneyimli, güngörmüş, bilge insanlardı. Ne tek bir yalanı
kaçırır, ne rahatsız edici gerçekleri kurcalarlardı. Müşterileri ya
da pezevenkleri tarafından tartaklanan fahişeler, kocaları
tarafından dövülen kadınlar, trafikte başka sürücülerden yumruk
yiyenler ve ezcümle hırpalananlar, eczanelere girip yardım
isteyebilirlerdi, çünkü anlattıkları hikâyelere inanan çıkmasa da
en azından sıkıştırılmayacaklarını, rencide edilmeyeceklerini
bilirlerdi.
Bandajı kontrol eden Peri gazlı bezden sızan kızıllığı görünce
yüzünü buruşturdu. Yanıtlaması zor sorularla karşılaşmamak
için içeriye girmeden evvel bandajı çıkarmayı düşündüyse de
enfeksiyon riski, fikrini değiştirmeye yetti.
Bahçe kapısına geldiklerinde, koyu takım elbiseli, yoğun tıraş
73
kolonyası kokan izbandut gibi bir görevli belirdi yanlarında.
Adam arabalarını park ederken Peri’yle Deniz sarmaşık kaplı
kafeslerle çevrili bakımlı bahçeden geçtiler. Hafif bir esinti
çınarların yapraklarını hışırdatıyordu.
“Korkuttum seni, affedersin” dedi Peri, sessizliği bozarak.
Sanki kırılacağından korkarcasına, sırça bir öfkeye değercesine
dokundu kızına.
“Korktum tabii” dedi Deniz. “Başını ciddi derde sokabilirdin!
Öldürülebilirdin ya!”
Haklıydı tabii. O ara sokakta berduş pekâlâ öldürebilirdi
Peri’yi. Ama Deniz’in bilmediği şey, bunun tersinin de doğru
olduğuydu. Peri de berduşu öldürebilirdi.
“Haklısın canım, bir daha böyle bir şey yapmam inan ki. Sonra
konuşalım ama olur mu?” dedi Peri, evin merdivenlerine
ulaştıklarında. “Yalnız, babana bir şey söyleme; boş yere
endişelenmesin.”
Deniz bir an duraksadı. Başını iki yana salladı. “Valla söz
veremem. Babamın da bilmeye hakkı var.”
Tam Peri bir şey söyleyecekken çiçek ve yaprak oymalarla
süslü devasa meşe kapı içeriden açıldı. Siyah etek, şifon beyaz
bluz giymiş bir hizmetçi girişte durup gülümsedi. İçeride
süregiden ziyafetin sesleri, kokuları yükseldi arkasından.
“Hoş geldiniz. Buyurun lütfen” dedi hizmetçi.
Belirgin bir aksanı vardı kadının; Moldovalı, Gürcü ya da
Ukraynalıydı muhtemelen; çocukları, anneanneler yahut
komşular elinde büyürken ve kocaları her ay yolladıkları
maaşların yolunu gözlerken, kendileri İstanbul hanelerinde
çalışan nice yabancı kadın emekçiden biriydi.
İçeri girdikleri anda, kocasının, endişeli bir ifadeyle,
konukların arasından sıyrılarak onlara doğru geldiğini gördü
Peri. Dar kesimli, kızıl-kahve ceketi, tiril tiril beyaz gömleği,
mavi-kahverengi kravatı, ayna gibi cilalanmış ayakkabılarıyla
74
belli ki özenmişti görünüşüne Adnan. Mütevazı bir aileden
gelip, kendi kendini yetiştirmiş, emlak sektöründe çalışarak
adım adım yükselmişti. Başarısını Yüce Allah’tan başka
kimseye borçlu olmadığını söylerdi. Peri her ne kadar kocasının
zekâsına ve çalışkanlığına saygı duysa da, Yaradan’ın neden onu
başkalarına yeğlemiş olabileceğinden çok da emin değildi.
Adnan, Peri’den on altı yaş büyüktü. Lakin bu yaş farkı, kocası
sinirlenip alnındaki çizgiler derinleştiği zamanlarda daha da
belirginleşirdi; tıpkı şimdi olduğu gibi.
“Nerede kaldınız? Elli kere aradım seni! Üstüne ne oldu?”
“Telefonumu kaybettim, arayamadım” dedi Peri elinden
geldiğince sakin bir sesle. “Sonra konuşsak olur mu?”
“Neden geç kaldık biliyor musun baba?” diyerek araya girdi
Deniz. “Annem sokaklarda hırsız kovalamaya kalktı da ondan!”
“Ne?”
Deniz gözünün önüne düşen bir tutam saçı geriye itti. Hatları
babasını andırıyordu; uzun, kemerli burnunu ve özgüvenini
ondan almıştı. “Bana inanmazsan kendisine sor” dedi. Yetişkin
konukların arasında sıkılmış görünen, aşağı yukarı kendi yaşıtı
bir kıza doğru yürüyüp gitti.
Adnan Peri’ye baktı merakla, kaygıyla. Ne var ki açıklama
yapacak zaman yoktu. Yalının sahibi, meşhur bir gazeteciyle
konuşmasını yarıda kesmiş, onlara doğru geliyordu. Geniş
omuzlu, tıknaz yapılı, kel bir adamdı; cildi alkole düşkün
olanlara mahsus bir pembelikteydi. Her santimi en son yaşlanma
karşıtı uygulamalara maruz kalmış yüzünde tek bir kırışık yoktu.
Gülümsediğinde hatları milim kıpırdamıyor, sadece
dudaklarının köşeleri belli belirsiz seğiriyordu.
“Nihayet gelebildin!” dedi ev sahibi işadamı. Muzipçe
ışıldayan mavi gözleri Peri’yi şöyle bir süzdü. “Ne oldu eline?
Yoksa birileri seni kaçırmaya mı kalktı? Eh, suç senin. Bu kadar
güzel olmasaydın!”
Şakayı itici bulduğu halde gülümsedi Peri. Hem elinin hem
75
elbisesinin halinden dolayı bir açıklama yapma gereği duydu.
“Yolda ufak bir kaza atlattık da.”
Adnan’ın kaşları endişeyle çatıldı. “Kaza mı?”
“Önemli bir şey değil canım” derken kocasının dirseğine
dokundu Peri – daha fazla soru sormaması için bir işaret.
İşadamına dönerek, “Ne kadar şahane bir eviniz var” dedi
nazikçe.
“Ev güzel de maalesef nazara geldik! Bir musibeti
atlatamadan, diğeri bastırıyor. Önce borularımız patladı. Zemin
katı su bastı ta dizlerimize kadar. Sonra yıldırım düştü, çatımıza
ağaç devrildi, düşünebiliyor musun? Hepsi şu birkaç ay içinde!”
“Nazar boncuğu asın bir yerlere” dedi Adnan.
“Valla hem de kaç nazar boncuğu astık. Bir işe yaramadı. Ama
şimdi daha iyisini yaptık. Bu akşam bir medyum davet ettik!”
“Aa, sahi mi?” diye sordu Peri; konuyla ilgilendiğinden değil,
bir şey söylemesi gerektiğini fark ettiğinden. Son zamanlarda
toplumda medyum ve falcı merakı iyice artmış gibi geliyordu
Peri’ye. İstikrardan ziyade belirsizliğin kaide olduğu bir ülkede,
kehanet ve tahminlere düşkünlük tesadüf değildi belki de.
Sadece kadınlar değil, erkekler de ilgiliydi kâhinlerle, her ne
kadar belli etmemeye çalışsalar da. Kronik politik gerginlik
ortamında ve kurumsal şeffaflık yoksunluğunda, kristal
kürelerine bakıp kehanette bulunan bu kişiler –ister gerçek, ister
sahte olsunlar– muğlaklığı netliğe çeviriyorlardı, tıpkı
simyacılar gibi. Bir nevi sosyal ihtiyacı karşılıyorlardı.
“Herif müthişmiş, herkes öyle diyor” diye devam etti işadamı.
“Cinlerle sohbet ediyormuş. Sade sohbet değil ha! O ne
emrederse yapıyorlarmış keratalar. Cin tayfasından karıları
varmış. Koca bir harem, keyfe bak!” Bunu söylerken alaycı bir
sesle güldü ama Peri’nin katılmadığını fark edince toparladı
kendini. Gözlerini ona dikti. “Ne oldu? Sen de buraya gelirken
hayalet görmüş gibi duruyorsun.”
“Ben mi?” dedi Peri, sesinde hafif bir titremeyle. Sisin
76
içindeki bebek zihninde dolaştı.
Neyse ki işadamının kendi sesinden başka bir şey dinlemeye
niyeti yoktu. “Hisse senedi almadan önce bu medyuma danışan
borsa simsarları tanıyorum. Delice, değil mi? Medyumlar ve
hisse senedi piyasaları.” Kahkaha attı. “Karımın başının altından
çıktı bu fikir. Zavallının suçu yok ama, kafayı yedi gemi
kazasından sonra!”
Bütün gazeteler yazmıştı olayı. Yaklaşık dört hafta önce, yüz
iki metre uzunluğunda, Sierra Leone bandıralı bir kuru yük
gemisi yalıya çarparak karaya oturmuştu. Deniz duvarını ve
güney cephesindeki balkonu yıkmıştı. Oysa nasıl da eskiydi bu
balkon, tarihi mirastı! Osmanlı İmparatorluğu’nun son
yüzyılından kalmaydı.
Kayser İkinci Wilhelm, İstanbul’u meşhur ziyaretinde, işte tam
da bu balkonda oturmuş; Alman kültürüne ve askeri gücüne olan
hayranlığı ve iktidar hırsıyla bilinen bir Osmanlı paşasıyla
karşılıklı çay içmişti. Aynı paşa, daha sonra Kayser’in aslında
Müslüman olduğu söylentisini yayacaktı. Hacı Wilhelm! İddiaya
göre Kayser doğar doğmaz kulağına Fatiha Suresi okunmuştu.
İslam âleminin dostu ve sarsılmaz savunucusuydu. Her gün
odasında gizlice namaz kılardı. Tüm bu dedikodular, safsatalar
bilerek çıkarılmıştı elbette. Osmanlı İmparatorluğu’nun
Almanya’nın yanında savaşa girmesi için elverişli bir zemin
yaratmak uğruna.
Daha neler neler yaşamıştı bu balkon tarih boyunca. Mesela
Bolşevik Devrimi’nden sonra İstanbul’a kaçan bir Beyaz Rus
dansçıya gönlünü kaptıran genç bir Türk mirasyedi, sevgilisini
ailesine kabul ettirme gayretleri sonuç vermeyince, tabancayı
başına dayayıp burada intihar etmişti. Adamın beyninden geçip
kafatasını parçaladıktan sonra sol kulağının arkasından çıkan
kurşun duvardaki bir çatlağın içine saplanmış, onlarca yıl fark
edilmeden orada kalmıştı.
Uzun geçmişi boyunca kahramanların çıkış ve düşüşlerine,
77
imparatorlukların yükseliş ve çöküşlerine, haritaların genişleyip
daralışına, en büyük hırsların toz olup gidişine tanıklık etmişti
bu yalı. Ama daha önce hiç gemi çarpmamıştı. Geminin pruvası
duvarı yararak evin içine girmiş, orijinal bir Fahrünnisa Zeyd
tablosunu delmiş, tam Murano avizeye çarpmak üzereyken
mucizevi bir şekilde durmuştu. Şimdi, o günün anısına, avizede
bir minyatür oyuncak gemi asılıydı; ev sahiplerine olayı tekrar
tekrar anlatma fırsatı vermek için.
“Demek geldin şekerim! Bu akşam seni göremeyeceğiz diye
korkmaya başlamıştık” diye haykırdı bir ses arkalarından.
İşadamının karısıydı bu. Aşçıya emirler yağdırıp mutfaktan
çıktığı sırada görmüştü Peri’yi. Tasarımcı elinden çıkmış,
yüksek yakalı, sırtı açık, bele sımsıkı oturan, zümrüt yeşili bir
elbise vardı üzerinde. Parmağında aynı renk bir yüzük
ışıldıyordu, taşı kırlangıç yumurtası büyüklüğünde. Dudakları
parlak kırmızıya boyanmıştı; saçıysa öyle sıkı bir topuzla
toplanmıştı ki gerilen yüzü darbukaya geçirilmiş keçi derisini
hatırlattı Peri’ye.
“Trafik...” dedi Peri ev sahibesini iki yanağından öperken.
Ne de olsa bir randevuya ne kadar geç kalırsanız kalın,
affedilmenizi sağlayan tek sözcüktü bu İstanbul lügatinde.
Herkes trafikten mustarip olduğundan kimse böyle bir gerekçeyi
sorgulamazdı. Ev sahiplerinin yüzlerine dikkatle bakan Peri
mazeretinin işe yaradığını görerek rahatladı. Ancak kocası ikna
olmamıştı. Onunla ayrıca konuşması gerekecekti.
“Dert etme, bilmez miyiz?” dedi ev sahibesi. Bir yandan da
Peri’nin üstünü başını inceledi. Ne giymiş, ne kadar para
harcamış, ayakkabısı nasıl, çantası ne marka? Elbisesindeki her
bir yırtık ve lekeyi anında tespit etti tabii.
“Kusura bakmayın, üzerimi değiştirecek zaman yoktu” dedi
Peri. İnceleyici bakışlar altında kendini çırılçıplak hissetti. Ama
bir yandan da tuhaf bir özgürlüğün tadına vardı. Bundan sonra
bütün davetlere yırtık pırtık kıyafetlerle gelebilirdi. Sırf şıkıdım
78
hatunları şok etmek için!
“Boş ver, lafı mı olur, biz bizeyiz şurada” dedi ev sahibesi, her
ne kadar yüz ifadesi onu yalanlasa da. “Benim elbiselerimden
birini ödünç almak ister misin?”
Peri başını iki yana salladı. Olur da, yanlışlıkla bir şey filan
dökerdi kadının pahalı kıyafetlerine. “Diken üstünde
oturmaktansa, kendi pasaklı halim yeğdir” diye düşündü. “Hiç
gerek yok, sağ ol, çok naziksin.”
“O halde gel bir şeyler ye; açlıktan ölmüş olmalısın” dedi
kadın.
“İçecek ne vereyim sana? Kırmızı? Beyaz?” diye sordu
işadamı.
“Önce lavaboya uğramam gerek” dedi Peri. Nefes almaya
ihtiyacı vardı.
Bir hizmetçinin peşi sıra yalının derinliklerine doğru ilerlerken
kocasının bakışlarını sırtında hissetti. Anlattıklarının hiçbirine
inanmamıştı Adnan, merak ve kuşku içindeydi.
* * *
Tuvalete girip kapıyı kilitledi Peri, klozet kapağını kapatıp
üstüne oturdu. Derin bir soluk alarak parmak uçlarıyla şakağını
ovaladı; yorgunluğu birden üzerine çökmüştü. Dışarı çıkıp bütün
o insanlarla yüz yüze gelmeye ne takati ne niyeti vardı. Keşke şu
tuvalet penceresinden sıvışıp kaçabilseydi.
Bandajı dikkatle açtı. Bıçak bir uçtan bir uca yarmıştı
avucunu; fazla derin bir kesik değildi, dikiş gerekmemişti. Ama
yine de en ufak harekette acıyor, yeniden kanamaya başlıyordu.
Şimdi, kalbinin her atışıyla yara zonkluyordu. Olanların
ciddiyetini ancak kavrayabiliyordu. Ağzı kum gibi kupkuruydu.
Elini yeniden sardı.
Yüzünü yıkamak için ayağa kalktı. Tam o esnada öyle bir şey
gördü ki gözleri hayretle büyüdü. Karşısında devasa bir
akvaryum vardı; lavabo ve musluklar bunun üzerine
79
yerleştirilmişti. Camın arkasında düzinelerce egzotik balık
yüzüyordu. Hepsi ya sarı ya kırmızıydı – işadamının tuttuğu
futbol takımının renkleri. Adamın tutkulu bir Galatasaray
taraftarı olduğunu, stadyumda özel locası bulunduğunu, her
fırsatta oyuncularla beraber fotoğraf çektirmeyi sevdiğini
bilmeyen yoktu. Yakın gelecekte kulübün başkanı olmaya
niyetliydi; perde arkasından epeyce manevra yapıyordu bu
uğurda.
Peri, korunaklı yapay evrenlerinde gezinen balıkları seyretti.
Lavabonun her iki yanına konmuş kakmalı gümüşten hamam
taslarının içinde kusursuzca kolalanıp gene kusursuzca rulo
yapılmış el havluları duruyordu. Yerde, dört bir yanda, yanan
mumlar vardı. Tatlı, şerbetsi bir rayiha geldi burnuna. Alttan alta
aldığı keskin deterjan kokusu ise nedense berduşu çağrıştırdı.
Birdenbire, beklenmedik delice bir şey yapmak geldi içinden.
Arasa, bu fiyakalı evin bir yerlerinde bir çekiç bulabilirdi
herhalde. Şu akvaryumu paramparça eder, cam parçaları sağa
sola dağılırken balıkların mermer zeminde kayıp gitmelerini
seyrederdi. Kuyruklarını sallayıp, açık ağızlarıyla soluk almaya
çalışarak, kaçmanın heyecanı içinde uzaklaşırlardı balıklar;
koridor boyunca ilerleyip, avizeden dökülen ışığı pullarında
yansıtarak, konukların ayakları arasından geçerlerdi; arka
kapıdan dışarı süzülür, verandanın bir ucundan diğerine geçer ve
tam artık ölmek üzere oldukları anda denize ulaşır, maviliklere
atlayıverirlerdi. Ve orada, hep aynı sularda kalıp sıkılmış, hiç
değişmemiş eski dost ve akrabalarını bulurlardı.
Yeni gelenler, diğer balıklara denizin üzerindeki o muhteşem
yalıda yaşamanın, akşama ne yiyeceğim kaygısı taşımama
karşılığında özgürlükten vazgeçmenin nasıl bir şey olduğunu
anlatırlardı. Çok geçmeden, kaçak balıklar büyük balıklara yem
olurlardı, zira konforlu ortamda yaşamaya alışmış olanların
tehlikeli sularda hayatta kalması zordu. Yine de, özgürlüklerinin
bir dakikasını bile akvaryumda geçirdikleri yıllara
değişmezlerdi.
80
Ah keşke bir çekiç bulabilseydi... Bulup da yıkabilseydi şu
yapay evreni.
Bazen kendi zihninden korkuyordu doğrusu.
Düşündüklerinden. Yapabileceklerinden...
81
Boşluk
İstanbul, 1990’lar
Umut’un hapse girmesi, Nalbantoğlu ailesinde karanlığa
tutulan bir fener etkisi yarattı; hem kendilerinden hem etraftan
sakladıkları tüm zaaf ve kusurları ortaya çıkardı. Hayatlarının
orta yerinde devasa bir boşluk açılmıştı. Bu boşluğu her biri
başka türlü doldurmaya çalıştı. Mensur daha fazla içmeye
başladı; öyle pat diye artırmadı miktarını, damla damla. Şarkılar
türküler ya da siyasi tartışmalar eşliğinde arkadaşlarıyla birkaç
duble yuvarlayan o çakırkeyif adam gitmişti. Ekseriya masada
tek başına olmak istiyordu. Demlenirken tek yoldaşı sessizlikti
artık. Öylesine derin ve içtendi ki üzüntüsü, dokunmaya bile
kıyamıyordu Peri babasına. Bilemiyordu ki ne yapsın onu
neşelendirmek için.
Mensur’un bedeni dayanabildiği kadar dayandı bu tempoya,
dışa vurmadı yıpranmışlığını; soluk semada beliren hilaller gibi
gözlerinin altına çöken yarım daireler hariç. Derken teklemeye
başladı sağlığı. Sabahları ter içinde ve her yeri ağrıyarak, sanki
uykusunda taş taşımış gibi yorgun kalkmaya başladı yataktan.
Bazen kafası karışıyor, sözlerini unutuyordu. Ya herkesten uzak
durup sessizliğe gömülerek bedenini işgal eden titremeleri
saklamaya çalışıyor ya da haddinden fazla konuşarak sözcükleri
savunma aracı olarak kullanıyordu. Artık çalışacak halde
olmadığı anlaşılınca bağlı bulunduğu işyeri onu erkenden
emekliye ayırdı. Böylece evde daha çok zaman geçirir oldu. Bu
değişiklik, karısıyla küçük oğlu Hakan’ın hiç hoşuna gitmedi.
Aynı anda iki cephede birden dövüşerek imkânlarını zorlayan
eski bir imparatorluğu andırıyordu Mensur: Doğu cephesinde
süregiden karısıyla savaşı; Batı cephesinde oğluyla yeni
başlayan cenk hali. Her iki sınırda da yeniliyordu.
Baba oğul durmaksızın, şiddetle kavga ediyorlardı; evin içinde
82
erkek sesleri birbirine karışıyor, kahvaltı sofrası suçlamalara
sahne oluyordu. Kırıcı kelimeler yükseliyordu masadan, dinamit
patlamasından sonra yüzeye çıkan ölü balık sürüleri gibi.
Dışarıdan bakınca ufacık meselelerdi kavgalara sebep: Sen çayı
höpürdettin, vay niye zevksiz bir gömlek giydin... Ne var ki altta
yatan sürtüşme çok daha derindi.
Selma istisnasız her seferinde oğlundan yana çıkıyordu. Evladı
söz konusu olunca, kendisi için savaştığından daha büyük
azimle çarpışıyordu. Yavrusunu koruyan bir şahin gibi yırtıcı ve
enerjikti. İkiye karşı bir demekti bu. Haksızlıktı. Peri’yi
dünyalardan çok sevdiği babasının yardımına koşmaya mecbur
eden bir denklem. Pericik ne yapsın, olanca gücüyle katılmaya
başladı evdeki meydan muharebelerine. Ama savaşçı değildi o.
Yapısı, tabiatı farklıydı. Kazanmak değildi derdi. Onun bütün
istediği bir ateşkes anlaşmasıydı. Yeter ki kavga, gerilim
olmasın.
İyi bir eğitimin kıymetini hiçbir zaman kavramamış olan
Hakan çok geçmeden üniversiteyi bıraktığını duyurdu; bir daha
o beş paralık sığır damına dönmeye niyeti yoktu. Nuh dedi
peygamber demedi, inat etti. Annesiyle babasını hüsrana gark
ederek öğrencilik hayatını bir gecede noktaladı. Zihni daha
açılmadan kapandı, mühürlendi. Hayatından ne kadar mustarip
olduğu gözlerinden okunabiliyordu. Öfkeliydi. Tepkiseldi.
Devamlı halinden şikâyet ediyordu.
Artık eve sadece karnını doyurmak, üstünü değiştirmek ve
uyumak için uğrar olmuştu Hakan. Rüzgâra kapılmış bir balon
gibi amaçsız halde bir müddet orda burda şansını denedi – ta ki
yeni bir arkadaş çevresi bulana kadar. Birbirlerini şakaklarını
tokuşturarak selamlıyor; “şeref”, “namus”, “vatanperver” gibi
kelimeleri bol keseden kullanıyorlardı. Bu ahbaplar aracılığıyla
Hakan kendine bir dava edindi. Onların kuşkuculuklarını,
kötümserliklerini hemen benimsedi. Ardından aşırı milliyetçi
yerel bir gazeteden iş teklifi aldı. Dilbilgisi ve yazım kuralları
konusunda son derece yetersiz olsa da kelimelerle arası iyiydi;
83
başladı ateşli yazılar kaleme almaya. Müstear isim altında,
mesajları her geçen gün biraz daha keskinleşip saldırganlaşan
makaleler yazıyordu artık. Her hafta birtakım “vatan hainleri”ni
–“içimizdeki alçakları, çürük elmaları”– ifşa ediyordu:
Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler, Zazalar,
Lazlar... Ona kalsa Türk’ün Türk’ten başka güvenebileceği tek
bir etnik kesim yoktu. Milliyetçilik, ısmarlama dikilmiş bir
takım elbise gibi tam uydu Hakan’ın ruhuna. Sırtında yeni
kimliğiyle kendini güçlü, ilkeli, yenilmez hissediyordu.
Amerika, İsrail, Rusya, Ortadoğu hakkında kallavi fikirleri
vardı; her baktığı yerde komplo teorileri, saklı lobiler
görüyordu.
“Sen sanıyor musun ki sadece bir oğlun hapiste? Bu evde ben
de mahpus sayılırım” diye bağırdı bir gün Hakan babasına, yine
bir kahvaltı tartışmasının ardından. “Umut şanslıymış, her gün
attığın nutukları dinlemek zorunda değil.”
“Yazıklar olsun sana! Zavallı abine şanslı mı diyorsun sen,
sefil herif?” diye karşılık verdi Mensur; sesi ellerinden çok
titriyordu.
Peri, başı önünde, omuzları kaskatı dinledi onları. Ne zor şeydi
aile kavgalarına tanık olmak.
“Bırak çocuğu. Delikanlı o” diye mırıldandı Selma kocasına.
“Baba parasıyla yaşayan sorumsuz bir delikanlı!” dedi
Mensur.
“Ha, demek sofrandan yememi istemiyorsun, öyle mi? Peki,
elimi sürmem bundan sonra.” Hakan boş ekmek sepetini duvara
fırlattı, sepet lastik bir top gibi sekerken kırıntılar etrafa saçıldı.
“Bir alkoliğin ekmeğini kim ister zaten?”
Bu kelime daha önce hiç telaffuz edilmemişti. Öyle laflar
vardır ki telafisi neredeyse olanaksızdır. Evin reisine “alkolik”
demek sınırı aşmaktı, ama olmuştu işte. Sonrasında çöken
sessizliğin ağırlığını kaldıramayan Hakan bir hışımla çıkıp gitti.
Selma ağlamaya başladı. Hıçkırıklar arasında, yükselip
84
alçalıyordu sesi. “Çarpıldık kesin, bütün aile. Günahlarımızın
bedeli bunlar.”
Selma büyük oğlunun kadersizliğini, Allah’ın ceza ve uyarısı
olarak görüyordu. Bu ilahi mesajı dikkate almadıkları için daha
çok bela yaşayacaklarından emindi.
“Hayatımda duyduğum en aptalca şey!” dedi Mensur.
“Koskoca Tanrı neden Nalbantoğullarını ortadan kaldırmaya
uğraşsın ki? Başka işi mi yokmuş?”
“Çünkü bize... sana... ders vermek istiyor.”
“Neymiş peki o ders?”
“Hatalarını gör istiyor” dedi Selma. “Sen bunu anlayana kadar
hiçbirimiz huzur bulmayacağız.”
“Eğer Umut’un başına gelenlerin ilahi bir intikam olduğunu
sanıyorsan, O’nun bize ders vermek için hapishaneleri,
işkencecileri kullandığını düşünüyorsan, sende bir sorun var
demektir kadın; ya sende ya da senin Tanrında.”
“Tövbe tövbe...” diye mırıldandı Selma.
Allah’ın gazabı olarak algıladığı durumu kendince telafi etmek
için Selma günler, bazen haftalarca doğru dürüst bir şey
yemiyor; yalnızca ekmek, yoğurt, su ve varsa hurmayla
yetiniyordu. Adaklar; Yaradan’la yapılan duygusal pazarlıklar...
Geceleri çok az uyuyor, zihnini sakinleştiren iki şeye adıyordu
vaktini: dua etmek ve temizlik yapmak. Yattığı yerden,
mobilyaların üstünü kaplayan incecik toz tabakaları tahayyül
ediyor; ahşap dolapları kemiren tahtakurularını dinliyordu –
nasıl oluyordu da ondan başka kimse duymuyordu bunları?
Ezilmiş Aspirin, beyaz sirke, limon suyu, karbonattan yaptığı
karışımla her yeri ovalıyordu. Ardından duruluyor, fırçalıyor,
cilalıyor ve siliyordu. Her sabah keskin deterjan kokularıyla
uyanıyordu aile.
Selma ellerini o kadar sık yıkıyordu ki, avuçları antiseptik
kokar olmuştu. Kuruyan cildi pul pul dökülüyor, kanıyordu; bu
85
da mikrop kapma korkusunu pekiştirip ellerini daha sık
yıkamasına neden oluyordu. Bir de siyah eldivenler takmaya
başlamıştı. Başörtüsünü ve topuklarına kadar inen lacivert, bol
pardösüsünü görenler eldivenleri taassuptan giydiğini sansalar
da aslında amacı ellerinin halini saklamaktı. Bir akşam
Selma’yla Peri pazardan eve dönerken Peri arkasına baktı ve bir
an için o loş ışıkta annesini göremedi – o derece karışmıştı kadın
akşamın koyu renklerine.
Karısının yeni görünümü karşısında dehşete kapılan Mensur
onunla beraber görülmek istemiyordu. Kendi alışverişini kendi
yapıyordu artık. Onun nazarında karısının giyimi, Ortadoğu’da
ezelden beri sevmediği, benimsemediği, karşı çıktığı ne varsa
hepsini simgeliyordu. “Dindarlara has cehalet” diyordu buna.
Başka dinler, kültürler hakkında hiçbir şey bilmedikleri halde
(basmakalıp öğretiler hariç), kendi yol yordamlarının en iyisi
olduğunu varsaymalarını –sırf bu kültürün içine doğup, onlara
öğretilenleri sorgulamadan yalayıp yuttular diye–
anlayamıyordu.
Buna karşılık Selma da Mensur’un hal ve tavırlarında onu
bunca zamandır tedirgin ve gıcık eden her şeyin özetini
görüyordu: kocasının gözlerindeki küçümseme, sesindeki
kesinlik, çenesini kaldırışındaki özgüven. “Laiklere has kibir”
diyordu buna. Kendilerini toplumun dışında ve üzerinde
tutmalarındaki, yüzlerce yıllık gelenekleri küçümsemelerindeki
o kendini beğenmişliği anlayamıyordu.
Böylece tek kelime konuşmadan, birbirlerini teğet geçerek
dolaşıyorlardı Selma’yla Mensur aynı evde. Aşktan yana
yaşayamadıklarını öfkeyle kapatıyorlardı.
Peri ise kitaplara vermişti kendini. Mutsuz ailelerde büyüyen
gençler için edebiyat zaten en güzel sığınaktı. Öyküler,
romanlar, şiirler... okulun kısıtlı kütüphanesinde eline ne
geçirirse yalayıp yutuyordu. Okuyacak bir şey bulamadığında
ansiklopedilere girişiyordu. Abbasilerden zombilere kadar şu
anki hayatına hiçbir faydası olmayan bir sürü şey hakkında
86
tomarla bilgi ediniyor, bunların bir gün işine yarayabileceğini
umuyordu. Gerçi hiçbir işlevleri olmasa da, sırf öğrenmeye
duyduğu açlığın itkisiyle okumaya devam ederdi.
Kitaplar yaratıcı, özgürleştiriciydi. Peri’ye kalsa, onun yuvası,
edebiyat âlemiydi. Hafta sonları odasından çıkmaz; gerekirse
yemek yemez; elma, çekirdek atıştırarak, ödünç alınmış
kitapların birini bitirip diğerine başlardı. Zekânın, tıpkı bir kas
gibi geliştirilebileceğini keşfetmişti. Keza hafızanın da.
Okuldaki ezberci eğitimden tatmin olmadığı için, bilgileri –
Latince bitki isimleri, Osmanlı tarihinde gani gani mevcut savaş-
barış tarihleri– aklında tutabilmek için sözel ve görsel teknikler
geliştirmişti. Edebiyattan matematiğe, fizikten kimyaya, bütün
derslerde iyi olmaya kararlıydı. Azimliydi. Çalışkandı. Kimse
bilmiyordu ki okumak, onun için bir nevi kaçıştı.
Bu kadar çok okumanın onu akranlarından ayırdığının
farkındaydı. Umursamıyordu. Bütün Nalbantoğulları gibi o da
yalnızlığa doğuştan meyyal sayılırdı. Diğer çocukların ona
“öğretmen kuzusu/yalakası” gibi lakaplar takmasına da
aldırmıyordu. Popüler kızların onu doğum günü partilerine
çağırmamaları, sinemaya giderken haberdar etmemeleri içini cız
ettirse de artık bunları kanıksamıştı. Öte yandan yepyeni
arkadaşlar edinmişti: sözlüye kaldırıldığı zaman korkudan altına
kaçıran bir kızcağız, annesi kötü yola düştü diye alay ve hakaret
konusu olan bir oğlan, kekeme diye dışlanan bir başka kız...
Kimsenin beğenmediği bu ayrıkotlarını seviyordu Peri.
Ötekilerle ahbaplık ediyordu. Kendisi gibi.
Hayatın anlamı çalışmak, çok çalışmaktı. Âşık olmayı, aile
kurmayı, iş hayatına atılmayı da anlıyordu – en azından teoride.
Ama eğlenmek, miskinlik etmek, yan gelip yatmak... bunlar
bildiği şeyler değildi.
Kitaplardı onun vatanı ama aynı zamanda daimi sürgün diyarı.
87
Azrail’le tango
İstanbul, 1990’lar
Peri on bir yaşına girdiğinde, annesi nicedir gönlünde yatan
emeli gerçekleştirmek üzere hacca gitti. Büyük abi hâlâ hapiste
olduğundan, küçük abi de o günlerde kim bilir kimlerle
takıldığından, ev Peri’yle babasına kaldı. Kendi yemeklerini
pişiriyor (öğlenleri köfte-patates, akşamları köfte-makarna),
bulaşıkları yıkıyor (yalap şalap), televizyonda canları ne isterse
onu seyrediyorlardı. Tatil gibiydi bir nevi.
Peri bir sabah karın ağrısıyla uyandı. Bunca köftenin buna
sebep olduğunu sandı önce, mönüyü değiştirseler iyi olacaktı.
Ama banyoya girdiğinde bir sürprizle karşılaştı: iç çamaşırında
kan damlaları. Böyle bir şeyin olacağını öğrenmişti hem
kitaplardan, hem mahallede yaşça büyük kızlardan. Onları kendi
aralarında fısıldaşırken duymuştu. “Ay gene teyzem geldi
ziyarete” diye yakınırlardı üstü kapalı. “Arkama baksana”
derlerdi birbirlerinin önüne geçerek. Bu kadar erken
beklemiyordu ama Peri. On dört yaşında filan olacağını
sanmıştı. O zamana kadar bunu annesinden saklamalıydı. Eski
bir çarşafı alıp kesti. Yıkayıp kurutarak senelerce tekrar tekrar
kullanabilirdi. Böylece bir sır daha edinmişti.
Selma iki hafta sonra döndü. Güneşten yanmış, zayıflamıştı.
Kendini kanepeye attığı gibi seyahatini anlatmaya başladı.
“Geçen sene yaya tünelindeki izdihamdan sonra Suudiler daha
dikkatliler artık” dedi Selma. “Ama salgınları önleyemiyorlar.
Öyle hasta oldum ki öleceğimi sandım!”
“Aman iyi ki ölmedin hanım, yoksa ne yapardım sensiz” dedi
Mensur.
“Allah’a şükür evimdeyim” dedi Selma iç çekerek. “Gerçi
kurtulamasaydım, orada gömülürdüm, mübarek topraklarda.”
88
“İstanbul’da mezarlıklarımızın manzarası daha güzel” dedi
Mensur muzipliğe devam ederek. “Taze deniz havamız var hem.
Medine’de gömülsen bir hurma ağacına can verecektin. Halbuki
İstanbul’da sakız, ıhlamur, akçaağaç... ne istersen var. Yasemin
dibine gömülmek en iyisi. Yıl boyu parfüm püfür püfür.”
Kocasının ileri geri sözleri ateşten sıçrayan kıvılcımmış gibi
irkildi Selma.
Onların gene takışmalarından korkan Peri hemen araya girdi:
“Bavulunda ne var annecim? Bize bir şey getirdin mi?”
“Getirmez olur muyum? Koca Mekke’yi taşıdım” oldu yanıt.
Peri ile Mensur heyecanlandılar; hevesli iki çocuk gibi ışıldadı
yüzleri. Paketler birer birer açıldı: hurmalar, ballar, misvaklar,
kolonyalar, seccadeler, başörtüleri, minik zemzem şişeleri...
“Nerden biliyorsun bu sıvının kutsal olduğunu?” diye sordu
Mensur şişelerden birini sallayarak. “Birilerine tescil ettirdin
mi? Musluk suyu satmış olabilirler.”
Selma şişeyi kapıp açtı, bir yudumda içip bitirdi. “Bu saf
zemzem ama senin aklın temiz değil efendi! Zemzem sana ne
yapsın?”
“Aman iyi, peki.” Mensur omuz silkti.
Peri kenarda duran koca bir kutuyu işaret ederek sordu: “Bu ne
anne?”
Kutudan bir sürpriz çıktı: altında sarkacı, iki yanında
minareleri olan, cami şeklinde, bronz bir duvar saati. Dünya
üstündeki bin şehirde ezan vaktini gösterecek şekilde
programlandığını anlattı Selma. Sonra da oturma odasının
kıbleye bakan duvarında bir çiviye, Atatürk portresinin tam
karşısına astı.
“Evimde, çatımın altında cami istemem” dedi Mensur kaşlarını
çatarak.
“Öyle mi? Ama ben çatımın altında bir imansızla yaşamak
zorundayım” diye yapıştırdı cevabı hemen Selma.
89
“Bana bak hanım, şu anda işlediğim ne günah varsa yarısı
senin boynuna. O tuhaf nesneyi getirmeseydin ben de bu
duruma düşmezdim. Cami taklidi yapan saat mi olur? Daha
neler! İndir şunu!”
“İndirmiyorum” diye bağırdı Selma. “Beğenmişim, parasını
ödemişim, kutsal topraklardan ta buralara taşımışım. Oralarda
hastalandım, neredeyse ölüyordum. Hacıyım ben artık, biraz
saygı göster!”
Peri, annesinin babasına bağırdığını ilk kez işitiyordu.
Yıllardır isyan yöntemi ya sabırla susmak ya da alçak sesle
iğneli sözler söylemekten ibaret olan bir kadından böyle yüksek
perdeden bir protesto duymak onu şaşırtmıştı. Sonunda duvar
saati olduğu yerde kaldı ama alarmını hiç açmamak kaydıyla.
Bu orta yol kimseyi memnun etmeyecekti.
Mensur günün geri kalanında derin bir somurtkanlığa
gömüldü. Ona göre mesele din değil, inanç değil, kuşatılmışlıktı.
Kendini etrafı kuşatılmış hissediyordu. Yaşam tarzını sürekli
savunmak durumundaydı, dört yanı kalabalık ordularla çevrilmiş
minicik bir ada devleti gibi.
Aynı akşam elektrikler kesiliverdi pat diye. Atatürk portresi ile
ezanlı saat arasında, tek başına oturdu Mensur rakı masasında.
Solgun yüzüne mum ışığının gölgeleri düşüyordu. Çok
geçmeden kendini iyi hissetmediğini söyledi. Sanki görünmez
bir varlığı selamlar gibi elini kalbine götürdü, başını yana eğdi
ve yığılıp kaldı.
Kalp krizi geçiriyordu.
Peri, hayatı boyunca o meşum geceyi unutmayacaktı. Her
geçen dakika biraz daha karardı hava, çöktü omuzlarına.
Babasının alnını masaya çarparak cansız bir manken gibi yere
devrilişini, oradan kanepeye taşınışını, sonra bir sedyeye
konarak ambulansa götürülüşünü, acil servise yetiştirilişini, her
yanı bipleyen makinelerle dolu bir müdahale odasına alınışını
izledi korkuyla. Çocuktu daha ve tek düşünebildiği bunun bir
90
ceza olup olmadığıydı. Yoksa duvar saatine laf etti diye kızmış
mıydı Tanrı, babasına? Yanı başında gözyaşı döken annesine
sormayı düşündüyse de vazgeçti. Kadının verebileceği cevaptan
ürktü. Bu muydu yani Yaradan’ın yolu yöntemi? Önce, insanın
konuşup şaka yapmasına, kendisi olmasına izin veriyor, sonra da
“Vay sen misin uluorta konuşan?” diye bedelini mi ödetiyordu
acaba? Ne kadar korkutucu bir şeydi Tanrı’yı böylesine
intikamcı, katı, cezalandırıcı bir varlık olarak algılamak.
Tanrı’nın dili sevginin dili miydi, yoksa korkunun dili mi?
Peri’yle Selma hastanedeki bekleme odasında, yıpranmış bir
kanepede saatlerce oturdular o gece. Ay ışığı huzmesi
pencereleri delip içeri sızıyor, floresan lambaların nahoş
parlaklığına karışıp yok oluyordu. Televizyon açıktı ama sesi
kısıktı. Ekranda, kırmızı parlak elbiseli bir kadın çarkıfeleği
döndürdü, “iflas”ta durduğunu görünce düş kırıklığına uğradı.
Etrafta programı seyreden tek kişi olan posbıyıklı, iriyarı nöbetçi
temizlik görevlisi kahkaha attı. Başkalarının kaybedişlerine
sevinenlerdendi.
“Gidip namaz kılacağım” dedi Selma usulca.
“Ben de gelebilir miyim?”
Bu soruyu beklercesine Selma gözlerini kızına dikti. “İyi olur.
Allah çocukların dualarını kabul eder.”
Uysalca başını salladı Peri. Okulda ezberletilen bir iki duadan
başkasını bilmiyordu gerçi, daha önce namaz kılmamıştı. Annesi
öğretmek istediğinde direnmişti. Babasının kızıydı o. Mensur –
karısının aksine– dualarını kısa, kişisel ve törensellikten uzak
tutardı. Ama işte şimdi annesinin suyuna gitmeye hazırdı Peri.
Çünkü hani olur da sevgili babası Tanrı’yı kızdırdıysa, elinden
geldiğince durumu telafi etmek istiyordu.
Hastane lavabolarında abdest aldılar. Su soğuktu ama Peri
şikâyet etmedi. Bekleme odasının bir köşesini kullandılar.
Televizyon hâlâ açıktı ve kırmızı pullu elbiseli kadın hâlâ azimle
çeviriyordu çarkıfeleği.
91
Seccadeleri olmadığından hırkalarını yere serdiler. Annesi ne
yaparsa, gecikmeli bir yankı gibi tekrarlıyordu Peri. Selma
ellerini göğsünün üstünde kavuşturunca o da aynısını yaptı.
Selma öne eğildi, doğruldu, secdeye vardı; Peri de aynen. Arada
bir fark vardı yalnız. Annesinin dudakları sürekli kıpırdanırken
Peri’ninkiler hareketsizdi. Bunun Allah’ın hoşuna
gitmeyebileceği geldi birden çocuğun aklına. Sessiz bir dua
olmazdı ki! Boş bir mektup gibi. İçinden hiçbir şey çıkmayan bir
zarf. Bir şeyler demesi gerektiğine karar verdi. Ve biraz kafa
yorduktan sonra şunları söyledi çocuk:
“Sevgili Allahım,
Annem diyor ki her an gözün üzerimdeymiş. Teşekkür ederim...
Bu iyi bir şey, ama biraz huzursuz edici, çünkü bazen odamda
yalnız kalmak istiyorum. Neyse. Annem diyor ki her şeyi –kendi
kendime konuştuklarımı da– duyuyormuşsun. Kafamın içindeki
düşünceleri bile. Bütün olup biteni görüyormuşsun. Düşündüm
de, bizim gözlerimiz küçük; göz kırpmamız bir iki saniye
sürüyor. Oysa senin gözlerin kocamandır herhalde; göz kırpman
en azından bir saat sürer. İyi bir adam benim babam. Hayatta
en çok sevdiğim, saydığım insan. Kalbi tertemiz. Eğer herhangi
bir günah işlediyse görmesen olmaz mı? Gözlerini kırpabilir
misin babama baktığın zaman?
Hem ben birilerine kızdığımda babam, ‘Sen bebek değilsin,
affedebilirsin’ der hep. Eğer sen de –yani siz de– babama
kızgınsan, ne olur onu affedip iyileştirebilir misin? Söz
veriyorum her gece dua edeceğim bundan sonra.
Amin.
Not: Annemin şu anda duasında neler dediğini bilmiyorum,
ama şayet babam hakkında kötü şeyler söylüyorsa lütfen onu da
duymazdan gelir misin?”
Hırkasının üstünde oturan Peri, annesinin başını sağa sola
çevirip ellerini yüzüne sürerek namazı bitirdiğini gördü. O da
aynısını yaparak mektubunu mühürledi.
92
Ertesi sabah, Mensur yatağında sırtı yastıklarla beslenmiş
halde oturuyor, ziyaretçileriyle şakalaşıyordu. Birkaç gün sonra
yüklü bir fatura ve kalp piliyle çıktı hastaneden. İçkiyi
bırakması, çayı açık içmesi, stresten uzak durması
tembihlenmişti; sanki “stres” dediğin eve davet etmekten
vazgeçebileceğin sevimsiz bir misafirdi. Her halükârda
dinlemedi Mensur. Azrail’le tango yapmış biri olarak korkacak
bir şeyi kalmadığını söyledi.
Bu imge de girecekti Peri’nin uykularına bundan sonra:
Babasının tuhaf, oynak, tüyler ürpertici bir müzik eşliğinde bir
iskeletle –kendi iskeletiyle– dans edişini görecekti sık sık
rüyalarında.
93
Şiir
İstanbul, 2016
Tuvalette kıpırdamadan durmuş, oymalı aynada kendisine
bakıyordu Peri. Kızının yanında takındığı o soğukkanlı tavır yok
olup gitmiş, yerini adını koyamadığı bir huzursuzluğa
bırakmıştı. Balıkların akvaryumda yalnız hallerine bakınca,
karikatürlerde, hani ıssız adada mahsur kaldıkları halde yüzerek
kaçmayı göze alamayan o bedbaht karakterleri hatırladı. Şu
hayatta en köklü alışkanlıklar terk edilebilir, kişilik bozuklukları
düzeltilebilir, en sıkı dostluklar tavsayabilir, hatta bağımlılıklar
bile aşılabilirdi, ama belki de değiştirmesi en zor şey insanın bir
yere duyduğu aidiyetti. Neden ayrılamıyorduk kanıksadığımız
sokaklardan, şehirlerden, tekrarlardan? Bizi mutsuz etse bile
yaşadığımız mekân, niçin bırakıp gidemiyorduk uzaklara?
Bilinmeyene?
Kapının diğer tarafından bir kahkaha dalgası yükseldi.
İşadamı, o tok sesiyle bir fıkra anlatıyordu. Peri espriyi
kaçırmıştı ama tepkilerden açık saçık olduğunu anlıyordu.
“Ah, siz erkekler!” diyen bir kadın sesi duyuldu – yarı sitem,
yarı flört eden bir ton.
Dudaklarını büzdü Peri. Hiçbir zaman, böyle herkesin
duyabileceği şekilde, hele de bu kadar işveli bir sesle, “Ah, siz
erkekler!” diyebilen hatunlardan olmamıştı.
İster kadın, ister erkek olsun, geçmişinde birden fazla yara izi,
gözlerinde belli belirsiz bir hüzün ve yalnızlık, ruhunda
görünmez kırık çıkıklar olan insanlar ilgisini çekmişti hep.
Zamanını cömertçe vakfedebilirdi böyle kişilere. Güzel ve kalıcı
dostluklar kurabilirdi onlarla. Ama bu az sayıda insan dışında
kimseye açılmazdı. Yabaniydi Peri, kolay kolay kimselere
yaklaşmazdı. Sıkılıyordu hep birbirine benzeyen, uzaya uzaya
94
bir yere varmayan sohbetlerden. Kaçası geliyordu. Bu gece, bu
fiyakalı burjuva yemeğinde, can sıkıntısının dinmeyeceğine dair
bir his vardı içinde. Kendi kendine oyunlar icat etmeliydi belki
de, gizlice eğlenmek için.
Aceleyle yüzünü yıkadı. Ruju kırılmış, göz farı o ara sokakta
kaybolmuş olmasaydı makyajını tazelemek isterdi. Saçlarını
parmaklarıyla tarayarak aynada kendisini bir kez daha gözden
geçirdi. Hâlâ güzel sayılırdı. Ama kimi kadınlar güzelliğini
taşımayı da, yaşamayı da beceremez nedense, o da onlardandı.
Kapıyı açtı. Kızını karşısında görünce şaşırdı, bocaladı.
“Babam nerde kaldığını soruyor, merak etti adamcağız.”
“Yüzümü yıkadım.” Peri duraksadı. “Ne anlattın babana?”
Deniz’in gözlerinde anlık bir sempati parıltısı yandı söndü.
Ufacık, geçici bir ışık. “Hiçbir şey.”
“Peki, sağ ol canım. Hadi içeri gidelim.”
“Dur bir dakika, bunu unuttun” dedi Deniz, elinde tuttuğu şeyi
uzatarak.
Peri’nin sokakta aradığı, arayıp da bulamadığı Polaroid
fotoğraftı bu. Deniz yerde bulmuş, çaktırmadan cebine atmış
olmalıydı.
“Anne ben neden bunu daha önce görmedim?”
Fotoğrafta dört kişi vardı. Bir profesör ile üç kız öğrencisi.
Yarınların onlar için neler sakladığından bihaber; mutlu, umutlu,
dünyayı değiştirmeye hazır ve nazır. Peri fotoğrafı çektirdikleri
günü hatırladı. “Oxford Üniversitesi’nin uzun zamandır
geçirdiği en çetin kış” demişlerdi. Hepsini hatırlıyordu: insanın
kemiklerini donduran sabahları, buz tutan boruları, koca kar
yığınlarını ve tüm bedenini kaplayan heyecanı – âşık olmanın
heyecanını.
“Kim bu insanlar anne?”
Kalbinin hızlandığını hissettiyse de sükûnetini korudu Peri.
“Eski bir fotoğraf işte” diye mırıldandı.
95
“O yüzden mi cüzdanında taşıyordun? Çocuklarının
fotoğraflarının yanında?” dedi Deniz, kuşku yüklü bir sesle.
“Anlatsana kim bunlar?”
Peri, fotoğraftaki üç genç kadını işaret etti. İçlerinden biri
başörtülüydü. Badem gözleri kenarlarda kıvrılan kalın bir
çizgiyle sürmelenmişti. “Bu Mona. Mısır asıllı Amerikalı bir
öğrenciydi.”
Deniz, merakla inceledi geç kızın göz makyajının
mükemmelliğini.
“Diğer kız Şirin... En yakın arkadaşımdı” dedi Peri. “İran’da
doğmuş, İngiltere’de büyümüştü. O kadar çok dolaşmıştı ki tam
olarak hiçbir yere ait hissetmezdi kendini.”
“Sen nereden tanıyorsun onları?”
Peri bir an duraksadı. “Üniversite arkadaşlarım. Aynı evde
kalıyorduk. Hepimiz aynı dersi aldık, aynı profesörden. Ama
aynı zamanda değil.”
“Neyle ilgiliydi ders?”
Durgun bir tebessüm belirdi Peri’nin yüzünde. “Dersin
konusu... Tanrı’ydı.”
“Vay be!” dedi Deniz, ilgilenmediği şeyler karşısında verdiği
tepkiyi göstererek. Ortada duran uzun boylu adama vurdu
parmağıyla. Zor şekil alan sarı-kahve saçları bukle bukle olacak
kadar uzundu adamın; kasketinin altında ışıl ışıl yanan gözleri
gri-yeşil, çenesi güçlü ve biçimliydi; ifadesi sakindi ama
tamamen de huzurlu görünmüyordu.
“Peki bu kim?”
Belli belirsiz bir tedirginlik kıpırtısı dolaştı Peri’nin yüz
hatlarında. “Hocamızdı o.”
“Sahi mi? Asi bir öğrenciye benziyor daha çok.”
“Asi bir hocaydı” dedi Peri, sevecen bir tınıyla.
“Öyle bir şey var mı ya?” diye sordu Deniz. “Adı neydi?”
96
“Azur!”
“Amma tuhaf isimmiş. Neresi ki burası?”
“İngiltere... Oxford Üniversitesi.”
“Ne? Neden bana söylemedin Oxford’a gittiğini?!”
Tereddüt etti Peri, ne diyeceğini bilemedi. Bunu neden
kimseyle paylaşmadığını o da bilmiyordu. “Mezun olmadan
ayrıldım” dedi, giderek alçalan bir sesle.
“Nasıl kabul edildin ki?”
Peri, kızının sorusunda yukarıdan bakan bir tavır algıladı.
Küçümseyen bir şaşkınlık. Daha önünde yıllar olmasına karşın
Deniz daha şimdiden üniversite sınavları için kaygılanmaya
başlamıştı. Çok başarılı bir öğrenci değildi. Eğitim sistemi
öğrencileri yarıştırmak üstüne kurulmuştu. Peri’nin genç
kızlığında olduğu gibi ha bire çalışmaktan gocunmayan, zaten
başkaca bir hayatı olmayan öğrencileri yıpratmasa da, Deniz
gibi hayat ve yaratıcılık ve enerji dolu gençleri eziyordu bu
sistem.
“Notlarım yüksekti. Elemeleri geçtim. Babam yardım etti
başvurulara. Gidip dünyayı görmem gerektiğini söylerdi sağ
olsun rahmetli.”
“Dedem mi?” diye sordu Deniz; kafasındaki titrek yaşlı adam
imgesiyle bu güçlü dönüştürücü kişiliği bağdaştırmakta
zorlanmıştı.
Peri gülümsedi. “Evet, benimle hep gurur duyardı babacığım.”
“Ya anneannem? O duymaz mıydı?” diye sordu Deniz
kurnazca.
“Annem endişelenmişti. Yabancı bir ülkede başıma iş gelir
diye. Çok gençtim tabii. Evden ilk ayrılışımdı. Bir anne için
kolay değil.” Bir soluk aldı Peri; annesine duygudaşlık
hissedebilmesine kendisi de şaşırmıştı.
Deniz bir an durup düşündü. “Ne zaman oldu bütün bunlar?”
“11 Eylül civarıydı. Senin gibi gençlere ne ifade eder
97
bilemem.”
“11 Eylül’ün ne olduğunu biliyoruz herhalde” diye çıkıştı
Deniz. Sonra yeni farkına vardığı bir şeyin heyecanıyla
aydınlandı yüzü. “Yani babamla tanışmadan önce” dedi.
“Demek Oxford Üniversitesi’ni bırakıp İstanbul’a döndün,
okumaktan vazgeçip evlendin, arka arkaya üç çocuk doğurdun,
ev kadını oldun. Aman ne farklı, bravo!”
“Farklı olmaya çalışmıyordum ki” dedi Peri. Kızının
iğnelemelerini kanıksamıştı artık.
Duymazdan gelerek altdudağını kemirdi Deniz. “Niye bıraktın
üniversiteyi?”
“Zor geldi... dersler, sınavlar...” Peri yutkunarak burada kesti
yalanları.
Bir şey demeden yan gözle annesine baktı Deniz; duyduklarına
inanmadığı aşikârdı. Doğduğu andan beri her gün karşısında
gördüğü, her ihtiyacını ve kaprisini karşılamasını beklediği
kadının, o ve kardeşleri dünyaya gelmeden önce bambaşka bir
hayatı olabileceğini düşünmemişti daha evvel. İnsan annesinin
gençliğini –hele o gençlik çılgıncaysa– düşünmek istemiyordu
nedense. Rahatsız edici bir fikirdi bu. Anne dediğin, bütün
huzurlu vadilerini, durgun göllerini ve yüce dağlarını avucunun
içi gibi bildiğin, keşfedilmiş bir toprak parçasıydı. O kıtanın hâlâ
haritası çıkarılmamış, bilinmeyen bölümleri olabileceği ihtimali
pek hoşuna gitmemişti Deniz’in.
“Fotoğrafı alabilir miyim artık?” diye sordu Peri.
“Bir dakika.”
Tavandaki lambaların ışığı kirpiklerinde dans ederken,
fotoğrafı yüzüne yaklaştırdı Deniz; gözlerini kısıp neredeyse
şaşı yaptı; bir yerlerde gizli bir mesaj keşfetmeyi umuyordu
adeta. Derken aniden fotoğrafın arkasını çevirdi, oradaki yazıyı
gördü. “Şirin’den Peri’ye, kız kardeşlikle / Unutma, Farecik
artık ne kadın, ne erkek, ne melek, ne de saf bir ruhum ben...”
98
“Farecik de kim oluyor?” dedi Deniz kıkırdayarak.
Peri belli belirsiz eğdi başını. “Şirin öyle derdi bana.”
“Sen... Farecik?!” Dalga geçiyordu Deniz. “Sana lakap
takacak olsam, aklıma gelecek son şey bu olurdu. Yırtıcı Kaplan
filan demelilerdi!”
“Değiştim; sen de değişeceksin zamanla” dedi Peri. “Hadi
artık, gitmemiz gerek.”
Deniz’in çatık kaşlarından sorularının tükenmediği
anlaşılıyordu. “Bu ‘ne kadın ne erkek ne melek’ muhabbeti ne
peki?”
“Sadece bir şiir. İranlı şair Hafız’ın bir dizesinden” diye
mırıldandı Peri. “Tatlım, hadi ver fotoğrafı bana.”
Salondan alkış ve tezahürat sesleri patlak verdi aniden. Birileri
birilerini kızdırıyordu. Meraklanan Deniz, kısacık bir
tereddüdün ardından fotoğrafı annesine uzattı, telaşlı adımlarla
partiye döndü.
Koridorda bir başına kalan Peri, fotoğrafı sımsıkı tuttu
avucunda. Adeta canlıymış gibi sıcaklık yaydığını hissederek
şaşırdı. Düşününce ne tuhaftı aslında; anlar akıp gider, yürekler
katılaşır, bedenler yaşlanır, yeminler unutulur ve en güçlü
inançlar bile sarsılırken, gerçeği iki boyutlu temsil eden ve
dolayısıyla yalandan ibaret olan bir fotoğraf hiç değişmeden
kalabiliyordu, sonsuz bir sadakatle.
Peri fotoğraftaki yüzlere bakmamaya çalıştı. Geçmişle göz
göze gelmek istemiyordu. Şirin, Mona ve sevgili Profesör
Azur... Karedeki üçüncü kız kendisiydi. O günkü hali bugünkü
halini görse ne derdi acaba? Beğenmezdi muhtemelen.
Fotoğrafı cüzdanına koydu. Sırtını dikleştirdi. Dilemediği
kadar çok insanla istemediği sohbetler etmeye hazırladı kendini.
Ağır ağır içeri yürüdü.
99
Anlaşma
İstanbul, 1990’lar
Rol yapar insanların çoğu “inanç” söz konusu olunca. Sanki
bugünkü fikirlerine her zaman inanmış gibi konuşurlar. Halbuki
öyle değildir işin aslı. Nice mevsimlerden geçer insan büyürken;
hem inanç, hem inançsızlık mevsimlerinden. Başka türlü nasıl
evrilir ki zihin?
Lise yılları boyunca Peri “iman” ile “imansızlık” arasında çok
gidip geldi. Babasına bunu hiç söylemese de kalp krizi
hadisesinden sonra bir müddet Tanrı’ya verdiği söze sadık kaldı.
Her gece uyumadan önce, hararetle dua etti babasının sağlığı ve
iyiliği için. Tanrı’nın gözünde babasına torpil olabilmek
umuduyla “dindarlaşmayı” bile denedi bir ara. Akla mantığa
sığmayan bir akitti kuşkusuz, ama Yaradan’la yapılan her akit
biraz da öyle olmak durumunda değil miydi?
Ne var ki dua etmenin hesaba katmadığı bir zorluğu vardı: Tek
seslilik gerektiriyordu. Başından sonuna kadar tek, tutarlı bir
çizgi! Oysa Peri ne zaman dua etmeye kalksa zihni katmanlara
ayrılıyordu; içinden onlarca ses çıkıyordu, kimi iyi niyetle
yakaran, kimi her şeyi sorgulayan, kimi umursamayan.
İstenmeyen imgeler yağıyordu zihnine – ölüm, zulüm, soykırım,
mezarlık, karanlık, bazen de seks içeren resimler. Öyle
utanıyordu ki beynindeki sinemadan. Halbuki herkes ne güzel
huşu içinde dua ediyordu; niçin o düşüncelerine mukayyet
olamıyordu? Gözünün önünde canlanan nahoş resimlerin
dualarını kirlettiği kaygısıyla sil baştan başlıyor, fena fikirler
zihnini işgal etmeden evvel bitirebilmek için acele ediyordu.
Duaları telaş üstüne kuruluydu.
Evde tek başına uğraşmak yerine, başkalarıyla beraber
Tanrı’ya yakarırsa içseslerini susturabilirdi belki. Birkaç kafa
dengi arkadaşıyla beraber, başladılar civardaki camileri ziyaret
100
etmeye. Yüksek, kemerli pencerelerden giren ışığın letafetine,
avizelere, hat sanatı örneklerine, Sinan mimarisine hayrandı.
Fakat kadınlara ayrılan bölümün ya en arkada bir yerlere
sıkıştırılması ya da yukarıda, perdeler arkasına saklanması, her
zaman gözlerden ırak, tecrit edilmiş, küçük, loş olması canını
sıkıyordu.
Bir keresinde orta yaşlı bir adam peşlerine takıldı, cami
avlusunda dikildi karşılarına.
“Sizin gibi liseli kızların namazı evde kılması daha uygundur”
dedi fikrini soran olmuş gibi. Gözleri Peri’nin vücudunda
dolaştı, göğüslerinde.
“Burası Yaradan’ın evi değil mi? Kapısı herkese açık” diye
itiraz etti Peri.
Adam göğsünü şişirerek Peri’ye doğru bir adım attı. Bir
hatırlatmaydı adeta bedeni, bir uyarı. “Bu cami erkeklere bile
yetmiyor, cemaat sokağa taşıp kaldırımlarda dua ediyor. Okullu
kızlara yer yok.”
Peri, geçerken konuşmalarına kulak misafiri olan imamın
onları savunmak için hiçbir şey dememesine üzüldü.
Bir keresinde de Üsküdar’da tarihi bir caminin güzelliğini
görebilmek için üst kattaki kadınlar bölümünü ayıran perdeleri
açmaya kalktı. Erkekler ta aşağıdaydı, kimsenin onları gördüğü
yoktu. Buna rağmen, tepeden tırnağa çarşaf giymiş bir hanım
ağzının içinde öfkeyle bir şeyler geveleyerek anında kapattı
perdeleri. Demek kadınların gözden ırak olmasını isteyen sadece
erkekler değildi. Bazı kadınlar da maalesef aynı zihniyetteydi.
Denemişti Peri. Dindarlaşmayı, inançlı olmayı, annesine
yakınlaşmayı denemişti bütün kalbiyle. Ama nüfus kâğıdında
yazılı dinle arasında kapanmayan bir mesafe vardı. Kimliklere
din hanesi koymak hangi akla hizmetti ki zaten? Yeni doğmuş
bir bebeğin Müslüman mı, Hıristiyan mı, Yahudi mi, yoksa
inançsız mı olduğuna kim karar verebilirdi? Bebeğin kendisi
değil herhalde. Bebekken verilmeyen konuşma hakkı,
101
büyüyünce de verilmiyordu aslında. Hep başkaları dolduruyordu
bilgilerimizi bizim adımıza.
Eğer din hanesini kendisi doldurabilseydi muhtemelen şöyle
yazardı Peri: “Arafta.” “Mütereddit.” “Henüz karar vermemiş.”
“Halen sorgulamakta.” Eğer kimileri cennete, kimileri
cehenneme gidecekse, kendi yerinin “arada” olacağına emindi.
Dini bütün insanlarla bu konuları konuşmaktan kaçınıyordu,
çünkü onun kuşku ile inanç arasında mekik dokuduğunu anlar
anlamaz başlıyorlardı telkinlere. “Filanca kitabı okudun mu? Şu
duaları her gün tekrarlarsan bütün şüphelerin kaybolur.” Ne
kadar da ısrarcıydılar. Nasıl da kendilerinden emin. Kimileri için
egolarını okşayan bir mükâfattı herhalde bir “imansızı” kendi
dinlerine kazandırma arzusu. Puan kazanmayı mı umuyorlardı
Tanrı katında? Peri anlamıyordu niçin bir yarış gibi
algıladıklarını her şeyi. İnanç dediğin bireysel, kişisel, içedönük
ve ömür boyu süren bir seyrüsefer değil miydi?
Babasının hediye ettiği günceye şöyle yazacaktı: Ben galiba
hep araftayım. Belki de aynı anda çok fazla şeyi düşünüyor ama
hiçbirini tutkuyla istemiyorum.
* * *
Peri’nin liseden birincilikle mezun olduğu gün, kahvaltıyı
babasıyla ikisi beraber hazırladılar. Domatesleri doğrayıp,
maydanozları kıyıp, yumurtaları çırpıp, öyle baharatlı bir
menemen yaptılar ki her lokması dillerinde delikler açtı sanki.
Mensur’un ellerinin titremesi kötülemişti; soğan doğrarken
parmağını kesti. Peri görmezden geldi, tıpkı mutfakta onlarla
birlikte gezinen sisin içindeki bebeği görmezden geldiği gibi.
Kahvaltı sonrası Mensur ile Peri, yurtdışındaki üniversitelere
başvurmak isteyen öğrencilere aracılık eden bir ajansa
uğrayacaklardı. Buraya daha önce defalarca gitmiş,
ebeveynlerinin eşliğinde heyecanla oturan genç adaylarla
birlikte sıraya girmişlerdi. Yabancı üniversitelerin broşürlerine
bakmışlardı uzun uzun. Bu broşürlerde Beyaz, Siyah, Asyalı...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder