27 Eylül 2016 Salı

Havva'nın Üç Kızı

Herkese karşı ve asla yalpalamadan iyi olmak, iyi kalmak mümkün mü? En âlicenap fertlerin bile kötülük ettikleri olmaz mı – bilerek ya da bilmeyerek. Ailesinin ve arkadaşlarının gözünde iyi bir insandı Nazperi Nalbantoğlu – sevenlerinin kullandığı adıyla Peri. Bilinçli bir yurttaştı. Hayır kurumlarını destekler, Alzheimer hakkında farkındalık yaratmak için didinir, muhtaç durumdaki aileler için para toplar, huzurevlerini ziyaret edip, oradaki kimsesiz yaşlılarla tavla oynar, bilerek kaybederdi. İstanbul’un mebzul sayıdaki sokak kedileri için çantasında mama taşır, hatta zaman zaman masraflarını kendi cebinden karşılayarak onları kısırlaştırır, çocuklarının okul durumunu yakinen takip eder, kocasının patronu ve iş arkadaşları için davetler verip, şık sofralar kurar, ramazan ayında –genellikle başında ve sonunda– oruç tutar, aradaki günleri bazen çaktırmadan atlar, her Kurban Bayramı’nda muhakkak kınalı bir koyun adardı. Ne vakit sokakta yere tüküren, parkları kirleten ya da süpermarkette sırayı bozan birilerini görse, içten içe onları ayıplar, bazen de dayanamayıp uyarırdı. Velhasıl dışarıdan bakınca sadece iyi bir insan değil, aynı zamanda iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir ev kadını, iyi bir vatandaş, iyi bir modern ve laik Müslüman’dı. Bu ülkenin şaşmaz çelişkilerini adeta bünyesinde toplamıştı. Bünyesinde ve geçmişinde. Peri’nin yaşam hikâyesi biraz da Türkiye’nin hikâyesiydi. Peri’nin akıl karışıklığı, Türkiye’nin yaşadığı akıl karışıklığından farklı değildi. Zaman, usta bir terzi gibi kusursuzca dikmişti Peri’nin hayatını sarmalayan iki kumaşı; etrafın onun hakkında düşündükleri ile onun kendisi hakkında düşündüklerini. İnsanların üstünde bıraktığı izlenim ile öz-algısı kusursuzca örtüşmüştü; öyle ki Peri artık günlerinin ne kadarının başkalarının istekleri, ne kadarının kendi istekleri doğrultusunda şekillendiğini bilemez hale gelmişti. Bazen bir kova sabunlu su alıp sokakları, meydanları, devlet binalarını, bilhassa TBMM çatısı altında kavga edenleri ve hatta eli değmişken, elâlemin kem dilini 11 yıkamak geliyordu içinden. Temizlemek istediği o kadar çok kir pasak, düzeltmek istediği öyle çok hata vardı ki... Peri, kendi dışındaki dünyayı kıyasıya sorgulardı ama en büyük çuvaldızı zatına saklardı. Ha bire kendini didikleyen, eleştiren kadınlardandı. Bu yüzden işte, bu yüzden, otuz beş yaşının doruğundayken, durmuş oturmuş, saygın bir hatun addedilirken, üstelik böyle sıradan bir günde, en son beklediği şey, birdenbire ruhundaki boşlukla yüzleşmekti. Sonra, nice sonra, “Bütün bunlar trafik yüzünden oldu” diyecekti. Koca şehir devasa bir inşaat sahasına dönüvermişti. İstanbul kontrolsüz büyümüştü ve genişlemeye devam ediyordu – bu canım şehr-i şehir, sindirebileceğinden fazlasını mideye indirdiğini fark etmeden, hâlâ etrafta yiyecek arayan şişkin bir Japon balığını andırıyordu. Peri, o meşum akşama dönüp baktığında, şayet trafik öyle umutsuzca kördüğüm olmasa, hafızasının uzun zamandır uykuda olan kısımlarını uyandıran olaylar zincirinin asla ortaya çıkmayacağına kanaat getirecekti. Kırk dakikadan fazladır, yan koltukta oturan kızıyla beraber, trafikte milim milim ilerliyorlardı. Ötede bir yerlerde kamyon devrilmiş, iki şeritli yol bire inmişti. Her markadan araç arasında sıkışmış vaziyette bekliyorlardı. Trafik, kötü ellere düşmüş sihirli bir değnek gibiydi; dakikaları saatlere, insanları vahşilere, akıl kırıntılarını düpedüz çılgınlığa dönüştüren. İstanbul’un umurunda değildi elbette. Zamandan, keşmekeşten ve çılgından bol bir şey yoktu onda nasılsa. Belli bir eşikten sonra pek bir şey fark etmiyordu zaten – ha bir saat az olmuş, ha bir saat fazla; ha bir karmaşa az, ha bir deli fazla. Delilik, kafa yapan bir madde gibi akıyordu şehrin damarlarında. Her gün milyonlarca İstanbullu, bir doz daha alıyordu bu serumdan. Birbirleriyle tek kelime etmeyen, selamlaşmayan, bir lokma ekmeklerini paylaşmayan insanlar, deliliklerini paylaşıyorlardı farkında bile olmadan. “Topluca akıl yitirme” diye bir şey vardı. Kolektif bilinç kaybı. Eğer aynı halüsinasyonu yeterli sayıda göz görürse, artık halüsinasyon 12 değil, hakikat sayılıyordu; eğer aynı acı gerçeğe yeterli sayıda insan gülümserse, acınası olmaktan çıkıp, komik bir şakaya dönüşüyordu. “Tırnaklarını yemeyi keser misin artık!” diye çıkıştı Peri birdenbire kızına. “Kaç kere söylemem lazım?” “Ya anne sana ne! Benim değil mi tırnak?” dedi Deniz ve aralarında duran kâğıt bardaktan bir yudum aldı, öfkesini yutmak istercesine. Yola çıkmadan önce bir Starbörek şubesine uğramışlardı. Son zamanlarda pek popüler olmuştu bu Starbörek – logolarını, mönülerini ve isimlerini kullandıkları için Starbucks tarafından defalarca dava edilen ama hukuk sistemindeki boşluklar sayesinde hâlâ ayakta kalabilen bir kafe zinciri. Oradan iki içecek almışlardı: Peri için bir diyet latte, kızına da duble çikolata parçalı, kremalı frappuccino. Peri kendininkini çoktan bitirmişti ama Deniz yaralı bir kuş gibi ağır ağır yudumlayarak uzattıkça uzatıyordu. Ufukta sönen güneşin son ışınları gecekondu çatılarını, cami kubbelerini ve gökdelen camlarını solgun pas rengine boyuyordu. Usulca. “Tırnak seninse araba da benim” diye homurdandı Peri. “Koparıp koparıp yere atıyorsun.” Bu kelimeler ağzından çıkar çıkmaz pişmanlık duydu. Benim arabam!!! Ne nahoş laf. İnsanın çocuğuna –hatta herhangi birine– söyleyeceği şey miydi bu! Gözlerini para pul hırsı bürümüş, mal mülk düşkünü o berbat tiplerden birine mi dönüşmüştü yoksa? Dudaklarını ısırdı kaygıyla. Utandı kendinden. Deniz ise umursamadı. Sıska omuzlarını silkip camdan dışarı baktı. Bir yandan da tırnaklarını yolmaya devam etti. Az biraz hareketlendi trafik. Altlarındaki Range Rover’ın bir heves ileri atılmasıyla lastiklerini inleterek tekrar durması bir oldu. Bayideki kataloğa göre Monte Carlo Mavisi idi araç. Broşürde başka renk seçenekleri de mevcuttu: Davos Beyazı, 13 Venedik Leylağı, Uzakdoğu Ejderha Kırmızısı, Suudi Çöl Pembesi, Gana Polis Timi Hakisi veya Endonezya Ordu Taburu Yeşili. Kim bilir kim veriyordu bu isimleri renklere? Hangi akla hizmetle? Merak etti Peri, acaba etraftaki sürücüler hava attıkları pahalı ve fiyakalı arabalarının Gana’da polis üniformaları ya da Sahra’da çöl fırtınalarıyla ilişkilendirildiğinin farkında mıydılar? Hangi renkten olursa olsun, lüks otomobiller cirit atıyordu İstanbul’da. Cins köpekleri andırıyorlardı. Hani kolay ve konforlu hayatlar için dünyaya gelmiş ama bir şekilde yolunu kaybedip kendini yaban ortamda bulmuş asil, saf kan köpekler gibi abes duruyordu araçların çoğu. Hızlanacak yer bulamamanın sıkıntısıyla kıvranan yarış arabaları, en mahir manevralarla bile ufacık park yerlerine sığamayan arazi cipleri, sadece uzak ülkelerde ya da televizyon reklamlarında görülen geniş ve açık yollar için tasarlanmış pahalı sedanlar... Bunca lüks araba ve katiyen ilerlemeyen bir trafik. Üstü cilalı, altyapısı eksik bir şehir. “Bir yerde okudum, dünyanın en kötüsü seçilmişiz” dedi Peri. “Ne?” “Trafik diyorum. Dünya birincisiymişiz. Kahire’den bile kötü, düşün artık. Hatta Delhi’den bile beter! Hindistan’ı geçtik yani.” Gerçi ne Kahire’ye ne Delhi’ye gitmişliği vardı Peri’nin. Olsun varsın. İstanbul’un o tür ücra yerlerden daha medeni olduğuna dair en ufak bir şüphesi yoktu. Ne de olsa bu şehir, Avrupa’nın kapı komşusuydu. Bunca yakınlığın bir anlamı olmalıydı. Hatta o kadar yakındı ki, koca memleket bir ayağını Avrupa’nın kapısından içeri sokmuş, bütün gücüyle iteklemişti bir zamanlar içeri girebilmek için; lakin aralık öylesine dar olunca vücudunun geri kalanını ne kadar eğip bükse de bir türlü sığamamıştı işte. Bu arada Avrupa da sürekli kapıyı yüzüne kapatmaya çalışmıştı üstelik. “Ne güzel, süper!” dedi Deniz. “Nasıl süper?” diye sordu Peri hayretle. 14 “Tabii ya. En azından bir şeyde dünya birincisi olmuşuz, fena mı?” Nicedir böyleydi aralarındaki ilişki. Peri ne zaman herhangi bir konuda fikir belirtmeye kalksa, Deniz tam aksini savunuyordu anında. Peri’nin söyledikleri ne kadar yerinde ya da mantıklı olursa olsun, kızı tarafından tepkiyle karşılanıyordu. Tamam, on üç yaşındaydı Deniz ve bu yaşta çocuklar artık ebeveynlerinin –özellikle de annelerinin– etkisinden kurtulmak istiyorlardı. Bunun farkındaydı Peri. Anlıyordu. Akıl erdiremediği şey, kızının niçin bu kadar öfkeli olduğuydu. Zavallı Peri hayatının hiçbir evresinde, hatta yeniyetmeliğinde bile böyle sinirli, tepkili olmamıştı. Halbuki kendi ergenliği çok daha zor geçmişti. Şartları daha ağırdı. Kendi annesi onun yarısı kadar düşünceli ve anlayışlı davranmamıştı. Bütün bunlara rağmen böyle köpürüp fırtınalar estirmemişti Peri gençliğinde. Şimdi kızının rastgele öfke patlamaları karşısında eli ayağı dolaşıyor, geçmişte kendi annesine yeterince öfkelenmediği için kendine kızıyordu. Tuhaf şeydi doğrusu; anneanneler, anneler ve kız torunlar arasındaki şu üç kuşak süren etkileşim. “Benim yaşıma gelince senin de sabrın yetmez bu şehre” diye mırıldandı Peri. “Benim yaşıma gelince...” diye taklit etti Deniz, küçümser bir edayla. “Eskiden hiç böyle konuşmazdın.” “Çünkü eskiden bu kadar berbat değildi ortam. Giderek her şey bozuluyor!” “Hayır annecim, ondan değil. Sen yaşlanıyorsun da ondan” dedi Deniz, gıcık olduğunu belli eden bir sesle. “İnsanı ihtiyarlatan şey yaşı değil bu çağda. Konuşma şekli, giyinme şekli. Baksana haline!” “Aaa, ne varmış halimde?” Sessizlik. Peri kaygıyla kıyafetine göz attı. O kadar da özenmişti halbuki. Takmış takıştırmıştı. Giydiği mor ipek elbise ile 15 boncuklu, işlemeli, şifon ceketi, yeni bir alışveriş merkezinin hemen yanında açılan –sanki biri diğerini doğurmuş gibi– daha da yeni bir alışveriş merkezinden almıştı. Pahalı bir takımdı. Fiyata itiraz ettiğinde tezgâhtar hiçbir şey dememiş, dudağına kondurduğu müstehzi bir tebessümle bakmıştı öylece. “Paran yetmiyorsa ne diye geldin buraya kadın?” dercesine. Bu yukarıdan bakış dokunmuştu Peri’ye. “Tamam neyse, alıyorum” diye kestirip atmıştı, gerçekten bu elbiseyi istediğinden emin olmadığı halde. Ve şimdi kumaşın darlığını teninde hissediyor, rengin yanlışlığını görüyordu. Mağazanın floresan ışıkları altında cesur ve iddialı görünen mor, dışarıda çiğ, hatta kasıntı duruyordu. Beyhude düşüncelerdi bunlar, zira eve dönüp üstünü değiştirmeye zaman yoktu. Son üç beş yılda inanılmaz servet yapan bir işadamının yalısında akşam yemeğine davetliydiler. Adamın durumu sıra dışı bir şey değildi Türkiye ölçülerinde. İstanbul yeniyetme zenginlerle doluydu ve bir de mümkün olduğunca kısa yoldan para kazanmak isteyenlerle. Gece geç vakitlere kadar süren bu tarz akşam yemeklerini oldum olası sevememişti Peri. Ona kalsa evde oturup, kafasını bir romanın sayfalarına gömerek saatler geçirmeyi tercih ederdi. Kitapları severdi, hem de çok. Kâinatla arasındaki bağ kelimelerden geçerdi. Yalnızlıkla da arası iyiydi. Ne var ki yalnızlık az bulunan bir nimetti İstanbul’da. Zira her zaman katılacak önemli bir etkinlik ya da illaki yerine getirilmesi gereken acil bir yükümlülük oluyordu – bu toplum, tıpkı yalnız kalmaktan korkan bir çocuk gibi ha bire sosyalleşmek istiyordu. Burjuva sofralarda onca kelam ve ikram. Sigara, sohbet, siyaset. Marka ayakkabılar ve marka elbiseler, ama en önemlisi, tasarımcı elinden çıkmış çantalar. Hemcinslerinin kılık kıyafet takıntısını bir türlü anlayamıyordu Peri. Bazı kadınlar çantalarını uzak diyarlarda savaş meydanlarında kazanılmış ganimetler gibi gururla taşıyorlardı. İnsan nasıl ve niye böbürlenirdi ki bir deri parçasına sahip oldu diye? Bir de şu sahte-gerçek meselesi vardı 16 tabii. İstanbul’un orta ve üst sınıf kimi hanımları, taklit mal alırken görülmemek için Kapalıçarşı ve çevresindeki şaibeli dükkânlara gitmek yerine, dükkân sahiplerini evlerine çağırırdı. Chanel’ler, Louis Vuitton’lar, Bottega’larla dolu, camları karartılmış, plakaları çamurdan okunmaz hale gelmiş (araçların geri kalan yerleri pırıl pırılken) araçlar, varlıklı semtler arasında mekik dokur, casus filmindeymiş gibi villaların özel garajlarına arka kapılardan alınırdı. Ödemeler nakit olarak yapılır; fiş, fatura yazılmaz; başkaca soru sorulmazdı. Bir sonraki sosyal etkinlikte, gene aynı hanımlar birbirlerinin çantalarını incelerdi göz ucuyla. Büyük çabaydı doğrusu. Bunca çabayı insan başka işlere harcasa daha hayırlı olmaz mıydı? Neden bu kadar incelerdi kadınlar birbirlerini? Dikkatle, önyargıyla, dinmeyen bir merakla süzer, hem bariz hem gizli hataların peşine düşerlerdi. Gecikmiş manikürler, eklenmiş kilolar, sarkmış gıdılar, aldırılmış yağlar, botokslu yüzler, saklanmış selülitler, dip boyası gelmiş saçlar, pudra katmanları altına gizlenmiş sivilceler ya da kırışıklar... Hiçbir şey kaçmazdı bu keskin bakışlardan. Her davette kadın konukların nicesi bu amansız incelemenin hem kurbanı hem faili oluverirdi. Doğrusu Peri’nin bu akşamki afili yemeğe hiç gidesi yoktu. Kızının bacaklarını esnetmek için arabadan inmesini fırsat bilen Peri bir sigara yaktı düşünmeden. Sigarayı bırakalı on seneden fazla olmuştu. Ama son zamanlarda yeniden yanında paket taşımaya başlamıştı. Ara sıra öyle tüttürüyordu işte. Gerçi birkaç nefesle tatmin oluyor, hepsini içmiyordu. Kalan sigarayı atarken suçluluk duyuyordu hafiften. Sonrasında kokuyu kapatsın diye naneli sakız çiğniyordu tadını pek sevmese de. “Eğer sakız çeşitleri politik rejimleri temsil etse, naneli sakız kesin faşizm olurdu” diye düşünürdü hep – totaliter, katı, steril. “Ya anne, söndürsene şu mereti” dedi Deniz tekrar arabaya biner binmez. “Bilmiyor musun zararlı olduğunu?” Bu yaşta çocuklar, sigara içenlere tabutlarından kaçmış vampir muamelesi yapıyorlardı. Deniz birkaç hafta evvel okulda 17 sigaranın zararlarını anlatan bir sunum yapmış, tam not almıştı. O gün bugündür daha da büyük bir heves ve azimle her türlü tütüne (bilhassa annesinin sigara içmesine) savaş açmıştı. “Tamam, tamam” dedi Peri, eliyle başından savar gibi bir hareket yaparak. “Valla ben cumhurbaşkanı olsam çocuklarının yanında sigara içen anne babalara ceza keserdim. Cidden!” “Aman iyi ki siyasete girmiyorsun” diye alçaktan homurdandı Peri. Ardından camı açmak için düğmeye bastı. Dışarıya üflediği duman havada şöyle bir kıvrıldı; derken beklenmedik şekilde, yanlarındaki arabanın açık camından içeri süzülüverdi. İnsanın bu şehirde asla paçasını kurtaramadığı bir şey varsa o da buydu zaten: Başkalarıyla iç içe yaşama zorunluluğu. Yayalar sokaklarda tek vücut yürür; yolcular vapurlarda sıkışarak oturur; otobüste, metroda insanlar yan yana dizilirdi. Çarpışır, sürtüşürdü bedenler; rüzgâra kapılmış karahindiba tohumları gibi. Yanlarındaki arabada iki adam vardı. İkisi birden aynı anda sırıttı Peri’ye. İstanbul’da yaşayan her kadının bir adet Yeni Başlayanlar İçin Ataerkillik Sözlüğü’ne ihtiyacı vardı. Bu sözlüğün maddeleri uyarınca, bir kadının tanımadığı bir erkeğin suratına (arabasına) duman üflemesinin açık bir cinsel davet olarak yorumlandığını hatırlayan Peri’nin beti benzi attı. Fırtınalı bir denizdi bu şehir. Buzdağları gibi yükselen ve görünenin altında ne sakladığı belli olmayan erkeklikler arasında dikkatli ve temkinli gezinmek durumundaydı kadınlar. Eşitlik, lafta bile yoktu, değil hakikatte olsun. Kadınlardan gözlerini devamlı yere dikmeleri bekleniyordu bu kültürde. Namus mesajları vermek için, mümkün olduğunca başını öne eğmeliydi cins-i latif. Bu halde insan nasıl araba kullanır, nasıl yolda yürüyebilirdi, o da ayrı konuydu tabii. Şehir hayatının tehlikeleri, özellikle sataşma ve tacizler karşısında insanın sürekli tetikte olması gerekiyordu üstelik. Velhasıl nasıl 18 oluyor da kadınlardan aynı anda hem başlarını öne eğip, hem de gözlerini dört açmaları bekleniyordu, anlayabilmiş değildi Peri. Yandaki adamlardan kurtulmak için hemen sigarasını yola fırlatıp camını kapattı. Tam o esnada trafik ışığı kırmızıdan yeşile dönse de bir şey fark etmedi. Hiçbir şey kıpırdamıyordu. Ancak o zaman yol ortasında yürüyen berduşu fark etti Peri. Sırık gibi uzundu adam; yüzü kemikliydi, alnındaki kırışıklar onu belki de olduğundan yaşlı gösteriyordu. Çenesinde kızıl lekeler, ellerinde döküntülü egzama lezyonları vardı. “Bildikleri tek yaşamı arkalarında bırakarak kaçan binlerce Suriyeliden biri” diye düşündü Peri. Gerçi bizim buralı olması da bir o kadar olasıydı. Türk veya Kürt yahut Arap ya da Çingene, belki de hepsi birden. Bunca değişim ve göç ve karışım yaşamış bir memlekette, kim çıkıp da yüzde yüz tek bir etnik kökenden geldiğini iddia edebilirdi ki – tabii kendine ve çocuklarına düpedüz yalan söylemiyorsa şayet. Adamın ayakları kurumuş çamur izleriyle kaplıydı. Yakasını kaldırdığı yırtık pırtık paltosu kirden siyaha dönmüştü neredeyse. Peri’nin ruj lekeli yarım kalan sigarasını bulmuş, keyifle tüttürüyordu. Bir gurur, hatta meydan okuma vardı bakışlarında. Sanki berduştan ziyade berduş rolünü üstlenmiş ünlü bir aktördü de, performansından gayet emin, alkış bekliyordu. Böylece görmezden gelmesi gereken erkek sayısı üçe çıkan Peri, telaşla yana döndü. Ne var ki arada duran kahve bardağını unutmuştu. Elinin çarpmasıyla içindeki tüm sıvının üstüne dökülmesi bir oldu. “Ahhh, yok artık!!!” diye çığlık attı Peri, elbisesine yayılan lekeye dehşet içinde bakarak. Deniz bir ıslık çaldı, gayet memnun. “Yeni moda bir tasarım olduğunu söylersin sen de” dedi. “Kahveli elbise modeli!” Duymazdan geldi Peri. Söylene söylene bacaklarının arasında duran çantasına uzandı – leylak rengi, devekuşu derisinden 19 Birkin; pek başarılı bir taklitti, tabii eğer Hermès kelimesindeki yanlış konmuş aksanı saymazsak. Bir paket kâğıt mendil çıkardı. Silmekle lekeyi daha beter dağıtacağını bildiği halde, gene de denemek istedi. O kafa dağınıklığıyla, İstanbul’da hiçbir tecrübeli sürücünün asla yapmayacağı bir hata yaptı: Çantasını arka koltuğa fırlattı, hem de kapılar kilitli değilken. Göz ucuyla bir hareket fark etti Peri. Olsa olsa on iki yaşlarında görünen bir dilenci kız onlara doğru geliyordu. Çiroz bedeninde uçuşan giysileriyle, avucunu ileri uzatmış, belden yukarısını oynatmadan, sanki su içinde yürürcesine ilerliyordu. Her araba önünde aşağı yukarı on saniye kadar durup, bir sonraki araca geçiyordu, zira o kısa süre içinde acıma duyguları uyandıramadıysa hiç uyandıramayacağını tecrübeyle öğrenmişti. Hani insanlar “ilk görüşte aşk” diye bir şeyden bahsediyorlardı ya, kızcağız böyle bir şeye ihtimal vermiyordu, ama “ilk görüşte merhamet” diye bir şey vardı. Bundan emindi. Merhamet dediğin kimi insanda var, kiminde yoktu. Olmayandan beklemek anlamsızdı. Kız Range Rover’a yaklaşınca hem Peri hem Deniz otomatik olarak başlarını çevirdiler. Oysa İstanbul dilencileri görmezden gelinmeye alışkın ve hazırlıklıydılar. Tam anneyle kızın başlarını çevirdikleri noktada, aynı yaşlarda başka bir çocuk avucunu açmış bekliyordu. Bir dilenciden kaçan, öteki dilenciye yakalanırdı. Neyse ki o sırada ışık yeşile döndü ve trafik, düğümü düzeltilmiş bahçe hortumundan fışkıran su gibi akmaya başladı. Peri tam ayağını gaz pedalına koyacakken arka kapının bir sustalı hızıyla açılıp kapandığını duydu. Çantasının, sicimle çekilir gibi arabadan alınıverdiğini dikiz aynasından seyretti. “Hırsızlar!” diye bağırdı Peri. Sesi çatladı panikten. “Yardım edin, çantamı çaldılar! Hırsızlar!” Arkadaki arabalar, olup bitenden habersiz, bir an evvel gitme hevesiyle deli gibi kornalarına bastılar. Belli ki kimsenin yardım 20 etmeye niyeti yoktu. Peri bir an, ama sadece bir an, duraksadı. Aniden direksiyonu ustaca çevirerek arabayı kaldırıma çıkardı, dörtlülerini yaktı. “Anne n’apıyorsun ya! Delirdin mi?” Peri yanıt vermedi. Anlatmaya zaman yoktu. Dilencilerin ne yöne sıvıştıklarını görmüştü. İçinden bir his –hayvani bir içgüdü belki de– hemen peşlerine düşerse onları bulup, çantasını geri alabileceğini söylüyordu. “Boş ver anne ya. Altı üstü bir çanta. Hem de sahte!” “İçinde param, kredi kartlarım var.” Deniz endişeyle baktı. Dikkatleri üzerlerine çekmek istemiyordu. Tüm asiliği, ekşi dilliliği ve vurdumduymazlığı belli ki sadece annesine yönelikti. Toplum içinde sivrilmek değildi niyeti. Griler denizinde gri bir damla olmak, etrafa uyum sağlayıp, araya karışmak daha emindi. “Otur burada, kapıları kilitle, beni bekle” dedi Peri. “Bir kerecik ne diyorsam onu yap. Lütfen!” “Ama anne... kafayı mı yedin?” “Düzgün konuş benimle!” dedi Peri. Düşünmeden, hem de hiç düşünmeden, arabadan fırladı. Yüksek topuklu ayakkabı giydiğini unutmuştu. Ayakkabılarını çıkarıp çıplak ayaklarıyla bastı asfalta. Bu arada Deniz, şaşkınlık ve utançtan fal taşı gibi açılmış gözlerle, ağzı bir karış açık ona bakıyordu arabadan. Koşmaya başladı Peri. Düzinelerce gözün önünde, yaşının bütün ağırlığını hissederek; yanakları alev alev, eş-ev kadını-üç çocuk annesi koşmaya başladı. Mor elbisesinin içinde memelerinin hopladığının farkındaydı ama yapacak bir şey yoktu. Bir dergide, sporcu kadınlar için “zıplayan memelere son verecek sutyen” geliştirildiğini okuduğunu hatırladı. Keşke o mucizevi buluştan bir adet edinmiş olsaydı. Olsun varsın. Adını koyamadığı yasak bir bölgeye girmişçesine tuhaf bir özgürlük hissiyle, sürücülerin bakışları ve başının üstünde uçuşan 21 martıların çığlıkları arasında ara sokaklara doğru koştu. Tereddüt etse, hani bir saniyeliğine bile olsa yavaşlasa, yaptığı şey karşısında dehşete düşerdi muhtemelen. Ürkerdi paslı çivilere, kırık bira şişelerine ya da sıçan sidiğine basma olasılığından. O yüzden yavaşlamadı. Bacakları, neredeyse ondan bağımsız bir şekilde hareket ediyordu. Oysa eskiden, çok daha gençken, Peri müptelaydı koşmaya. Nasıl da severdi rüzgârı teninde hissetmeyi, geçmişinden kaçarcasına hızla ilerlemeyi. Bir zamanlar Oxford Üniversitesi’nde öğrenciyken, yağmur çamur demeden hemen her gün kilometrelerce koşmuştu. Hayatındaki nice küçük keyifler ve sessiz zaferler gibi bunu da zamanla unutmuş, rafa kaldırmıştı. Ama şimdi, İstanbul’da, seneler sonra, hem de sahte bir el çantasının ardından hırsız kovalamaya kalkmıştı; bunca insan ve araba ortasında koşuyor, koşuyordu... 22 Dilsiz Şair İstanbul, 1980’ler Peri küçükken, İstanbul’un Anadolu yakasında, alt-orta sınıf bir mahallede, Dilsiz Şair Sokağı’nda ikamet ederdi Nalbantoğulları. Açık pencerelerden sokağa yayılan koku – sarmısaklı yoğurt, patlıcan kızartması, taze çekilmiş kahve, fırından yeni çıkmış pide ve çürüyen günlerden mürekkep karışım– o kadar yoğundu ki her yere siner, mazgallardan, çatlaklardan içeri sızardı. Ama mahalle sakinleri farkında bile değildi durumun. Ancak yabancı biri alabilirdi kokuyu. Bazen bir yere has aksaklıkları ya da ayrıntıları daha iyi kavrayabilmek için ya “el” olmak gerekir, ya bigâne. Ne var ki buralara hemen hemen hiçbir yabancı uğramazdı. Herkes birbirini tanırdı. Bunca iç içeliğin iki yan etkisi vardı; biri yararlı, öteki zararlı. Yardımlaşırdı konu komşu, paylaşırdı hayatın yükünü. Lakin aynı zamanda herkesin gözü herkesin üstündeydi; böyle kapalı ortamda farklı olmak, eleştirel düşünmek kabil değildi. Evler, bakımsız bir kabristandaki mezar taşları gibi iğreti dizilmişti. Hane içlerini gayet pak ve tertipli tutan ahali, sokakların temizliğini çöpçülerin vazifesi addederdi. Kendi evinde toz tutmayanlar, dışarılara kabuk, kâğıt, çer çöp atmakta tereddüt etmezdi. Can sıkıntısı bir sis tabakası gibi çökmüştü üzerlerine; bağrış çağrış sokakta oynayan çocukların sesleri de olmasa hiç dağılacağı yoktu. Sokağın tuhaf isminin nereden geldiğine dair rivayet muhtelifti. Kimileri, bu civarda vaktiyle meşhur bir Osmanlı şairinin yaşadığını söylerdi. Dediklerine göre sanatçı, saraya gönderdiği methiyeler karşılığında aldığı cüzi bahşişi beğenmemiş, sultana şikâyetini iletmişti. Şayet layığınca mükâfatlandırılmazsa bir daha ağzını açmamaya yemin etmişti. “Yedi Düvel Üç Kıta Beş Denizin Hükümdarı, Yüce Allah’ın 23 Yeryüzündeki Gölgesi Padişah Efendimiz, o hudutsuz âlicenaplığıyla bu naçiz kulunu ihya edecektir hiç şüphesiz. Lakin olur da tenezzül etmezse, ben de bunu şiirlerimin pespayeliğine yoracak, ölene dek lâl kalacağım. Zira ölü bir şair kifayetsiz bir şaire yeğdir.” Bu minvalde sözler söylemiş, gece yarısı yağan kar gibi derin bir sessizliğe gömülmeden evvel. Haddini bilmezlikten değilmiş yaptığı; zihnindeki hükümdar mefhumuna hürmet, korku ve sadakat beslermiş. Böyle öğrenmiş ne de olsa büyüklerinden. Yönetene koşulsuz itaat! Ama yine de sanatçıymış işte; özgürlükten, esriklikten yana çarparmış yüreği. Yapamazmış zinhar kapalı kutularda; illaki bir hava deliği bulmalı, içeri ışık sızmalı. Hem biraz daha ilgi, biraz daha övgü, biraz daha sevgi istermiş gönlü – biraz daha para kazansa, o da fena olmazmış. Geçinmek zormuş şair olunca. Olay kulağına geldiğinde sultan tepki göstermemiş. Hatta cüretkârlığın bu kadarı karşısında keyiflenmiş. Durumu telafi etmeye söz vermiş. Bütün despotlar gibi o da sanatçı taifesine karşı karışık duygular beslermiş. Bir yandan onların sağı solu belli olmaz hallerinden ve kural tanımazlıklarından hazzetmez; öte yandan onları ilginç, renkli bulurmuş. Hadlerini bildikleri müddetçe etrafta bulunmalarından hoşlanırmış. Velhasıl birkaç sanatçıyı sarayda, elinin ve kontrolünün altında tutmayı severmiş. Şarkı söylesinler, güldürsün eğlendirsinler, vatanperver şiirler düzsünler ama siyasi konularda asla fikir belirtmesinler istermiş. “İlahi işbölümü”ne inanırmış sultan: “Çiftçiler çiftçiliğini yapsın; kunduracılar kunduracılığını bilsin; şairler otlardan kelebeklerden dem vursun ama yönetim işlerini herkes tek bir yöneticiye bıraksın” dermiş. Ama kader bu ya, sultanın ondan da hırslı bir oğlu varmış. On dokuz oğlundan biri! Bu evlat, saray efradını ardına alıp, babasını alaşağı etmek için harekete geçmiş o hafta. Padişah, asil kanı yerlere dökülmesin diye kirişle boğularak öldürülmüş. Ne de olsa Osmanlı düzeni, hayatta olduğu gibi ölümde de 24 hiyerarşiye uygun davranırmış. Soylular özenle boğulur, isyancıların kellesi kesilir, cariyeler ağzı dikilmiş çuvallar içinde denize atılırmış. Kimine sicim, kimine kılıç, kimine hapis... Mesleğine ve konumuna göreymiş insanların akıbetleri. Saray önündeki darağaçlarında her hafta kelleler sergilenirmiş; önemli şahsiyetlerinki pamukla doldurulurmuş, avamınki samanla. Bizim şair de içten içe susturulmuş hissetmiş kendini. Ağzını bıçak açmamış son nefesine kadar. Mahalle sakinlerinin kimileri ise bu hikâyeyi oldukça farklı naklederdi. Rivayete göre hadise bambaşka biçimde gerçekleşmişti. Şair kendisine cömertçe ödeme yapılmasını talep ettiğinde, küstahlığın bu kadarı karşısında öfkelenmişti sultan. Cezasını vermişti oracıkta: “Derhal dili kesile.” Böyledir işte, asırlardan bu yana... Sen misin fazla konuşan, had hudut tanımayan, adaletsizliğe başkaldıran, evvela dilin gider bu topraklarda. Yitirirsin kelimeleri, etinden et çekilmiş gibi cımbızla. Şairin dili kesildikten sonra dilimlenmiş, kızartılmış, yedi mahallenin kedilerine yedirilmek üzere. Gel gör ki, senebesene bunca sivri laf etmekten dolayı tadı bir tuhafmış; kuyruk yağında nohutla kavrulsa da fayda etmemiş. Kediler yüz çevirip gitmişler. Olayı kafesli pencere ardından seyreden şairin karısı, gizlice dışarı süzülmüş, parçaları toplayıp birbirine dikmiş. Eserini dikkatlice yatağın üstüne bırakıp, dili yeniden kocasının ağzına takabilecek bir cerrah aramaya çıkmış. Ama kadıncağız odadan ayrılır ayrılmaz açık pencereden içeri süzülen bir martı dili kaptığı gibi uçmuş gitmiş. İstanbul’un martıları tadına tuzuna bakmaksızın ne bulurlarsa yemeleriyle nam salmışlar cihana, çok da şaşırmamak gerek bu duruma. Kendisinin iki katı büyüklüğündeki hayvanların bile gözlerini oyup mideye indirebilen bir kuş her şeyi yiyebilir ne de olsa. İşte böylece şair, ömrünün sonuna dek bir balıkçı feneri kadar sessiz kalmış. Onun ifade edemediği dizeleri, şehrin semalarında daireler çizerek uçan beyaz bir kuş çığlıklar atarak söylemiş cümle 25 âleme. Sadece dinlemeyi bilenler işitebilmiş martının gagasından dökülen şiirleri. Sadece onlar kulak vermiş. Gerisi duymamış bile. Adının arkasındaki hikâyenin aslı ne olursa olsun, Nalbantoğullarının oturduğu sokak kısmen sakin, kısmen miskin bir yerdi. Bu muhafazakâr yerde en yüce faziletler maddenin üç haline göre belirlenmişti: Allah’a –ve O’nun tayin ettiği hacı hoca takımına– şaşmaz bir itaat, sonsuz bir teslimiyet ve bükülmez bir istikrarla boyun eğmek (maddenin katı hali); ne kadar çamur ve pislik taşırsa taşısın, Hayat Nehri’ni olduğu gibi kabullenmek (maddenin sıvı hali); her türlü mal mülk ve ganimetin sonunda buhar olacağını düşünerek tüm hırs ve heveslerden vazgeçmek (maddenin gaz hali). Herkesin alın yazısı önceden yazılmış kabul edilirdi. Kaderde olan her çilenin mecburen çekilmesi beklenirdi; buna mahallelilerin birbirlerine ettikleri eziyetler de dahildi: maç kavgası, “Vay sen benim bahçemden nasıl meyve aşırırsın!” tartışması ve koca dayağı dahil. Vişne rengi, iki katlı bir evdi Perilerinki. Yıllar içinde birçok renge boyanmıştı: tuzlu erik yeşili, ceviz reçeli kahverengisi, pancar turşusu moru. Nalbantoğulları alt katı kiralamıştı; ev sahibi de üst katta oturuyordu. Aile zengin olmadığı halde –her türlü servet izafidir zaten, zamanın ve mekânın ölçülerine göre– Peri kendini bir şeylerden mahrum hissetmeden büyümüştü. Gerçi seneler geçtikçe, ailesindeki mutsuzlukları idrak edecekti. Büyümek demek, anne babanın kusurlarını görmeyi öğrenmek demekti. Nalbantoğullarının son çocuğuydu Peri. Tekne kazıntısı. İki oğullarını ergenlik çağına getirmiş çift için doğrusu sürpriz olmuştu gelişi. Üzerine titrenen, sakınılan, her ihtiyacı karşılanan, el üstünde tutulan bir çocuk olarak geçirmişti ilk yıllarını. Yine de ne zaman annesiyle babası aynı odada olsalar gergin bir rüzgâr estiğinin farkındaydı. Meyhane ile cami kadar uyumsuzlardı babası ile annesi. 26 Konuşurken çatılan kaşlarına, seslerine işleyen sert tınıya bakan, onların âşık bir çift değil, satranç oynayan iki ezeli rakip olduğunu görürdü. Bir sonraki hamlelerini hesaplayarak; birbirlerinin kalelerini, fillerini, vezirlerini ele geçirerek; nihai zaferi sağlayacak darbeyi vurmayı hedefleyerek ilerliyorlardı evliliklerinin damalı ve yaralı zemininde. İki taraf da diğerini “ailenin zorbası” olarak görüp, tahammül edilmez buluyor ve ona “Şah mat!” diyeceği günü iple çekiyordu. Karşılıklı hınçları öyle derinlere işlemişti ki, kendilerini mağdur ve mazlum hissetmek için bir sebebe ihtiyaç duymaz olmuşlardı artık. O küçücük yaşında bile Peri annesiyle babasının aşk evliliği yapmadığını, sadece bugün değil, aslında hiçbir zaman birbirlerini sevmediklerini anlamıştı. Ne zor şeydi birbirini hiç sevmemiş bir çiftin evladı olmak. Akşamları babası büyük rakı şişesinin etrafına yerleştirilmiş mezelerle dolu masanın başına otururdu: ciğer tava, fava, zeytinyağlı enginar, kavun, beyazpeynir ve en sevdiği şey olan beyin salatası. Lakin boğazına düşkün biri değildi Mensur Bey. Yemek yemeyi, aç karnına içmemek için rıza gösterdiği bir vazife addederdi adeta. Her mezeyi müşkülpesent bir tadımcı gibi dener, yavaş yavaş sindirirdi. “Kumar oynamam, çalıp çırpmam, sigara içmem, karı kız peşinde koşmam, ne rüşvet aldım, ne hırsızlık ettim, alnım ak; kimselere zarar vermem, yalan dolan desen yoktur kitabımda; herhalde Allah bu garip kuluna akşamları bir kadehçik içmeyi çok görmez, bu kadar günahı da helal etsin bana” derdi ara ara. Bu uzun akşam yemeklerinde ona katılan bir iki arkadaşı olurdu genelde. Siyasetten ve siyasetçilerden konuşur, memleketin haline dertlenirlerdi. Bu ülkedeki nice vatandaş gibi onlar da sohbetlerinin çoğunu, en az sevdikleri şeyleri konuşmaya ayırırlardı. “Dünyayı dolaş bak, göreceksin herkesin içki içişi ne kadar farklı” derdi Mensur kızına. Kendisi gemi makinisti olarak epey dolaşmıştı gençliğinde. “Demokrasi olan memlekette bir adam 27 sarhoş oldu mu, ‘Ah ne oldu benim güzel sevgilime?’ diye ağlar. Demokrasi olmayan yerde ise, bir adam sarhoş oldu mu, ‘Ah ne oldu benim güzel memleketime?’ diye ağlar.” Çok geçmeden kelimeler eriyip ezgilere dönüşürdü. Mensur Bey ve ahbapları inceden şarkılar söylemeye başlarlardı – önce oynak Balkan havaları, ardından devrimci Karadeniz türküleri, sonra da İç Anadolu’nun gamlı uzun havaları. Kürtçe, Türkçe, Zazaca, Rumca, Ermenice, Ladino şarkı sözleri, kıvrıla kıvrıla yükselen duman halkaları gibi birbirlerine eklenirdi havada. Peri bir köşede kendi başına oturup izlerdi. Böyle zamanlarda yüreğine bir ağırlık çökerdi. Sevgili babasının neden bu kadar kederli olduğunu merak ederdi. Ne bu hüzün kalesine sızmayı başarabilir, ne de denemekten vazgeçerdi, çünkü ailede herkesin tanıklık edeceği üzre bizim Peri annesinin değil, babasının kızıydı. Duvardaki işlemeli çerçevenin içinden, çelik mavisi gözlerindeki altın rengi harelerle onlara bakardı Atatürk. Ulu Önder portreleri evin her yerindeydi. Mutfakta asker üniformalı Atatürk, oturma odasında redingotlu Atatürk, ebeveyn yatak odasında paltolu ve kalpaklı Atatürk, koridorda ipek eldivenli ve pelerinli Atatürk. “Atamız olmasaydı İran gibi olurduk, sakın unutma” derdi Mensur kızına. “Artık ben çember sakal bırakırdım mecburen, bodrumda gizli gizli kendi içkimi üretirdim. Enseme çökerlerdi tabii, yakalayıp meydanda kırbaçlarlardı. Ve sen canım kızım, daha bu yaşta çarşaf giymeye başlardın. Kapkara!” Mensur’un arkadaşları genelde öğretmenler, banka memurları, mühendislerdi. Onlar da en az onun kadar bağlıydılar Atatürk ve ilkelerine. Kimi akşamlar usuldan kahramanlık şiirleri okur, ilham gelirse yazarlardı da. Bu şiirlerin çoğu ritim olarak birbirine o kadar yakın ve içerik bakımından öyle mükerrerdi ki, farklı edebi eserlerden ziyade aynı gür seslenişin yankıları gibi gelirdi kulağa. 28 Oturma odasında kalıp bu duygulu sohbetlere kulak vermeyi severdi Peri. Mensur ve arkadaşları da Peri’nin varlığına ses etmezdi. Hatta konuşmalarına gösterdiği ilgiden memnun olur, gençliğe ve geleceğe dair umutlanırlardı. Böylece Peri çocukluğu boyunca, babasının en sevdiği kupadan portakal suyu içerek yanı başında oturdu her akşam. Kupanın bir yanında Atatürk’ün imzası, diğer yanında bir sözü vardı: “Medenî dünya çok ileridedir. Buna yetişmek, o medeniyet dairesine dahil olmak mecburiyetindeyiz.” Bu porselen kupayı pek severdi Peri; avucunun içinde pürüzsüzlüğünü hissetmeye bayılırdı, ama içeceğini bitirdiğinde sanki medeni dünyaya yetişme şansı da bitivermiş gibi gelir, içini hüzün kaplardı. Sürekli de oturmazdı tabii. Buz kovasını doldurmak, kül tablalarını boşaltmak, ekmek dilimlemek derken ha bire iş çıkardı – annesi ortada olmazdı çünkü. Selma sofrayı kurup yemekleri masaya koyar koymaz odasına çekilir, ertesi sabaha kadar da çıkmazdı. Yattığı yerden onları dinlerdi muhtemelen. Duymamak mümkün değildi ki; duvarlar kâğıt kadar inceydi. Ama Selma ile Mensur arasında uzun zaman evvel dikilmiş bir başka duvar vardı, her sene bir kat daha yükselen. Selma bir süre önce, vaazlarındaki belagat ve görüşlerindeki katılıkla namdar bir hocanın liderliğindeki bir tarikata dahil olmuştu. Üzümbaz Efendi diyorlardı ona – nerede putperestlik ve kâfirlik emaresi görse ayağının altına alıp üzüm gibi ezip geçeceğini iddia ettiğinden. Lakabının sulu üzümleri, üzümlerin de şarap imalatını çağrıştırması bu tarikat şeyhini zerrece rahatsız etmezdi. O, işin ezip geçme kısmını benimsemişti. Bu bağnaz hocanın etkisi altında gözle görülür şekilde değişmişti Selma. Artık yalnızca karşı cinsle tokalaşmayı reddetmekle kalmıyor, otobüste bir erkeğin kalktığı koltuğa oturmayı da kabul etmiyordu – hatta adamcağız ona yer vermek için nezaketen kalkmış bile olsa. Bazı arkadaşlarının yaptığı gibi kara çarşafa, peçeye meyletmemişti ama bir sabah aniden örtünüvermişti. Pop müziği yoz bulduğundan onaylamıyordu. 29 Her türlü şekerleme, dondurma, patates cipsi ve çikolata ürününün –üzerinde helal yazanların bile– eve girmesini yasaklamıştı. Zira Üzümbaz Efendi’den bu tür ürünlerin içinde jelatin, jelatinin içinde de domuz kemikleri olabileceğine dair bir vaaz dinlemişti. Gene aynı sebepten ötürü şampuan yerine kil, diş macunu yerine sadece misvak, mum yerine içine fitil yerleştirilmiş bir top tereyağı kullanıyordu. Kafa dengi ahbaplarıyla İstanbul ve çevresindeki plajlara geziler düzenliyor, güneşlenen bikinili, mayolu kadınları, ruhlarını kurtarmak için çok geç olmadan tövbeye ikna etmeye çalışıyorlardı. Ünlemlerin bol keseden, virgüllerinse hasisçe kullanıldığı, düşük cümleler ve feci yazım hatalarıyla dolu broşürler dağıtıyorlar; Allah’ın havvakızlarını toplum içinde böyle yarı çıplak görmek istemediğini anlatıp duruyorlardı. Akşam olup da plajlar boşalınca, aynı broşürler yırtılmış ve lekelenmiş olarak rüzgârda uçuşurdu; “ten”, “günah”, “cehennem” sözcükleri kurumuş yosunlar gibi kumların üstüne saçılırdı. Selma zaten ezelden beridir heyecanlı biriydi, ama hayatının bu yeni döneminde, başkalarını, özellikle de kocasını, Hak yoluna çekme hevesiyle iyiden iyiye konuşkan kesilmişti. Mensur’un da “ıslah edilmek” gibi bir niyeti olmayınca, evde yan yana duramaz olmuşlardı. Bir savaş diyarıydı artık Nalbantoğulları hanesi. İnanç ve kimlik meselesi, Nalbantoğullarının evine bir göktaşı gibi beklenmedik şekilde düşerek aileyi iki kampa ayırmıştı. Son derece dindar ve milliyetçi olan küçük oğul Hakan hiç tereddüt etmeden annesinin tarafını seçmişti; büyük oğul Umut bir süre kararsız kalsa da, söylediği ve yaptığı her şeyden sola meylettiği aşikârdı. Gün gelip solculuğunu nihayet açıkça sahiplendiğinde, basbayağı koyu bir Marksist olduğu ortaya çıkacaktı. Bu yarı yarıya bölünme Peri’yi zor durumda bırakmıştı. Mensur da, Selma da onu kendi tarafına çekmeye çalışırdı. Annesinin uzlaşmaz dindarlığı ile babasının uzlaşmaz 30 materyalizmi arasında bir karar verme mecburiyeti neredeyse paralize ediyordu kızcağızı. Zira Peri, mümkün olduğunca kimseyi kırmamaya, üzmemeye çalışan bir insandı. Etrafında bu kadar çok tartışma, sürtüşme olunca o da edilgenliği seçti sessizce. Halbuki ne ateşler vardı içinde. Söndürdü her birini elleriyle. Başkalarını uzlaştırayım, ortamı yatıştırayım diye kendinden uzaklaştı günbegün. Çocukken tam olarak çocuk, gençken tam olarak genç olamayacaktı bir türlü; hep yaşından fersah fersah önde. Peri’nin annesiyle babası arasındaki uçurumun en bariz olduğu yer oturma odasıydı. Televizyonun üstündeki iki raftan ilki Mensur’un kitaplarına ayrılmıştı: Lord Kinross’tan Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Atatürk’ün Nutuk’u, Nâzım Hikmet’in tüm eserleri, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’su ve okuna okuna yıpranmış cildiyle Ömer Hayyam’ın Rubailer’i... İkinci raf ise bambaşka bir âlemdi. Yıllarca, değişik renk ve boyutta porselen atlar –altın rengi yeleleri ve ebemkuşağı kuyruklarıyla, oynaşan, koşuşan, otlayan midilliler, küheylanlar, kısraklar– durmuştu burada. Derken, yavaş yavaş kitaplar gelmeye başlamıştı: Buhari’nin derlediği Hadisler, İmam-ı Gazali’nin eserleri, Abdest ve Namaz Hocası, Müslümanlıkta Ahlaklı Hayat, Müslüman Kadının El Kitabı, Sabır ve Kadirşinaslık Erdemleri, İslamî Rüya Tabirleri... Başköşe Üzümbaz Efendi’nin yegâne eserine ayrılmıştı: Hızla Yozlaşan Dünyada Nasıl Pak Kalınır? Kitaplar arttıkça atlar santim santim rafın ucuna kaymış, yalçın bir uçurum kenarında soluklanırcasına kalakalmışlardı orada. Evin içinde deveran eden fikir ve duygu tufanı şaşkına çeviriyordu Peri’yi. Bütün öğretilenlerden biliyordu ki Yaradan tek ve biricikti. Ama annesinin korkuyla ve huşuyla yalvarıp yakardığı Allah ile babasının sitemle dert yandığı Tanrı’nın aynı varlık olduğuna inanması mümkün değildi. Nasıl oluyordu da aynı yatağı olmasa da, hâlâ aynı yüzüğü paylaşan iki insan, 31 Yaradan’ı bu kadar zıt tahayyül edebiliyordu? Nasıl oluyordu da aynı varlık, dolayısıyla tek hakikat, bu kadar farklı algılanabiliyordu? 32 Bıçak İstanbul, 2016 Peri çok geçmeden iki küçük hırsızı gördü uzakta. Ellerinden geldiğince hızlı kaçmışlardı ama o daha süratliydi. Şansına – tabii eğer şanssa bunun adı– inanamadı. Çantasının hâlâ onlarda olduğundan emin değilse de peşleri sıra devam etti koşmaya. Azimle kovaladı. Daracık bir ara sokağa daldı; her solukta göğsü yanıyordu. Çocuklar oradaydılar işte. Yanlarında bir adam oturuyordu. Peri hemen tanıdı. Az evvel sigarasının geri kalanını içen berduşun ta kendisi! Peri, onlara doğru bir adım attı ama konuşamadı. Düşünmeden, adeta hayvani bir içgüdüyle hareket etmişti; birdenbire bocaladı. Hırsızları kovalamak kolaydı da esas yakalayınca ne yapması gerektiğine dair en ufak bir fikri yoktu. Berduş onu bekliyormuş gibi sakince gülümsedi. Yakından farklı görünüyordu; elmacıkkemiklerinin sıska çizgilerinde mükemmel bir simetri, gözlerinin kara derinliklerinde gencecik bir ışıltı vardı. Üstünün başının pejmürdeliği olmasa, züppe bir hali olduğu bile söylenebilirdi. Peri’nin çantasını sıkıca kucağında tutuyordu; uzun zamandır görmediği bir sevgiliyi okşarcasına. “O bana ait” dedi Peri, boğazında bir düğüm hissederek. Berduş alaycı bir bakış attı. Tokasını açtığı çantayı havaya kaldırdı ve aniden baş aşağı çevirdi. İçindekiler paldır küldür döküldü ortalığa: ev anahtarları, ruj, cep telefonu, göz kalemi, güneş gözlüğü, dolmakalem, minyatür bir parfüm şişesi, mendil paketi, saç fırçası, tampon... Ve bir de deri cüzdan. Bu sonuncusunu dikkatle yerden aldı adam. İçindekileri tek tek çıkardı: kâğıt paralar, kredi kartları, nüfus kâğıdı, araba ehliyeti, 33 aile fotoğrafları. Diğer şeylerle ilgilenmeden paraları cebine attı, cep telefonunu ise yanına koydu. Bir ıslık tutturdu gamsızlığını aşikâr etmek istercesine. Tam cüzdanı fırlatıp atacakken durakladı. Bir şey çarpmıştı adamın gözüne. Peri’nin bunca zaman özenle sakladığı, en yakınındakilerle bile paylaşmadığı bir Polaroid fotoğraf. Çok eskilerden kalma bir hatıra, kimselerin bilmediği bir sır. Berduş ilgiyle baktı fotoğraftaki yüzlere. Orta yaşlı bir adam ve üç genç kadın vardı karede; bir profesör ile üç öğrencisi. Paltolarına, atkılarına sarınmış yan yana duruyorlardı, yüzlerinde tebessümlerle. Sırtlarını Oxford Üniversitesi’ndeki Bodleian Kütüphanesi’ne vermiş, kışın en soğuk günlerinden birine hapsolmuşlardı sonsuza dek. Berduş, sanki Oxford Üniversitesi’ni bir film sahnesinden tanımış gibi başını kaldırıp sırıttı Peri’ye. Kim bilir belki de fotoğraftaki kızlardan birinin şimdi karşısında duran kadın olduğunu anlamıştı. Evet, Peri o üç öğrenciden biriydi. Seneler içinde biraz kilo almış, cildinde ilk kırışıklar belirmişti. Saçları artık daha kısa ve daha düzdü, ama gözleri hep aynı kalmıştı. Berduşun fotoğrafa ilgisi uzun sürmedi; tutup aniden kenara fırlatıverdi. Havada birkaç saniye süzüldükten sonra yere düştü Polaroid. Peri gayriihtiyari irkildi; fotoğraf canlıymış da incinecekmiş gibi hissetti. Adamla konuşursa çantasını –ve değerli fotoğrafını– geri alabileceğini zannetti. Sokak ıssızdı, gökyüzünün ışığı çekilivermişti. Anayoldan ne kadar uzaklaşmıştı acaba? Trafiğin sesini duyabiliyordu hâlâ ama cam duvar arkasından gelircesine boğuktu. Korktu birden. Paniğe kapıldı. Bu arada öylece durdu berduş. Ne bir şey söyledi ne bir hamle yaptı. Aralarındaki sessizlik öyle kesifti ki, yakınlardaki çöp yığınında koşuşturan bir farenin ayak seslerini duyabildiğini sandı Peri. Belli ki İstanbul kedilerine uzaktı bu dar sokak; 34 şehrin sınırları dışındaydı adeta. Berduş paltosunun ceplerini yokladı, aradığı şeyi bulup çıkardı. Bir naylon poşet ve bir tüp Bally. Adam tüpü açtı; tamamını torbaya boşalttı. Sonra içine hava üfleyerek küçük bir balon haline getirdi. Eserine bakarak gülümsedi; düşen her kar tanesinin pırlanta ya da inci olduğu bir kar küresiydi sanki yarattığı. Torbayı burnuyla ağzını kavrayacak şekilde suratına yerleştirdi; derin bir soluk aldı; bir daha ve bir daha. Başını yeniden kaldırdığında ifadesi tamamen değişmişti, hem buradaydı, hem uzaklarda. Peri o zaman anladı ki karşısındaki bir Bally bağımlısı. Adamın gözünün akındaki damarları fark etti – kavrulmuş toprakta kızıl çatlaklar gibi. İçinden bir ses derhal buradan uzaklaşmasını, kızına ve arabasına geri dönmesini söylese de sanki yapıştırıcı ayaklarına dökülmüş gibi kıpırdamadan durdu. Berduş nihayet torbayı elinden bırakır gibi olduğunda çocuklardan biri uzanıp kaptı ganimeti, telaşla içine çekti kalan Bally’yi. Diğer ufaklık sona kalmanın sabırsızlığıyla kenarda bekledi. Sokak çocuklarının ve küçük yaşta fuhuşa itilenlerin favori maddesiydi Bally; onları tüy gibi hafifletip çatıların, kubbelerin ve gökdelenlerin üstünden aşırtarak uçuran; hapishanelerin, nezarethanelerin, sefaletin, tecavüzcülerin ve pezevenklerin mevcut olmadığı asude diyarlara taşıyan sihirli halıydı. O hayali yerde kalabildikleri kadar uzun kalır, dalından topladıkları altın rengi üzümleri ve sulu şeftalileri tadarlardı. Soğuk, gaddarlık ve açlığın ulaşamadığı o büyülü cennette, öcüleri kovalayıp devlerle alay eder, cinleri içinden çıktıkları lambalara geri tıkıp, tutsak ederlerdi. Bütün güzel düşler gibi bunun da bir bedeli vardı elbette. Bally vücutlarına nüfuz edip, beyin hücrelerinin zarlarını eritirdi; sinir sistemlerine saldırır, böbreklerini ve karaciğerlerini mahveder, için için yiyip bitirirdi sokak çocuklarını. Berduş çevik bir hamleyle aniden ayağa kalktı. Yüzüne çöreklenen ifade ürkütücüydü. 35 “Kızım polis çağırdı, haberin olsun!” diye bağırdı Peri; içinde kötü bir his yandı söndü. “Birkaç dakikaya burada olurlar.” Sanki bu sözü bekliyormuş gibi bir adım attı berduş, bir adım daha. Peri’ye fikrini değiştirmek için zaman vermek ya da olacaklardan sorumlu tutulamayacağını netleştirmek ister gibi ağır ve temkinliydi hareketleri. İki çocuk ortadan kaybolmuştu. Ne zaman nereye gitmişlerdi, hiçbir fikri yoktu Peri’nin. Fark etmemişti bile çekildiklerini. Öylesine sabit gözlerle bakakalmıştı berduşa. Arka sokakların kralıydı o, toplanmamış çöplerin sultanı. Tipi değil ama tavırlarındaki ciddiyet ve ağırlık birini hatırlatıyordu Peri’ye – maziye kilitleyip orada bıraktığını sandığı birini; şu hayatta hiç kimseyi sevmediği gibi sevdiği, bir zamanlar sırılsıklam âşık olduğu birini. İlerideki sokak lambasının solgun ışığında, yerde tozlar içindeki Polaroid’e dönüp baktı Peri. Oxford Üniversitesi’nden elinde kalan birkaç fotoğraftan biriydi – Profesör Azur’un içinde bulunduğu tek kare. Kaybetmeyi göze alamazdı. Başını kaldırdığında, berduşun burnunun kanadığını görerek irkildi. Göğsüne dökülen kan damlaları öyle parlak bir kırmızıydı ki boyayı andırıyordu. Ne var ki adam umursamıyordu. Seri hareketlerle ona doğru ilerliyordu. Korkuyla iç çekti Peri. Kendi sesi kulağına yabancı, yabani geldi. Çeliğin ışıltısını gördü bir an, berduş bıçağı çekip ona doğru savurmadan evvel. 36 Oyuncak İstanbul, 1980’ler Bir cuma gecesi geç vakit geldiler. Avlanmak için karanlığın pelerinini şehrin üstüne atmasını bekleyen gececil kuşlar gibiydiler. Zili çalmak yerine kapıyı yumrukladılar. Gümbür gümbür sesi evde en son duyan Selma oldu. Geç yatmıştı zira. Ertesi gün misafir bekliyorlardı; o yüzden en beğenilen yemeklerinden birini –güveçte naneli kuzu budu– hazırlamak için geç saatlere kadar ayakta kalmış, daha yeni uykuya dalmıştı. Selma kalkıp ayaklanana kadar polisler evin içine girmiş, Nalbantoğullarının iki oğlunun paylaştığı odayı altüst etmeye başlamışlardı bile. O baskından sonra, geç uyandığı için kendini suçlarcasına, bir daha asla geceleri doğru düzgün uyuyamayacaktı Selma. O da bir gececil kuşa dönüşecekti. Her ne kadar polisler buldukları her şeyi inceleseler de hal ve tavırlarından aşikârdı büyük oğul Umut için geldikleri. Umut’u tek başına bir köşeye dikmiş, ailesiyle bakışmasını bile yasaklamışlardı. Abisini o halde görmek, yedi yaşındaki Peri’nin içini kederle doldurdu. Bunu kimseye söylemişliği yoktu ama en sevdiği abisiydi Umut. Her gülümseyişinde ışıldayan iri ela gözleri, ona yaşından daha bilge bir hava veren geniş bir alnı vardı. Peri gibi Umut’un da yanakları kolaycacık kızarırdı. Peri’nin aksine, adıyla müsemma şekilde umut ve iyimserlik doluydu. Aralarındaki yaş farkına rağmen Umut hep Peri’ye yakın olmuştu; sırf kız kardeşinin hatırı için onunla her türlü saçma sapan oyunu oynar, bazen korsan, bazen kâhin olurdu. Kimya mühendisliği okuduğu üniversitede Umut içine kapanmıştı. Bıyık bırakmış, saçını uzatmış, duvarlarına Peri’nin daha önce görmediği insanların fotoğraflarını asmıştı: kır sakallı bir dede; yuvarlak, tel gözlüklü, açık yüzlü bir adam; 37 karmakarışık saçlı ve koyu renk bereli bir başka adam. Bir de saçlarını toplamış, beyaz şapkalı bir kadın vardı. Peri bu insanların kim olduğunu sorduğunda “Bu Marx, diğeri Gramsci. Bereli olansa yoldaş Che” diye açıklamıştı abisi. “Hımm” demişti Peri; abisinin neden bahsettiğine dair en ufak bir fikri olmasa da sesindeki heyecandan etkilenmişti. “Peki bu?” “Rosa” demişti abisi, uzun zamandır hasret kaldığı bir dosttan bahsedercesine sevecen. “Keşke benim adım da Rosa olsaydı.” Gülümsemişti Umut. “Senin adın daha güzel, ama istersen sana Rosa-Peri derim. Belki sen de ileride devrimci olursun.” “Devrimci ne demek?” Bir an duraklamıştı Umut. “Devrimci, bütün çocukların oyuncakları olmasını ama hiçbir çocuğun aşırı oyuncağı olmamasını isteyen kişiye denir.” “Pe-ki...” demişti Peri kafası karışmış halde. Duyduklarının yarısını beğenmiş, yarısını beğenmemişti. “Ne kadar olursa, aşırı sayılır mesela?” Polislerin şimdi duvarlardan söktüğü posterler bunlardı işte. Yırtılacak bir şey kalmadığında kitaplara bakmaya başladılar. (Hakan’ın okumakla arası olmadığı için kitapların hepsi Umut’a aitti). Karl Marx’ın Komünist Manifesto’su, Friedrich Engels’den İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Lev Troçki’den Sürekli Devrim, George Orwell’den Katalonya’ya Selam, Thomas More’dan Ütopya... Çatık kaşlarla sayfaları hızla çevirerek tarıyor, kişisel mektuplar ve notlar var mı diye bakıyorlardı. Bir şey bulamadılar ama yine de kitaplara el koydular. “Ne diye okuyorsun lan bu bokları?” dedi polislerin başındaki komiser. Örümcek Kadının Öpücüğü’nü tutmuş, Umut’a doğru sallıyordu. “Sen Müslüman değil misin? Türk değil misin? 38 Baban Müslüman Türk, anan Müslüman Türk. Yedi göbek sülalen desen öyle. Sana ne, ha? Sana ne bu ecnebi zırvalardan?” Umut gözlerini çıplak ayaklarına dikti; yuvarlak, tertemiz ayak parmakları adeta kendilerini güvende hissetmek istercesine birbirlerine sokulmuşlardı. “Varsa bir dertleri kendileri çözsünler Allah’ın belası Batılılar” dedi komiser. “Biz gül gibi geçinip gidiyoruz memleketimizde. Hepimiz aynıyız, sınıf mınıf yok burada. Ne anlama geldiğini bile bilmeyiz o kelimenin. Sen hiç karşısındakine ‘Emmi senin sınıfın ne?’ diye soran birini gördün mü? Görmedin tabii! Tek din, tek millet, tek her bir şey. Anlıyor musun?” Komiser, Umut’a daha da yaklaşmış, sanki koklayacakmış gibi eğiliyordu. “Böyle saçmalıklara son vermek için koca koca darbeler yapıldı bu memlekette. Şimdi yine çıkıyor solcular mantar gibi! İzin verir miyiz sanıyorsun? O okuduğun kitaplar iftira, yalan dolu. Mürekkep değil zıkkımla yazılmış hepsi! Yoksa sen de mi zehirlendin, ha?” Umut hiçbir şey demedi. “Sana bir soru sordum, geri zekâlı!” diye bağırdı komiser, burun deliklerini açarak. “Zehirlendin mi dedim!” “Hayır” diye yanıt verdi Umut; sesi ancak bir fısıltı kadar çıkmıştı. “Hımm, bence kesin öyle” dedi adam, kendi kendine hak verircesine başını sallayarak. Döşekler, gardırop, çekmeceler, hatta odun sobasının içi... bakmadıkları delik, yoklamadıkları köşe bırakmadılar. Aradıkları her ne idiyse bulamamış gibiydiler; bu da nedense onları daha çok sinirlendirmişti. “Her yeri arayın. Saklamışlar besbelli” diye emretti komiser adamlarına. Sigaranın birini söndürüp birini yakıyor, küllerini 39 yerlere silkiyordu. “Affedersiniz... tam olarak neyi saklamışız acaba?” diye lafa girecek oldu Mensur, ailenin diğer fertlerinin dizilip bekletildikleri karşı köşeden. Seyrek saçları karışık, çizgili pijaması kırışıktı; ayaklarında pofuduk terlikler vardı. “Bulduğumuzda bir tarafına sokarım, anlarsın” diye yanıt verdi komiser. “Sanki bilmiyor ne aradığımızı.” Peri bu kelimelerin sertliği karşısında irkilerek babasının elini tuttu. Ama gözlerini abisinden ayırmıyordu. Umut’un yüzü kireç gibi bembeyazdı; onun için endişeleniyordu. Polisler diğer yatak odalarının, banyonun, tuvaletin, hıyar turşularıyla biber kurularını sakladıkları kilerin altını üstüne getirdiler. Açılıp kapanan çekmecelerin, didiklenen kutuların, sağa sola atılan çatal bıçağın sesleri geliyordu mutfaktan. Her zaman dantel örtülü tertipli rafların olduğu yerde şimdi karışıklık hâkimdi. Bir saat, belki daha fazla zaman geçti. Dışarıda, semada incecik bir ışık çizgisi belirdi, tıpkı bir bebeğin yeni patlayan dişi gibi yarıyordu kurşuni göğü. “Peki ya çocuk?” diye sordu komiser. İzmaritini halının üstüne atıp ayakkabısının topuğuyla söndürdü. “Oyuncakların arasına baktınız mı?” Selma, gözlerini daha o gün temizlediği halıdan ayırmadan araya girdi. “Bir yanlışlık olmalı efendim. Mazbut bir aileyiz biz. Allah’tan korkarız.” Söylenenleri duymazdan gelerek, Peri’ye dönüp dik dik baktı adam. “Nerede senin eşyaların? Göster bize.” Peri’nin gözleri büyüdü. Neden herkes onun oyuncaklarıyla ilgileniyordu ki – önce devrimciler, şimdi de polis? Öyle çok fazla oyuncağı da yoktu zaten. “Söylemem.” Hâlâ kızının elini tutan Mensur onu geriye çekerek “Şşş” dedi. “Bırak da baksınlar. Kaygılanacak bir şeyimiz yok nasılsa.” Sonra sözlerini belirli birine yöneltmeksizin, “Yatağının 40 altındaki pembe sandıktalar” dedi. Birkaç dakika sonra, polisler geri geldiklerinde, komiserin parmaklarının ucunda tuttuğu nesneden ziyade yüzündeki ifade oldu Peri’yi telaşlandıran. “Vay, vay! Bakın ne varmış burada?” dedi komiser. Peri daha önce hiç silah görmemişti. Televizyondakilerle karşılaştırıldığında o kadar küçük görünüyordu ki, bir an acaba gerçek mi diye merak etti. “Beşiğin içine saklanmış. Oyuncak bebeğin altına! Aman ne akıllıca!” “Kuran çarpsın ki bizim haberimiz yok” dedi Selma titrek bir sesle. “Sen bilmiyorsun tabii kadın, ama oğlun biliyor.” “Benim değil o” dedi Umut; yüzü kıpkırmızıydı. “Birkaç gün saklamamı istediler. Yarın geri götürecektim. Ben kullanmayı bile bilmem.” “Kimmiş senden bunu isteyenler bakalım?” diye sordu komiser. Umut sessizliğe gömüldü. Dışarıda, yakınlardaki bir caminin müezzininin sesi yükseldi. “Tamam, gidiyoruz” dedi komiser. “Alın bunu.” Silahı gördüğü an donup kalmış olan Mensur yalvarmaya başladı. “Beyefendi lütfen. Bir yanlışlık olmalı. Mutlaka bir izahı vardır. Oğlumuz altın kalplidir. Kimseleri incitmez. Ondan kimseye kötülük gelmez.” Kapıya doğru birkaç adım atmış olan komiser topuklarının üstünde geri döndü. “Hep aynı maval! Çoluk çocuğunuza mukayyet olmuyorsunuz; onlar da gidip Allahsız komünist piçlerle takılıyor, burunlarını bin türlü pisliğe sokuyorlar. İş işten geçtikten sonra böyle sızlanıp yalvarıyorsunuz. Ah vah ediyorsunuz. Doğru dürüst bakmayacaksan ne demeye çocuk yaptın dangalak? Sikini tutamadın mı?” 41 Komiser ani bir hareketle Mensur’un pijama pantolonuna asılarak dizlerine kadar indirdi. Adamcağızın belki biraz eski ama beyaz pak donu ortaya çıkıverdi. Polislerin bir ikisi gülüştü. Diğerleri umursamıyormuş gibi yaptı. Birkaçı ise utanarak uzağa baktı. Peri babasının elinden bütün enerjinin çekildiğini, parmaklarının bir cesedinki gibi hissiz ve kansız kaldığını hissetti. Babasının sessizliğini duymak; konuşmaya başladığı günden beri hayran olduğu, saygı duyduğu, örnek aldığı ve canı kadar sevdiği insanın utancına şahit olmak allak bullak etti çocuğu. Mensur titreyerek pijamasını çekene kadar polisler kapıdan çıkmıştı bile. Umut’u da yanlarına alarak. * * * Günlerce gözaltında kaldı Umut. Bu zaman zarfında ailesi onu hiç görmedi. Yasadışı komünist bir örgüt üyesi olmakla suçlanmış, silahın kendisine ait olduğunu kabul etmişti – çırılçıplak ve gözleri bağlı vaziyette metal bir somyaya bağlanıp, vücuduna elektrik verildikten sonra. Hatta elektrotları hayalarına bağlayıp voltajı iki katına çıkardıklarında, devlet yetkililerine yönelik bir seri suikast planı yapan bir hücrenin lideri olduğunu bile “itiraf” etmişti. O kadar çok işkence görmüştü ki fark etmiyordu artık, ne söyledilerse üstlenmişti can havliyle. Keskin yanık et kokusu, bakırımsı kan kokusu, ekşi idrar kokusu ve baş işkencecisi “Fıskiye” Fahir’in –bahçe hortumuyla geliştirdiği işkence tekniklerine borçluydu lakabını– çiğnediği sakızın naneli kokusu. Umut ne zaman kendinden geçecek olsa üzerine sıkılan soğuk suyla ayıltılıyordu. Akşamları ona işkence eden aynı polis memurları sabahları yaralarına merhem sürüyorlardı ki uygulamaya devam edebilsinler. Bazen gelip yanında otururdu Fıskiye Fahir; maaşının azlığından, iş saatlerinin uzunluğundan ve kendisinden yaşlı, evli barklı bir adama kaçan akılsız kızından yakınırdı. Çifte kumrular altı ay sonra beş parasız çıkagelmişlerdi korka korka. “Oracıkta ümüklerini sıkabilirdim 42 amma...” Kıyamamıştı Fıskiye Fahir. Birçok profesyonel işkenceci gibi o da aile fertlerine karşı korumacı, üstlerine karşı itaatkâr ve geri kalan herkese karşı gaddardı. Seanslar arasında bazen İstiklal Marşı, bazen de öteki zanlıların çığlıkları dinletilirdi Umut’a; tıpkı onlara da Umut’un çığlıklarının dinletildiği gibi. Bir keresinde, ihmalkârlık bu ya, işkencecileri elektrik vermeden önce ağzına bez sıkıştırmayı unuttuklarından, dilini ısırmış, neredeyse ortadan ikiye bölmüştü. Uzun, çok uzun zaman, ne tatlı ne tuzlu, hiçbir şeyin tadını tam alamayacaktı. 1980 darbesinin ardından ülkenin her yerinde hapishaneler, karakollar ve ıslahevlerinde yaygın olarak uygulanan işkencenin artık azaldığı iddia ediliyordu. Lakin hakikat farklıydı. Eski alışkanlıklardan kolay vazgeçilmiyordu ne de olsa. Gerçi değişiklikler de olmuştu zamanla. Falaka azalmış, yerini Filistin askısına bırakmıştı – daha temiz bir yöntem. Sigarayla yakmak, tırnak ya da diş sökmek eskisi kadar rağbet görmüyordu. Fazla iz bırakıyordu bu eski usuller. Elektrik daha hızlı, daha etkiliydi. Tutuklulara birbirlerinin pisliklerini yedirmek veya onları saatlerce, günlerce lağım çukurlarında bekletmek de öyle. Dışarıdan bakınca kötü muameleye dair herhangi bir emare görülmüyordu. Her şeye burnunu sokan gazeteciler ya da Avrupalı insan hakları savunucuları olur da haber vermeden ziyarete gelirse tespit edecekleri bir şey olmuyordu. Nihayetinde, şartlı tahliyesiz sekiz yıl dört aya mahkûm edildi Umut. * * * Nalbantoğulları her görüş günü aksatmadan cezaevine geldiler. Bazen Mensur ile küçük oğlu, bazen Selma ile kızı, bazen Mensur ile kızı giderdi; ama asla Mensur ile Selma beraber değil. Düzinelerce insan arasında bekler; yüzlerce kaygılı, ıstıraplı görüşmenin izlerini taşıyan, beyaz demeye bin şahit isteyen plastik bir masaya ilişirlerdi: ziyaretçiler bir tarafta, 43 mahkûmlar karşı tarafta. Emredildiği gibi, ellerini görünür yerde tutarlardı, kimse bir şey alıp veremesin diye. Bu şekilde oturur, kederin açtığı deliği, zoraki gülümsemeler ve kırık dökük kelimelerle yamamaya çalışırlardı. Bir keresinde, Umut tam kalkıp giderken arkasında bir kan lekesi gördü Mensur. Bir söğüt yaprağı büyüklüğünde ve şeklindeydi leke. Seçilmiş bir azınlığa uygulanıyordu bu işkence yöntemi: siyasi mahkûmlara, eşcinsellere ve sokaklardan toplanan transseksüellere. Soluğu kesilir gibi oldu Mensur’un. Kendini tutmak için çabalasa da başaramadı, o koca adam omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Allahtan, çoktan içeri dönmüş olan Umut duymadı babasının hıçkırıklarını. Ama babasına eşlik eden Peri duydu ve hiç unutmadı. O günden sonra onu bir daha abisini ziyarete götürmediler. Onun yerine Umut’a mektup yazmasını istediler. Yazdı da. Defalarca. Güzel şeylerden bahsetti mektuplarında, olduğundan daha neşeli ve gamsız görünmeye çalışarak, –mış gibi yapmayı öğrendi. Dünya adil, hayat asudeymiş gibi özenle seçti kelimelerini. Sırf abisine bir nebze hafiflik verebilmek için hayal gücünü geliştirdi. Ne var ki düşlerinde Umut’u görmeye devam etti Peri. Korkuyla sıçrayarak, bazen çığlıklar atarak karabasanlardan uyanma huyu, ta o zamanlar başladı. Böyle gecelerde yataktan kalkıp usulca odasındaki gardıroba girer, kapıyı içeriden örterdi. O karanlık ve kapalı yerde abisiyle yan yana olduğunu düşlerdi; aynı koğuşta, aynı kıstırılmışlıkta. Nedense gardıroba sığınmak korkularını dindirirdi. * * * Umut’un parmaklıklar ardında olmasının üzüntüsü Nalbantoğullarını birleştireceğine daha da böldü, kutuplaştırdı. Mensur karısını suçluyordu. Kendisi bütün gün işteydi; oğullarına göz kulak olması gereken biri varsa, Selma’ydı. Zamanını yobaz hocalarla harcayacağına evlatlarıyla 44 ilgilenseydi bu belanın önüne geçebilirlerdi. Selma ise tam tersini düşünüyordu. Ketum, kırgın, küskündü. Olanlardan kocasını sorumlu tutuyordu. Çocuklarının kafasına dinsizlik tohumları eken Mensur değil miydi? Materyalizm ve özgür düşünce üstüne attığı o saçma sapan nutuklarla onları felakete sürüklemişti. İnsanı dengede tutan Allah korkusuydu, o korku kalkınca yanlış yapmıştı işte oğulları. Demek ki Mensur’du bunlara sebep. Didiştiler. Takıştılar. Mensur ile Selma’nın senebesene giderek tavsayan ilişkisi, içi boş bir kabuğa dönüşmüştü. Şimdiyse o kabuk kırılıp açılmış, eşler kendilerini iki karşıt tarafta bulmuşlardı. Evin içindeki hava, yaşayanların hüznünü içine çekmiş gibi ağır ve boğucuydu. Peri’ye öyle geliyordu ki açık camlardan ezkaza içeri giren arılar ve kelebekler bile hemen kendilerini dışarı atıyorlardı. O doymak bilmez sivrisinekler bile, mutsuzluk bulaşmasın diye Nalbantoğullarını ısırmaz olmuşlardı. Peri’nin Tanrı’yı yoğun olarak sorgulamaya başlaması işte o günlere rastlar. Ne annesinin öğrettiği gibi her gece uyumadan önce dua edebiliyor; ne babasının tavsiye ettiği gibi Yaradan’a karşı kayıtsız kalabiliyordu. Bunun yerine, ana babasına söylemeye cesaret edemediği ne kadar sitem, şikâyet varsa, hepsini kelimelerden müteşekkil bir top güllesine dönüştürüp, Tanrı’ya fırlatıyordu. O’nunla her konuda münakaşa ediyor, kolay yanıtları olmadığını bildiği sorularını – kimsecikler duymasın diye alçacık bir sesle– O’na soruyordu. Neden bunca haksızlığa izin veriyordu Rab? İyi insanların başına korkunç şeyler gelmesini nasıl sindirebiliyordu içine? Hapishane duvarlarının ardını, hücre parmaklıklarının ötesini görüp duyabiliyor muydu? Şayet görüp duyamıyorsa, demek ki dedikleri kadar kudretli değildi. Yok eğer, görüp duyuyorsa, o zaman da adil değildi. Her halükârda Tanrı anlatıldığı gibi değildi işte. Annesine ve onun hocası Üzümbaz Efendi’ye yöneltemediği tepkiyi; babasına ve onun içki alışkanlığına duyamadığı 45 endişeyi; büyük abisine anlatamadığı kederini ve küçük abisiyle arasındaki kapanmayan mesafeyi birbirine katıp koyu bir harç yapmış, Tanrı hakkındaki fikirlerinin içine boca etmişti. Orada, zihninin fırınında pişiyordu bu tuhaf karışım; yavaş yavaş kabarıyor, kenarları yanıyordu. Rab, baktığında ne kadar basit bir kelimeydi ama nasıl da karmaşık aslında. Yaptığın her şeyi görüp duyacak kadar yakındı ama ulaşılması imkânsız. Ne var ki Peri bir yolunu bulmaya kararlıydı. Zira eğer annesinin dindar Allah algısıyla babasının laik Tanrısını birleştirmeyi başarabilirse ebeveynlerini bir şekilde bir araya getirebileceğine inanmıştı. O yüzden ne Allah ne Tanrı kelimelerini kullanıyor; Rab kelimesini kendine daha yakın buluyordu. Ah keşke bir uzlaşma sağlanabilseydi; o vakit Nalbantoğlu ailesinde daha az gerilim olacaktı; kim bilir belki tüm dünyada. Rab, parçaları asla birbirine uymayan bir bulmaca gibiydi. Peri bu sırrı bir çözebilse, bunca anlamsızlık içinde tutunacak bir anlam dalı, bunca delilik arasında bir nebze mantık, bunca karmaşaya bir düzen bulabilecek ve hatta belki de hayatında ilk kez mutlu olmayı öğrenebilecekti. Yaşıtları, uçurdukları uçurtmalar kadar yalın ve hafif bir edayla sokakta oyunlar oynar, okulda şakalaşır ve her günü yarın yokmuş gibi yaşarken, olağanüstü derecede ciddi ve içine kapanık bir çocuk olan Nazperi Nalbantoğlu, gizlice Tanrı’yı aramakla –ve bir türlü bulamamakla– meşguldü. 46 Defter İstanbul, 1980’ler “Gel otur karşıma” dedi kızına Mensur, masada yalnız olduğu nadir akşamlardan birinde. Peri hemen yaptı söyleneni. Özlemişti babasını; aynı evde olsalar da, Umut gitti gideli babası sürekli dalgındı, varla yok arası. “Bak sana bir hikâye anlatayım” dedi Mensur. “Vaktiyle bir neyzen varmış, kimselere benzemeyen; mutasavvıf, rindane, kalendermeşrep. Ne zaman bir rakı ya da şarap şişesi görse, kızarmış. ‘Bunun katresinin haram olduğunu bilmiyor musunuz?’ diye etraftakileri azarlarmış. Sonra da şişeyi açıp parmağını içine sokar, birkaç saniye bekledikten sonra ıslak parmağını çıkarıp sallarmış. ‘O haram katreyi aldım attım’ dermiş. ‘Artık gönül rahatlığıyla demlenebiliriz.’ ” Mensur kendi hikâyesine güldü – alçak perdeden, kederli bir kahkaha. “Bir nebze kâm alamayacaksak bu fani dünyadan, ne demeye yaşamalı?” Babasının yüzüne dikkatlice baktı Peri. Sorusunda saklı bir isyan hissetti. Ama kime karşı? Topluma? Dindarlara? Kurallara? Kime isyan ediyordu sevgili babası acaba? Çekinerek sordu: “Bir deneyebilir miyim?” “Ne? Rakı mı içmek istiyorsun?” Mensur bir kahkaha patlattı. Peri sessizce onayladı. Yeter ki onları birbirlerine yakınlaştırsın, yeter ki babasının yalnızlığına çare olsun, seve seve içerdi beraber. Mensur başını iki yana salladı. “Daha neler! Yedi yaşındasın daha.” “Sekiz” diye düzeltti Peri. 47 Mensur bir an durakladı. “Normalde hiçbir zaman içmeni istemem doğrusu. Ama içeceksen günün birinde ilk kadehini babanla tokuşturmalı, ilk sigaranı babana yaktırmalısın. Yasaklardan sadece maraz doğar. İşte örümcek kafalıların anlayamadığı şey de bu! Gizlice arkadaşlarla içmektense, kendi evlerinde özgür olabilmeli gençler. On sekiz yaşına gelince tabii!” Derin bir iç çekti. “Gerçi bu yobaz takımı o zamana kadar ortada içki falan bırakmaz herhalde. Anca bir müzede bir şişe sergilerler belki, Nazilerin yaptığı gibi: Dejenere Nesneler Müzesi. Belki de çok geç olmadan bir tadına bakabilirsin.” Mensur böyle dedikten sonra bir bardağı yarıya kadar suyla doldurup içine kaşığın ucuyla iki üç damla rakı damlattı. Peri içkinin suyun içinde külrengi bir mürekkep gibi yayılışını seyretti. Aynı anda babası da onu seyrediyordu sevecen bir ifadeyle. “Şu damlacıkları görüyor musun? İşte ben ve ruhdaşlarım öyleyiz. Bir cehalet denizinde tutunmaya çalıştık ama dağılıp gidiyoruz.” Mensur kadehini kızına doğru kaldırıp, “Şerefe bakalım!” dedi. “Anan görse, diri diri derimi yüzer vallahi.” Peri başını yana eğerek mahcup bir şekilde gülümsedi. “Şerefe!” Bardağı dudaklarına getirip dikkatle yudumladı. Yüzü anında buruşuverdi. Felaket! Daha önce tattığı her şeyden beterdi. Anasonun tadı kokusundan da keskindi. Babası bu berbat şeyi nasıl oluyor da her akşam bayıla bayıla içebiliyordu? “Söz ver bana” dedi Mensur. “Kocakarı hikâyelerine asla kanma. Anlıyor musun neden bahsettiğimi?” “Evet” dedi Peri, ağzındaki tattan kurtulmak için bir dilim ekmeği mideye indirdikten sonra. “Çocuğun üstünden atlama, boyu kısa kalır derler hani. Parmaklarını çıtlatma, meleklerin kanatlarını kırarsın. Karanlıkta ıslık çalma, Şeytan çağırırsın. O tür şeyler.” “Aynen, bütün o saçmalıklar. Bak, benim sevdiğim altın bir 48 kural var; sana da tavsiye ederim. Gözünle görmediğin, kulağınla duymadığın, elinle dokunmadığın ve akla mantığa sığmayan hiçbir şeye asla inanma. Söz mü?” Babasını memnun etme hevesiyle cıvıldadı Peri: “Söz.” Mensur sözlerini vurgulamak istercesine işaretparmağını havaya kaldırdı. “Bizi ancak eğitim kurtarır! Tek yol bu. Dünyanın en iyi üniversitesine gitmelisin. Hayalim bu, evladım.” Duraksadı, bunun hangi üniversite olabileceğini düşündü. “Çocuklarım arasında bunu yapabilecek bir tek sen varsın. Bir abin hapiste, öbür abin serseri oldu çıktı başıma. Sen başkasın ama. Çok çalış. Cehaletten kurtul. Kocaman söz ver.” “Kocaman söz, baba.” “Gerçi...” dedi Mensur düşünceli düşünceli, “erkek kısmı öyle fazla akıllı eğitimli kadınlardan hoşlanmaz. Benim yüzümden evde kalmanı istemem.” “Olsun, ben hiç evlenmeyeceğim zaten. Senin yanında kalacağım.” Mensur gülümsedi. “İnan bana, fikrin değişir, hele biraz büyü. Zaten benim gibi kocamış herifi niye çekesin? Huzurevine yerleştir beni. Anana muhtaç olmak istemem. Onun dualarına, üfürükçülerine laf yetiştiremem yaşlanınca. En iyisi temiz bir huzurevinde kalayım; Atamızı saygıyla yâd eden yaşlı dostlarla olayım. Sana gelince, muhakkak sevmelisin, sevilmelisin. Yalnız, sakın ola bilimi, bilgiyi önemsemeyen birine âşık olma! Sevdiğin adam özgür düşünen, birikimli biri olmalı. Koskocaman bir söz daha?” “Koskocaman söz, baba” dedi Peri kafası allak bullak. Sandalyesinden aşağı inerken aklına yeni bir şey takıldı. “Peki ya Tanrı? O’nu göremiyoruz, duyamıyoruz... O’na dokunamıyoruz... Altın kural ne olacak?” Uzun, bitkin bir iç çekiş. “Sana bir sır vereyim mi? Mesele Tanrı olunca büyüklerin de kafası karışık. Çocuklardan daha fazla hem de.” 49 “Peki ama Tanrı gerçek mi?” diye sordu Peri çekinerek. “Valla, inşallah öyledir. Öbür dünyada O’nu görünce, O daha bana bir şey sormadan ben O’na soracağım bunca vakittir nerelerde olduğunu. Nicedir kendi halimize bırakıp gitti bizi!” Mensur ağzına bir parça peynir atıp yavaşça çiğnedi. “Babacım... sence Allah neden abime yardım etmedi? Umut’un başına bunların gelmesine niye izin verdi?” Mensur yutkundu. “Ah, canım. Keşke bilseydim.” Konuşurken âdemelması, çırpıntılı sulardaki bir şamandıra gibi inip kalkıyordu. Bir sessizlik çöktü. Peri ayak parmaklarını kıvırdı sıkıntıyla; konuyu değiştirme gereği duydu. Umut’tan söz etmek karartmıştı zaten pek parlak olmayan ruh hallerini; bir bulutun solgun mehtabı kapatması gibi. “Peki ya cennet ile cehennem?” “Valla, bende pek cennete gidecek adam tipi yok. Bu durumda iki olasılık var: Eğer Tanrı şakadan anlamıyorsa, hapı yuttum. Doğruca cehenneme. Ama kalendermeşrep ise, ki umarım öyledir, o zaman umut var. O durumda seninle cennette buluşuruz. Nehirlerden su yerine bade akıyormuş ya, öyle diyorlar!” Telaşlandı Peri. Eğer Tanrı, annesinin yemin billah anlattığı gibi katı, cezalandırıcı ve intikamcı ise sevgili babasının pek şansı yoktu. “Ama ben senin cehenneme gitmeni istemiyorum” diye mırıldandı endişeyle. Mensur baktı ki çocuk bu konuşmayı çok ciddiye alıyor, gülümsedi anlayışla. “Dert etme sen. Bir B planı yaparız.” “B planı mı?” “Sen benim mezarıma bir kazma koy yeter. Ben tünel kazar, seni görmeye gelirim.” Peri’nin gözleri büyüdü. “Ya baba! Cehennem çok derinmiş, içine çakıl atsan yetmiş yılda dibine varırmış. Annem söyledi.” “Söylemiştir muhakkak.” İç çekti Mensur. “Ben de yetmiş yıl 50 kazarım o zaman. Bu dünyanın bir yılı, öbür dünyada yalnızca bir dakikaya denk, merak etme. Öyle ya da böyle, gelip seni bulurum.” Birden yüzü aydınlandı. “Az daha unutuyordum. Sana bir şey getirdim!” Ayağa kalkıp deri çantasını getirdi. İçinden kırmızı, kadife kurdeleyle bağlanmış, gümüş rengi bir kutu çıkardı Mensur. “Bana mı?” Peri dikkatle inceledi paketi. “Açmayacak mısın?” Bir defter çıktı kutudan. Kapağında pullar ve aynalı mozaikler olan, turkuaz rengi, el yapımı, harikulade bir defter. “Bak canım, sen sıra dışı bir çocuksun. Kafanı büyük meseleler kurcalıyor. Yaşıtlarına benzemiyorsun. Onlar çikolata, şeker derdinde; sen Tanrı, din, inanç, adalet... bu yaşında başladın sorgulamaya. Kaygılanıyorum senin için. Zor hususlar bunlar. Bütün cevapları bildiğimi iddia edemem. Böyle bir şey iddia edene de güvenmem, yalan söylüyordur” dedi Mensur. “Kimse yüzde yüz bilemez. Buna annenle o tuhaf kılıklı hocası da dahil.” Rakı bardağını kafasına dikti. “Dinden hazzetmem ama Tanrı’yı yine de pek severim; neden biliyor musun?” Peri başını iki yana salladı. “Yalnız çünkü Pericim, tıpkı benim gibi... senin gibi, O da yalnız” dedi Mensur düşünceli düşünceli. “Yukarılarda bir yerde, yapayalnız; konuşacak kimsesi yok. Tamam, belki birkaç melek vardır etrafta ama meleklerle ne kadar dertleşilir ki? Milyarlarca insan Tanrı’ya dua ediyor, ‘Bana şunu bahşet, bunu nasip et, çuvalla para, son model araba ver...’ diye. Hep aynı laflar, tekrar tekrar, ama neredeyse hiç kimse O’nu tanıma zahmetine girmiyor.” Gözlerinde anlık bir kederle, bardağını doldurdu Mensur. “Düşünsene yolda bir kaza görünce ne tepki veriyor insanlar? Hemen ‘Aman Allah korusun’ derler. İnanabiliyor musun! İlk tepkileri kendilerini düşünmek, kurbanları değil. Başkası için dua eden ne kadar az kişi var farkında mısın? İllaki kendilerine. 51 Zaten o kadar çok dua birbirinin kopyası ki. Beni koru, beni kayır, beni yükselt... Her şey ben. Onlara sorsan ‘dindarlık’ derler adına, bense ‘kılık değiştirmiş bencillik’ diyorum.” Peri başını yana eğdi; babasını teselli etmek istiyordu ama bunu nasıl yapacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Ev öyle kırılgan bir sessizliğe gömülmüştü ki bir iç çeksen yıkılacak gibiydi. Peri annesinin duvarların ardındaki yatağından bu sohbeti dinleyip dinlemediğini, dinliyorsa aklından neler geçirdiğini merak etti. “Bundan sonra, o halde, ne zaman aklına Tanrı’yla –ya da kendinle– ilgili bir soru takılsa otur defterine yaz.” “Günlük gibi mi yani?” “Evet, ama özel bir günlük” dedi Mensur; canlanmıştı. “Hayat boyu kullanabilirsin bu defteri!” “Ama sayfaları yetmez ki.” “Elbette! Tek yol, eskiden yazdıklarını silmek. Anlıyor musun? Yaz ve sil, canım. Kasvetli, karanlık fikirleri kafandan uzak tutmayı öğretemem sana. Kendim daha öğrenemedim ki bu yaşta.” Mensur duraksadı. “Ama silebilirsin.” Yaz ve sil. İnanç ve şüphe. Cevaplar ve sorular. Hem bilgiyi önemse, hem bildiklerini sorgula. Asla bir yere demir atma. Adresin değil, sadece ayak izlerin olsun bu dünyada. Ne demiş İbn Arabi? Bizimkisi “aşk kervanı”; o kervan ne yöne giderse biz de peşinden. Yerleşme, kök salma, oldum ya da buldum sanma. Hiçbir gettoya, kolektif kimliğe, cemaate, cemiyete, aşirete ait olma. Hepsi yanıltır, şaşırtır. Sen yalnız ol. Bir başına. Varmak değil, gitmek. Sadece gitmek... Acaba babasının tam olarak demek istediği bu muydu? Öyle ya da böyle, Peri’nin bu akşamki konuşmadan seneler sonra çıkardığı ders bu olacaktı. O gece, Peri yatağında oturup güncesini açtı ve ilk notunu yazdı: Galiba Rab rengârenk, binlerce parçası var. Kimine 52 sorsan, sevgi, merhamet, rahman dolu; kimine sorsan öfkeli, mesafeli, kahredici. Bence Tanrı bir Lego seti. Herkes kendine göre inşa ediyor sanki. 53 Fotoğraf İstanbul, 2016 Berduş bıçağı öyle bir hızla ve gözü karalıkla savurdu ki Peri’nin son anda yana kaçabilmiş olması adeta mucizeydi. Bıçak karnının yan tarafını birkaç santimle ıskaladı ama sağ avucunu boydan boya kesti. Tiz bir çığlık attı Peri, sesi çatladı. Avucundan aşağı süzülen kan ipek elbisesine damlarken bayılacağından korktu. Kalbi göğüs kafesinde gümbür gümbür atarken var gücüyle itti adamı. Berduşun bir an boş bulunup dengesini kaybetmesini, elindeki bıçağı düşürmek için fırsat bildi. Beklemediği bu direniş karşısında öfkeden gözü dönen adam öyle bir yumruk indirdi ki karnına, soluk alamadı Peri. Arabada onu bekleyen kızı geçti aklından. Evdeki iki küçük oğlunu düşündü, muhtemelen bu saatte en sevdikleri televizyon programını seyrediyorlardı. Kocası geldi gözünün önüne; bir sürü konuk arasında bir masada endişeyle saatine bakarken tahayyül etti onu. Gözleri yaşardı. Sevdiklerini belki de bir daha hiç göremeyecekti. Bu şekilde ölmek ne kadar aptalcaydı. İnsanlar vatanları, bayrakları ya da şerefleri uğruna ölüyordu dünyanın her yerinde; o ise sahte bir Hermès çanta uğruna. Ama kim bilir, belki de eşit derecede anlamsızdı hepsi. Berduş bir yumruk daha attı, yine tam karnına. İki büklüm oldu Peri, öksürdü. Can havliyle haykırdı: “Yeter artık! Kes diyorum sana!” Yaramazlık yapan bir çocuğu azarlar gibi bağırıyordu. Titriyordu; beyninde bir ses paniğe kapılmamasını, kapılsa bile belli etmemesini söylese de, vücudu dinlemeyi reddediyordu. “Bak, eğer bana zarar verirsen başın büyük belaya girer. Hapse atarlar seni.” Berduş bir nefes aldı dişlerinin arasından. “Orospu!” dedi ağır ağır. “Kim olduğunu sanıyorsun ulan? Orospu!” 54 Hayatında kimse “orospu” dememişti Peri’ye, en azından yüzüne karşı. Sivri bir buz parçası gibi delip geçti yüreğini bu kelime. Sakinleşmeye ve karşısındakini sakinleştirmeye çalıştı beyhude. “Tamam bana bak, çantaysa derdin, senin olsun. Sen yoluna, ben yoluma.” “Orospu!” diye tekrarladı adam. Cama çarpıp duran bir sinek gibi sıkışıp kalmıştı bu kelimenin içinde. Çıkamıyordu sanki. Aniden başını geriye attı adam, kendi düşüncelerinden tahrik olmuştu. Yüzündeki ifade karanlıklaştı; gözleri kısıldı. Ötede, sokağın girişine bir araç yaklaştı o esnada; kısacık bir an için farlarıyla bir kaçış tüneli açtı. Peri bağırıp yardım istemeyi düşündü ama çok geçti. Araba gitmişti bile. Yeniden gölgelere gömüldüler. Karşısındaki kadını boğazından tuttuğu gibi yere itti berduş. Peri’nin saçları açıldı; topuzunu tutan toka yere çarpıp sekti. Minik metalik bir ses. Sırtüstü düştüğünde darbenin etkisiyle asfalta çarptı kafası. Buradan bakınca gökyüzü çok uzak görünüyordu ve bronz bir levhadan kesilmişçesine hareketsiz ve soğuk. Eliyle yerde kanlı izler bırakarak ayağa kalkmaya çalıştı. Bir anda üstüne çıktı adam; külotlu çorabı ile elbisesini yırtıp atmaya çalışıyordu alelacele. Ağzından ekşi bir koku geldi – açlık, sigara, kimyasal maddeler. Çürümenin kokusu. Peri’nin midesi kalktı. Etine girmeye çalışan et bir cesede aitti adeta. Her zaman olan şeydi, ne ilk ne son. Ortalama birkaç saatte bir tekrarlanırdı; her ne kadar hadiselerin hepsi istatistiklere yansımasa da. Hem kapalı kapılar ardında, hem açık avlularda; hem ucuz motel odalarında, hem lüks otellerde; hem gece yarıları, hem güpegündüz. Dinleyecek bir çift kulak bulsalar ne hikâyeler anlatırdı bu şehrin genelevleri. En sudan bahaneyle tepeleri atıveren müşteriler tarafından dövülüp taciz edilen telekızlar, erkek fahişeler, yaşlanmış yıpranmış hayat kadınları. Sokak ortalarında tartaklanan, karakolda bir kez daha aşağılanmamak için polise asla gitmeyen, kendi dertlerini 55 kendileri çözmeye çalışan transseksüeller. Anlaşılmaz şekilde kimi aile fertlerinden ya da öğretmenlerinden ürken ufacık çocuklar. Kayınpederleri ya da kayınbiraderleri ile aynı odada kalmaktan korkan yeni gelinler. Aşklarına karşılık görmedikleri için gözü dönmüş takıntılı sevdalılarının hışmına uğrayan gencecik kadınlar. Evlilik içi tecavüzü anlatmaya ne dilleri ne cesaretleri yettiğinden hep susan, her şeyi içine atan ev kadınları. Sürekli oluyordu işte. Suçu kurbanlara atmaya, saldırganları öyle ya da böyle aklamaya hazır bir ahlak ve hukuk sisteminde, baskıcı bir sessizlik örtüsü altında, cinsel saldırılara hiç de yabancı değildi İstanbul. Bir rüyadan uyanıp kendini bir başkasının kâbusunun içine sıkışmış bulan biri gibi, Peri’nin algısı katmanlara ayrıldı. Adama karşı koydu. Dirençliydi. Lakin berduş o sıska halinden beklenmeyecek kadar kuvvetliydi. Birdenbire kafa attı Peri’ye. Birkaç saniye boyunca neredeyse bilincini kaybetti kadın. Acı öylesine keskindi ki, o an bırakabilirdi direnmeyi, vazgeçebilirdi. İşte tam o sırada gözünün ucuyla bir gölge gördü geride. Yumuşacık, ipek gibi, meleksi süzülüyordu havada. Hemen tanıdı Peri. “Sisin içindeki bebek”ti bu. Pembe yanaklar, tombul, gamzeli kollar, minik bacaklar; henüz koyulaşmamış, altın rengi, tüy gibi saçlar. Gerçek bir bebeğe benziyordu ama değildi. Belki bir cin, belki bir hayalet yahut bir halüsinasyon. Gerilmiş, korkularla dolu hayal gücünün bir ürünü de olabilirdi tabii – gerçi bu onu ilk görüşü değildi. Şimdi daha yakına geldi bebek; uçarcasına hareket edebiliyordu, kayarcasına. Tam arkasında dikilen hayaleti fark etmemişti berduş. Her şeyden habersiz, küfürler savurarak pantolonuyla uğraşıyordu. Bir eliyle Peri’yi zapt ederken, diğer eliyle de kemer niyetine beline doladığı sicimi çekiştiriyor, açmaya çalışıyordu. Debeleniyordu. Sisin içindeki bebek keyifle kıkırdadı. Onun o masum gözlerinden, kendi durumunun zavallılığını gördü Peri. O da 56 güldü; sesli sesli, korkusuzca. Peri’nin tepkisine şaşıran berduş durakladı bir an. Şaşırdı. “Dur sana yardım edeyim” dedi Peri, başıyla ipi işaret ederek. “Ben açayım.” Berduşun gözleri yarı memnun, yarı kuşkulu parladı. Hor gören bir ışıltı dolaştı yüzünde. Peri’ye güvenmese de, geçmiş deneyimlerinden biliyordu ki korku her şeyi yaptırabilirdi insanlara. Yeterince korkutursan diz çöktüremeyeceğin kimse yoktu şu âlemde. Altına aldığı süslü zengin kadını kontrol ettiğinden gayet emin, ondan pantolonunu açmasını bekleyerek, hafifçe geri çekildi adam. İşte o zaman Peri bütün gücüyle berduşa vurdu. Hazırlıksız yakalanan beriki geriye doğru yuvarlanıp sırtüstü düştü. Peri kıvrak ve çevik bir hareketle ayağa fırlayarak adamın apış arasına bir tekme attı. Yaralı bir hayvan gibi iki büklüm oldu berduş. Var gücünü o tek eyleme yoğunlaştırarak ayağını adamın suratına geçirdi Peri. İnsanın içini fena yapan bir çatırtı sesi geldi – kırılan bir burnun sesi. Kan. Nasıl olduğunu kendisi bile anlamadan başladı adamın her yerini tekmelemeye. Bunu yaparken hiçbir şey hissetmiyordu – ne nefret, ne öfke. İnsan hep bir şeyler öğreniyordu başkalarından. Kimisi güzellik öğretiyordu, kimisi zalimlik. Az evvel kokladığı Bally vücuduna yayıldığı için güçsüz mü düşmüştü berduş, yoksa kendisi bir tür yabani enerjiyle mi canlanmıştı, bilemiyordu ama güçlü hissediyordu Peri. Delirmişti adeta. Korkmuyordu ilk defa. Berduş midesini tuttu; paltosu yukarı sıyrılmış, sıska karnı, kaburgaları ortaya çıkmıştı. Halsiz ve çelimsizdi; artık bu kaçma kovalamacadan, itiş kakıştan, kurtlar sofrası hayattan bıkmış gibi sineye çekiyordu yediği dayağı. Sisin içindeki bebek yeniden kayarcasına geçti Peri’nin önünden. Rüzgâra karışmış bir fısıltı gibi uçucu; ince tülbentlerden yapılmış gibi şeffaf bir bebek. Balmumundan 57 oyulmuş yüz hatlarıyla gülümsemiyordu artık. Olanları yargılamıyordu da. Bu dünyanın hallerinin dışındaydı o; bambaşka bir âlemde. Peri’ye bir kez daha yardım etmişti ya, aniden ortadan kayboldu. Toplanan akşam karanlığına karışıp hiç iz bırakmadan dağılıp gitti. Buhar gibi. Peri berduşa vurmayı kesti. Nefes nefeseydi. Nasıl bir gaddarlık, vahşilik çıkmıştı içinden. Ne kadar da inceydi aslında “iyi ve dengeli” insanları delilikten ayıran çizgi. Saçları hafif bir esintiyle dalgalandı; bir martı –kim bilir, belki de fi tarihinde bir Osmanlı şairinin dilini yiyen martının torunlarından biri– milyonlarca insanın yan yana yaşadığı bu çılgın şehirde kim bilir neye ya da kime kızdıysa bir çığlık attı semada. Berduş acıyla inledi. Burnu kanıyordu hâlâ. Üstdudağı yarılmıştı. “Üzgünüm” diyecekti neredeyse Peri, özür dileyecekti adamdan; boğazı düğümlendi. Tam o sırada, sanki koşullanmış gibi, eskilerden bir ses duyar gibi oldu; hem sevecen hem azarlayan bir ses. Gereksiz yere özür diliyorsun her zaman, bunu yapma. Eğer Peri hâlâ Oxford Üniversitesi’nde öğrenci olsaydı ya da Profesör Azur, kalkıp İstanbul’a gelmiş olsaydı böyle söylerdi büyük ihtimalle. Niye durup dururken onu hatırlamıştı şu anda? Bu akşam beklenmedik bir şekilde sarsılmıştı kurulu düzeni; geçmişin kilitli kapıları açılıvermişti. Şimdi zihnine akıyordu eski hatıralar. Bastırdığı, sakladığı, hatta unuttuğunu sandığı ne varsa çıkıyordu ortaya. Öğrencilik yıllarını hatırlıyordu yeniden. Bunca sene sonra. Berduş ağlamaya başladı. Ne arka sokakların kralı, ne dilencilerin patronu, ne madde bağımlısı, ne hırsız, ne kabadayı, ne tecavüzcü... bütün sıfatlarından ve tanımlarından arınmıştı şu anda. Çocukluğuna dönmüştü. Burnunu yorgana gömüp kimseye duyurmadan geceleri gözyaşı döken, senelerce ihmal 58 edilen, sevgisiz bırakılan, en yakınları tarafından taciz edilen, kimseden yardım görmeyen, yüreğini bir hançer gibi bilemeyi öğrenen bir oğlan çocuğu. Peri üzüntüyle adama yaklaştı. Yaptığı şey karşısında dehşete düşmüştü. Berduşun içindeki şiddet Peri’nin içindeki şiddeti uyandırmıştı. Belki de bulaşıcıydı merhametsizlik. Dünün mazlumlarından bugünün zalimleri çıkıyordu. Usulca dokundu adama. Tam onu hastaneye götürmeyi teklif edecekti ki aniden bir ses işitti. “Anne, neler oluyor?” Ok gibi hızla geri döndü Peri. Kendine çekidüzen verip kafasını toplamaya çalıştı elinden geldiğince. “Tatlım... neden arabada beklemedin?” “Daha ne kadar bekleyecektim?” dedi Deniz. Sonra gözleri annesinin kanayan eline, yırtık elbisesine kaydı. “Aman Tanrım! İyi misin?” “Merak etme ben iyiyim” dedi Peri. “Biraz itişip kakıştık.” Ölüm sessizliğine bürünmüş berduş güçlükle ayağa kalkıp sendeleyerek bir köşeye çekildi, artık onlarla ilgilenmiyordu. Anne kız Hermès çantayı bulup, içinden etrafa saçılan şeyleri olabildiğince topladılar. “Ya neden herkesinki gibi normal bir annem yok?” diye homurdandı Deniz kendi kendine, kredi kartlarını yerden alırken. Peri baktı ki soru çetrefil, yanıtlamayı denemedi bile. “Gidelim hadi” dedi Deniz sabırsızca. “Bir saniye.” Peri gözleriyle etrafı taradı. Polaroid’i arıyordu ama sırra kadem basmıştı sanki. Huzursuz oldu. Nasıl bırakabilirdi sevgili profesörünün fotoğrafını? “Ya anne hadisene!” diye bağırdı Deniz. “Neyin var senin?” Ara sokaktan çıkıp hızla arabalarına döndüler. Yolun geri kalanı sessizlik içinde geçti; kızı tırnaklarını yemeye devam 59 ederken annesi gözlerini yoldan ayırmıyordu. Nice sonra fark edecekti Peri, cep telefonunu orada bıraktıklarını. O ara sokağın bir yerinde, gecenin karanlığında sessizce çalıyor olmalıydı; İstanbul’da kimselerin duymadığı yakarılara bir yenisini eklercesine. 60 Bahçe İstanbul, 1980’ler Peri “sisin içindeki bebeği” ilk kez gördüğünde sekiz yaşındaydı. Bu hadise onu ilelebet değiştirecek, hayat serüvenine bir sarmaşık gibi dolanacaktı. Etraftaki hanelerin çoğundan farklı olarak, Nalbantoğullarının evi dört yandan yemyeşil bahçeyle çevriliydi. Arka tarafta epeyce zaman geçirirlerdi. Burada devamlı bir faaliyet vardı. Güneşte kurusun diye iplere biber, patlıcan, bamyaları dizer; kavanoz kavanoz salça yapar; Kurban Bayramı’nda kelle sakatat pişirirlerdi. Döşeklerin içinden çıkardıkları yünleri yığar, havalandırıp yıkar, sopalarla dövdükten sonra yeniden doldururlardı. Arada sırada, atılan pamukların minik bir parçası havada süzülürdü – vurulmuş bir güvercinden düşen bir tüy gibi. Bahçeyi dış dünyadan bir tahta çit ayırırdı; parmaklığın dikmelerinin arası o kadar açıktı ki, uzaktan bakınca eksik dişli bir ağzı andırırdı. Peri bayılırdı komşu çocuklarla bahçede oynamaya. En sevdiği ikinci şey de mahallece toplanıp, cümbür cemaat halı yıkamaktı. Takriben altı ayda bir gerçekleşen bu olay için nasıl da gün sayardı. Havanın iyi, halıların yeterince kirli ve herkesin keyfinin yerinde olması gerekirdi. İşte gene böyle bir gün, rulo yapılıp dışarı çıkarılan halı ve kilimler, çimenlerin üstüne yan yana serilmişti. El dokumaları, fabrika halıları derken, on ikiyi bulmuştu yıkanacakların sayısı. Dilsiz Şair Sokağı’nın çocukları pek memnundu hallerinden. Simetrik düğümler, desenler ve simgeler dünyasında kahkahalar atarak sağa sola sıçrıyor, uçan halılar üstünde okyanuslar aştıklarını hayal ediyorlardı. Bu arada bir köşede, kapaksız bir dökme demir kazan ateşin üstünde fokurduyordu usulca. İçinden tas tas alınan sular 61 halıların üstüne dökülüyordu. Daha sonra kilimler sabunlanacak, fırçalanacak, ovalanacak, durulanacaktı. Tekrar tekrar. Bütün kadınlar girişmezdi bu zahmetli işe. Mesela Peri’nin annesi Selma fazla meşakkatli bulduğu için kenarda durup beklerdi. Cesur ve hamarat olanlarsa çoktan şalvarlarının paçalarını sıvamışlardı. Yanakları al al, saçları başörtülerinin altından çıkıp dağılmış, çıplak ayaklarıyla halıları çiğniyorlardı. O öğleden sonra saatler boyu çocuklar çamurdan kaleler yaptılar; reçel sürülmüş kibrit kutularıyla sinek yakaladılar; çekirdeklerini kurutup karpuz kemirdiler; çam iğnelerinden çelenkler yaptılar; ya pek şişman ya da pek hamile bir sarman kediyi kovaladılar. Derken yapacak şey kalmadı, sıkılmaya başladılar... Halbuki halıların yalnızca üçte biri yıkanmıştı daha. Tüm çocuklar daha sonra yine gelmek üzere teker teker evlerine gittiler. Peri hariç. Burası onun bahçesi, onun yuvasıydı ne de olsa. Kaldı bahçede, halı yıkayanların arasında. Güzel bir gündü, hava güneşli ve ılıktı. Kadınlar dedikodu yapıp gülüşüyor, türküler söylüyorlardı. Birisi açık saçık bir şaka yaptı; Peri konuyu tam anlamasa da annesinin yüzünün asılmasından muzır bir şey olduğunu çıkarmıştı. Nihayet kadınlar öğle yemeğini bahçede yemeye karar verdiler. Önceden hazırlanan yemekleri –lahana sarması, peynirli börek, hıyar turşusu, kısır, ızgara köfte, un kurabiyesi– dışarı taşıdılar. Kocaman bir sini koydular ortaya. Üzerine dizdiler yiyecekleri, pideleri, cömert bir tanrının elinden çıkma bulut topakları gibi beyaz ve köpüklü ayran bardaklarını. Kurt gibi aç Peri hemen tabaktan bir parça börek kaptı. Daha ilk ısırığını anca almışken korkunç bir çığlık koptu bir yerden. Aceleden dikkatsizce hareket eden annesi Selma kaynayan kazana çarpmış, şans eseri üstüne devirmeden kaçabilmişti. Ama sol kolu dirsekten parmak uçlarına kadar yanmıştı. Bütün kadınlar sofrayı unutup, Selma’nın yardımına koştular. “Soğuk su dökün” dedi biri. 62 “Diş macunu! Yanığa en iyisi diş macunu.” “Sirke, sirke! Aysel Teyzemin yanıklarını sirkeyle geçirdik valla billa. Üstelik onunki daha fenaydı” dedi bir başkası. Herkes bildiği şekilde Selma’ya yardım etmek için içeri koşturunca Peri bahçede yalnız kaldı. Gün ışığı incecik bir şerit halinde yüzüne vuruyor, yakınlarda bir böcek vızıldıyordu. Yolun diğer tarafındaki incir ağacının altında duran tombul kediyi gördü. Kısılmıştı gözleri. Çocuğun aklına birden bahçeden çıkıp, hayvanı beslemek geldi. Bir tane köfte alıp, çitin üstünden atladı. Bir çırpıda dışarı çıktı. Yolu geçti. Kediye yaklaştı. “Adın ne senin, küçük kız?” Peri arkasına dönünce kırmızı-beyaz kareli bir gömlekle sanki alındığı günden beri hiç yıkanmamış gibi görünen yıpranmış bir kot pantolon giymiş genç bir adam gördü. Taktığı bere başından kayıp düşecek gibi duruyordu. Peri yanıt vermedi, çünkü yabancılarla konuşmaması gerektiğini biliyordu. Ama uzaklaşmadı da. Bere ilgisini çekmişti. Abisinin odasındaki posteri hatırlamıştı. Belki bu adam da abisi Umut gibi devrimciydi. Doğruyu söylemezse adama bilgi vermiş sayılmayacağına hükmetti. “Adım Rosa” dedi. “Hadi ya. Hiç Rosa isminde biriyle tanışmamıştım” dedi adam, yüzünü güneşe doğru eğerek. “Demek kedileri seviyorsun, aferin!” Sesi alçak, boğuktu; Peri’ye pencere pervazında ıslak bir pamuk içinde tuttuğu fasulye tanesini anımsattı nedense. Tıpkı o fasulye gibi, yabancının sesi de saklanıyor, değişiyordu. “Şu köşede bir anne kedi var” dedi adam aniden. “Beş yavru doğurmuş, tüy yumağı her biri; nasıl tatlılar. Hepsinin gözleri pembe.” İlgilenmiyormuş gibi yaparak kediyi beslemeye devam etti 63 Peri. Kalan son köfte parçasını da yedirdi hayvana. Adam bir adım yaklaştı; tütün, ter ve ıslak toprak kokuyordu. Peri’yle göz hizasında olabilmek için çömeldi, gülümsedi. “Yazık anneleri hepsini boğacak.” Peri soluğunu tuttu. Aşağıda, sokak köpeklerinin gezindiği ve bazen kurbanlık koyunların otladığı arazide, ne zaman yedi sekiz santimden fazla yağmur yağsa içine lağım suyu karıştığı için kimselerin kullanmadığı bir sarnıç vardı. Suyun üstünde yüzen kedi cesetleri görmekten korkarcasına o yana doğru baktı kaygıyla. “Kedilerin huyu böyle” dedi adam iç geçirerek. “Peki ama neden?” diye sormadan edemedi Peri. “Pembe gözlerden hoşlanmazlar” diye yanıtladı adam. Kendi gözleri açık kahverengiydi, altları çökmüştü ve zayıf yüzünde birbirlerine fazlasıyla yakın duruyorlardı. “Tilki yavrusu doğurduklarını zannedip öldürürler.” Peri tilki yavrularının gözlerinin pembe olup olmadığını merak etti; şayet öyleyse anne tilkiler ne düşünüyordu acaba bu konuda? Kendi ailesinde yeşil gözlü bir o vardı, şimdiye dek kimse bunu sorun etmemişti neyse ki. Çocuğun kafasının karıştığını gören adam gülümseyerek kedinin başını okşadı. “En iyisi ben gidip bir bakayım şu yavrulara. Sen de gelmek ister misin?” “Ben mi?” Adam dudaklarını büzerek yanıt vermeden durdu bir süre. “Yalnız çok narinler zavallıcıklar. Canlarını yakmamaya söz veriyor musun?” “Tabii, söz” dedi Peri çabucak. Sokağın öbür ucunda bir pencere açıldı. Bir kadın rüzgâra doğru bağırarak tehdit savurdu oğluna. Selim, Selim! Şayet iki dakika içinde öğle yemeğine eve gelmezse bacaklarını kıracaktı. Adam birden gerildi, sağına soluna bakındı. “Beraber 64 gitmeyelim, görmesinler” dedi. “Ben önden gideyim, sen arkamdan gel.” “Yavru kediler nerede?” “Hemen şuracıkta, uzak değil.” Belirsiz bir yeri işaret ederek adımlarını hızlandırdı yabancı. “Ama biz gene de arabayla gidelim. Benim Vosvos hemen burada.” Peri böylece hiç tanımadığı bu adamın ardı sıra yürümeye başladı. Her ne kadar yaptığı şeyin doğruluğundan şüphe duysa da, hayatında ilk defa kendi başına bir karar veriyordu. Annesiyle babası karışmadan. Bir nevi özgürlük hissiydi tattığı. Az sonra, adam omzunun üstünden Peri’ye kaçamak bir bakış atarak köşeyi döndü ve gözden kayboldu. Tam Peri de aynısını yapacakken bir şey –sezgiselden ziyade fiziksel bir şey– durdurdu onu. Tuhaf bir boşluk hissiyle vücudu kaskatı kesildi. Sanki üzerinden buz gibi bir yel esmişti, titredi. Ama onu en çok şaşırtan şey, etrafını sarıp görüşünü bulandıran sis tabakasıydı – bir manifaturacı dükkânında açılan kumaş topları gibi katman katman serilen o grilik. Yakınlardaki ağaçların, çitlerin, bitkilerin siluetlerini algılayabiliyordu ama onların ötesindeki dünya görünmez olmuştu. Sis, bir an için onu allak bullak etmiş, nereye ve ne amaçla gittiğini unutturmuştu çocuğa. O külrengi bulutun içinde tuhaf bir şey gördü Peri. Bir bebekti bu, iki üç yaşlarında bir oğlan; yuvarlak yüzünde saf bir ifade ve bir yanağında boynuna dek inen mor bir leke vardı. Sanki az evvel mama yemiş de birazını kusmuş gibi hafif ıslaktı ağzının kenarı. Hayretler içinde bebeğe bakakaldı Peri. Tanımadığı bir adamın peşine düşmekten vazgeçti. Gördüğü şey çok daha ilginçti. “Peri, neredesin?” Annesinin endişe yüklü sesi vişne renkli evden yükseldi. Yanıt veremedi hemen Peri. Gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırarak sisin içindeki bebeğe bakarken yüreği ağzına geldi. 65 “Peri! Cevap ver bana!” diye bağırdı Selma. Sanki sesi tanımış gibi yüzünü buruşturdu sisin içindeki bebek. Grilik erimeye başladı. Bebeğin kendisi de, silinen bir resim gibi yavaş yavaş dağılıp gidiyordu. “Buradayım annecim” dedi Peri, nihayet konuşabildiğinde. Geriye dönüp hızla evine koştu. Daha sonra, mahallede bir yerlerde yeni doğmuş kedi yavruları var mı diye sordu soruşturdu. Kimsenin haberi yoktu. Anladı ki, yalan söylemişti adam ona. Anladı ki, büyük bir belanın eşiğinden dönmüştü. Gazetelerde bir haber olmaktan kıl payı kurtulduğunu zamanla idrak edecekti Peri. Haberde muhtemelen adı yazılmayacak, sadece baş harfleriyle N. N. olarak geçecekti; fotoğrafında gözlerinin üzerine siyah bir bant konacaktı. İstanbul’da bir mafya liderine yapılan kanlı saldırı ya da Güneydoğu’da bir sınır kentinde yaşanan çatışma veya Henry Miller’ın Yengeç Dönencesi’ni yasaklayan mahkeme kararı haberlerinin arasında yerini alacaktı. Hikâyesinin kan dondurucu ayrıntılarını bütün memleket okuyacak, başlarını iki yana sallayıp cıkcıklayarak “şeytan kulağına kurşun” diye tahtaya vuracak, bu musibeti kendilerine değil, başkasına verdiği için Allah’a şükredeceklerdi. Peri son anda kurtulmuştu tacize uğramaktan. Bu memlekette daha kaç kadın, kaç insan böyle ramak kala dönmüştü felaketlerin eşiğinden – ya da dönememişti işte. Kurtarıcısına “sisin içindeki bebek” adını verdi. Nereden çıkıp geldiğini anlamaya ne aklı yettiği ne de gönlü olduğu için konuyu öylece kapattı. Ama aynı hayal –eğer hayalse tabii– hayatı boyunca beklenmedik aralıklarla karşısına çıkmaya devam etti. Sadece tehlikede olduğu anlarda değil, normal zamanlarda da bebeğin belirdiği oluyordu. İçeride ya da dışarıda, gece ya da gündüz fark etmiyor, sis tabakası herhangi bir yerde çökebiliyordu. Sanki Peri’ye aslında ne kadar yalnız olduğunu kabul ettirmek 66 istermiş gibi dört bir yanını sarmalıyordu. Yıllar sonra, on dokuz yaşında, Oxford Üniversitesi’ne doğru ilk kez yola çıktığında bavulunda taşıyacaktı bu sırrı. İngiltere’ye Avrupa dışından et ya da süt ürünleri sokmak yasaktı ama çocukluk korkularını ve kimsenin bilmediği hayal ve travmalarını yanında götüremeyeceğini söyleyen olmamıştı. 67 Üfürükçü İstanbul, 1980’ler Bir akşamüzeri Peri cesaretini topladı; sırrını kendini en yakın hissettiği kişiye ifşa etmeye kalktı. “Nasıl yani? Hayal mi görüyorsun?” diye sordu Mensur; elinde dolmakalem, kucağında çözmekte olduğu kare bulmaca vardı. Senelerdir hep aynı gazeteyi okurdu. “Hayal filan değil baba” dedi Peri sıkıntıyla. “Tam olarak ne olduğunu ben de bilmiyorum. Hep aynı bebeği görüyorum.” “Peki tam olarak nerede duruyor bu bebek?” Peri’nin yanakları kızardı. “Havada, sanki uçuyor.” Mensur bir an için bir şey demedi. Yüz ifadesini okumak neredeyse imkânsızdı. “Sen benim akıllı kızımsın” dedi nihayet ağzını açtığında. “Annen gibi mi olmak istiyorsun yoksa? Söylencelerle, batıl inançlarla mı dolduracaksın o güzel kafanı? Öyleyse hiç durma. Ama ben senden daha iyisini beklerdim.” “Özür dilerim” dedi Peri; babasını düş kırıklığına uğrattığı için üzgündü. Utanarak hak verdi babasına. Ne de olsa sisin içindeki bebeğe elleriyle dokunmamıştı. Gerçi gözleriyle görmüştü –ve sonraları sesini de duyacaktı– ama hadisenin tuhaflığından dolayı doğrusu duyularına güvenemiyordu. Velhasıl babasının altın kuralı gereğince, “sisin içindeki bebek” diye bir şey yoktu. Bunların hepsi saçmalıktı. Peri’nin kafasının içindeydi. Uydurmacaydı. “Medeni dünya temelsiz inançlar üstüne kurulmadı Pericim. Bilim, akıl ve teknoloji üstüne kuruldu. Sen ve ben bu uygar dünyaya aitiz.” “Biliyorum baba.” “O halde kapat artık bu konuyu. Aman, annene söz etme 68 bundan.” Ama kaçınılmazdı işte. Babasının bunca sevdiği fen bilimlerinin kendine has evrensel kuralları varsa, insan psikolojisinin de birtakım kuralları vardı. Birine “Aman, sakın kırkıncı kapıyı açma” yahut “Asla o sandığın içine bakma” denirse, o kapı illaki açılacak, o sandığa illaki bakılacak demekti. Gerçi hakkını vermek gerekirse, sözünü tutabildiği kadar tuttu Peri. Fakat sisin içindeki bebek bir daha belirince, korktu; bu kez doğruca annesine koştu. “Ah evladım, neden daha önce anlatmadın?” dedi Selma; alnı kaygıyla kırışmıştı. Peri yutkundu. “Babama anlattım.” “Baban mı? O ne anlar ki?” Selma göğe doğru devirdi gözlerini. “Bak şimdi, iyi saatte olsunlara benziyor bu. Cin taifesi muammadır. Bazıları iyi, bazıları fenadır. Kuran cinlere karşı bizi uyarır. Bir insanı ele geçirmek için yapmayacakları şey yoktur; bilhassa biz kadınlara musallat olurlar. Bizim daha dikkatli olmamız lazım.” Selma’nın anlattığına göre dumansız ateşten mamul bu yaratıklar, daha Âdem’le Havva cennet bahçesinden atılmadan çok evvel gelmişlerdi buralara; yani tarihsel açıdan konuşmak gerekirse, şu fani dünya aslında cinlere aitti. İnsanlardı sonradan damlayan davetsiz misafirler. Cinler uzaklarda –sarp dağlarda, dipsiz mağaralarda, çorak tarlalarda– yaşarlardı ama sık sık şehirlere iner, leş kokulu tuvaletlerde, loş kilerlerde, karanlık mahzenlerde takılırlardı. Ortalıkta istedikleri gibi dolaştıkları için dikkatli olmak gerekiyordu, çünkü insan kazara bir cine bassa, oracıkta felç olup kalırdı maazallah. Selma öne eğildi ve Peri’nin saçlarını okşadı. Bu basit ve sevecen hareket karşısında gülümsedi Peri. “Ne yapmam gerek?” diye sordu kaygıyla. “Birincisi, bir daha benden bir şey saklama. Allah bütün sırları görür. Ana babalar da Yaradan’ın dünyadaki gözleri, kulakları 69 sayılır. Annelere yalan söylenmez!” Peri yutkundu. Ertesi sabah ikisi beraber, cin çarpmalarını ve kem büyüleri bozmasıyla nam salmış bir hocaya gittiler. Düşük gözkapakları, koyu renk bıyığıyla, kısa boylu, göbekli bir adamdı hoca. Elinde, ağır ağır çektiği kehribar bir tespih vardı. Geniş kafası vücudunun geri kalanıyla biraz orantısızdı; sanki son anda hatırlanıp aceleyle yerine konuvermiş gibi duruyordu; en üste kadar iliklediği gömleğinin yakası öyle dardı ki boynunu yutuvermişti. Adam, Peri’ye pek çok soru sordu yemek yeme, oyun oynama, ders çalışma, uyku ve tuvalet alışkanlıkları hakkında. Delici bakışları altında bir huzursuzluk hissi geldi Peri’ye ama sandalyesinde kıpırdamadan oturup elinden geldiğince dürüstçe yanıtlamaya çalıştı. Hoca ona son zamanlarda hiç örümcek ya da tırtıl ya da kertenkele ya da hamamböceği ya da çekirge ya da eşekarısı ya da karınca öldürüp öldürmediğini sordu. Bu sonuncusunda biraz tereddüt etti Peri; kim bilir, belki de bilmeden basmış olabilirdi bir karıncaya. Hoca cin milletinin sağının solunun belli olmadığını, kâh hayvan kâh böcek şekline bürünebildiklerini, kim Allah’ın adını anmadan kazara bunlardan birine değse, oracıkta çarpılmasının işten bile olmadığını anlattı. Bunu söyledikten sonra Selma’ya döndü üfürükçü. “Bu çocuğa Fatiha okumadan evden çıkmamayı belletseydin, bunlar olmazdı hanım! Bak, benim beş evladım var, birinin bile yanına cin yanaşmamıştır daha. Neden? Basit; kendilerini nasıl koruyacaklarını biliyorlar da ondan. Sen bu kıza hiçbir şey öğretmedin mi bacım?” Selma kıpkırmızı oldu. “Uğraşıyorum efendim ama beni dinlemiyor ki. Hep babasının yüzünden.” “Peki ne olacak şimdi?” diye araya girdi Peri. Adam yanıt vermek yerine, Peri’yi omuzlarından tutup yüzüne 70 doğru eğildi, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre boyunca öylece durdu ve sonra aniden bağırmaya başladı. “Bana bak, adın her ne ise, bulur çıkarırım. Derhal terk et bu masumu. Başka birini bul! Yoksa seni bin pişman ederim!” Peri korkudan titreyerek gözlerini sımsıkı kapattı. Omuzlarını tutan parmaklar gevşedi. Cin çıksın diye beklediler. Hiçbir şey olmadı. Hoca, bir yandan şeytan kaçıracak dualar okuyarak Peri’nin başına gül suyu serpti. Sonra üstlerinde Arapça bir şeyler yazan minik kâğıtlar yutturdu çocuğa; Peri’nin dili mürekkepten öyle parlak bir maviye boyandı ki, sonrasında günlerce ışıldayacaktı. Yine hiçbir şey olmadı. O gece, hocanın talimatları ve annesinin ısrarlarıyla Peri, bir sokak lambasının soluk ışığı altında saatlerce yapayalnız oturdu. En ufak çıtırtıda havaya sıçrayarak. Ertesi gün sokak köpeği sürülerini kovalamaya yolladılar çocuğu. Ama köpekler onu kovaladı asıl. “Ey cin, sana son bir şans veriyorum” dedi hoca, ikinci kez ziyaretine gittiklerinde. Elinde bir kızılcık sopası vardı. “Ya kendin tıpış tıpış çıkarsın ya da fena döverim bak!” Daha Peri bu sözlerin anlamını idrak edemeden, adam sırtına bir darbe indirdi. Bir çığlık kopardı çocuk. Selma’nın beti benzi attı. “Şart mı bu?” “Başka yolu kalmadı” dedi üfürükçü. “Korkutmak gerek, yoksa nasıl çıkacak?” “Buna... izin veremem” dedi Selma; dudakları gerilip incecik olmuştu. Hocaya ne kadar hürmet etse de kızının canını yakmasına onay vermesi mümkün değildi. “Biz müsaade isteyelim.” Anne kız panik halde alelacele çıktılar evden, ama tabii önce Selma’nın adama yüklü bir ödeme yapması gerekti. “Merak etme, düzeldim” dedi Peri, otobüs durağına vardıklarında. Annesinin elini tutup sıktı. “Sanırım cinim çıktı 71 gitti bile.” “İnşallah öyledir evladım” diyerek kızının alnına bir öpücük kondurdu Selma. “Ama her an geri gelebilir. Gelirse bana muhakkak anlatmalısın. Cin taifesi intikamcıdır.” “Tamam, söylerim.” Ama söylemeyecekti. O günden sonra defalarca görecekti Peri sisin içindeki bebeği. Kimseyle paylaşmayacaktı. Annesi fazla hurafeci, katı dindar; babası fazla akılcı, katı materyalistti. Selma her türlü sıra dışı deneyimi, hatta normalin biraz dışında olanları bile hemen İslami vecibelere yorarken, Mensur hepsine “Saçma sapan, zırvalık” deyip geçiyordu. Peri ise kendi adına başka bir yol arıyordu. Baktı ki pek seçeneği yok, bu sırrı kendine saklaması gerektiğine ikna oldu. Rahatsız edici olsa da hayatın nice tuhaflıklarından biri olarak kabullendi bu olayı, tıpkı boğazına takılıp kalan bir kılçığı kabullenir gibi; ne yutabiliyor ne tükürebiliyordu, o halde onunla yaşamayı öğrenmekten başka çare yoktu. Böylece sisin içindeki bebek –ister bir cin, ister deli saçması, ister hayal ürünü olsun– çözülmemiş bir bulmaca olarak aklının kuytu köşelerine yerleşip kaldı. Yıllar sonra, Oxford Üniversitesi’ne doğru yola çıkmadan önce, güncesine şöyle yazacaktı: Ben ne annem gibi dindarım, ne babam gibi kâinatın, beş duyumla kavradığım şeylerden ibaret olduğuna kaniyim. Öyleyse ben neredeyim? Ne mutlak dindarlığa, ne de mutlak akılcılığa dahil olmak isteyenler için bir başka yaklaşım, yeni bir varoluş şekli yok mu acaba? Bir üçüncü yol mesela? Kim bilir? 72 Akvaryum İstanbul, 2016 Anne kız yalıya ulaştıklarında saat dokuza çeyrek vardı. Ferforje balkonlar, beyaz mermer merdivenler, mozaik havuzlar, en yeni teknoloji güvenlik kameraları, otomatik bahçe kapıları, dikenli telli çitler... Malikâne evden ziyade korunaklı bir adayı andırıyordu; şehirden kendini soyutlamış, surlarla çevrili bir saraydı adeta. Dilenciler, satıcılar, hırsızlar, istenmeyen şahıslar eşiğinden geçemesin diye her türlü güvenlik önlemi alınmıştı. Peri yaralı sağ elini göğsüne bastırmış, direksiyonu sol eliyle tutuyordu. Yolda bir eczanede durup, kır bıyıklı, orta yaşlı eczacıya pansuman yaptırmışlardı. Peri burada yüzünü yıkamış, üstüne başına olabildiğine çekidüzen vermişti. Adam kesiğin nasıl gerçekleştiğini sorduğunda Peri “Sebze doğrarken” deyivermişti çabucak. “İnsan yemek yaparken acele edince oluyor böyle şeyler.” Eczacı gülmüştü. İstanbul eczacıları kaçın kurasıydı; deneyimli, güngörmüş, bilge insanlardı. Ne tek bir yalanı kaçırır, ne rahatsız edici gerçekleri kurcalarlardı. Müşterileri ya da pezevenkleri tarafından tartaklanan fahişeler, kocaları tarafından dövülen kadınlar, trafikte başka sürücülerden yumruk yiyenler ve ezcümle hırpalananlar, eczanelere girip yardım isteyebilirlerdi, çünkü anlattıkları hikâyelere inanan çıkmasa da en azından sıkıştırılmayacaklarını, rencide edilmeyeceklerini bilirlerdi. Bandajı kontrol eden Peri gazlı bezden sızan kızıllığı görünce yüzünü buruşturdu. Yanıtlaması zor sorularla karşılaşmamak için içeriye girmeden evvel bandajı çıkarmayı düşündüyse de enfeksiyon riski, fikrini değiştirmeye yetti. Bahçe kapısına geldiklerinde, koyu takım elbiseli, yoğun tıraş 73 kolonyası kokan izbandut gibi bir görevli belirdi yanlarında. Adam arabalarını park ederken Peri’yle Deniz sarmaşık kaplı kafeslerle çevrili bakımlı bahçeden geçtiler. Hafif bir esinti çınarların yapraklarını hışırdatıyordu. “Korkuttum seni, affedersin” dedi Peri, sessizliği bozarak. Sanki kırılacağından korkarcasına, sırça bir öfkeye değercesine dokundu kızına. “Korktum tabii” dedi Deniz. “Başını ciddi derde sokabilirdin! Öldürülebilirdin ya!” Haklıydı tabii. O ara sokakta berduş pekâlâ öldürebilirdi Peri’yi. Ama Deniz’in bilmediği şey, bunun tersinin de doğru olduğuydu. Peri de berduşu öldürebilirdi. “Haklısın canım, bir daha böyle bir şey yapmam inan ki. Sonra konuşalım ama olur mu?” dedi Peri, evin merdivenlerine ulaştıklarında. “Yalnız, babana bir şey söyleme; boş yere endişelenmesin.” Deniz bir an duraksadı. Başını iki yana salladı. “Valla söz veremem. Babamın da bilmeye hakkı var.” Tam Peri bir şey söyleyecekken çiçek ve yaprak oymalarla süslü devasa meşe kapı içeriden açıldı. Siyah etek, şifon beyaz bluz giymiş bir hizmetçi girişte durup gülümsedi. İçeride süregiden ziyafetin sesleri, kokuları yükseldi arkasından. “Hoş geldiniz. Buyurun lütfen” dedi hizmetçi. Belirgin bir aksanı vardı kadının; Moldovalı, Gürcü ya da Ukraynalıydı muhtemelen; çocukları, anneanneler yahut komşular elinde büyürken ve kocaları her ay yolladıkları maaşların yolunu gözlerken, kendileri İstanbul hanelerinde çalışan nice yabancı kadın emekçiden biriydi. İçeri girdikleri anda, kocasının, endişeli bir ifadeyle, konukların arasından sıyrılarak onlara doğru geldiğini gördü Peri. Dar kesimli, kızıl-kahve ceketi, tiril tiril beyaz gömleği, mavi-kahverengi kravatı, ayna gibi cilalanmış ayakkabılarıyla 74 belli ki özenmişti görünüşüne Adnan. Mütevazı bir aileden gelip, kendi kendini yetiştirmiş, emlak sektöründe çalışarak adım adım yükselmişti. Başarısını Yüce Allah’tan başka kimseye borçlu olmadığını söylerdi. Peri her ne kadar kocasının zekâsına ve çalışkanlığına saygı duysa da, Yaradan’ın neden onu başkalarına yeğlemiş olabileceğinden çok da emin değildi. Adnan, Peri’den on altı yaş büyüktü. Lakin bu yaş farkı, kocası sinirlenip alnındaki çizgiler derinleştiği zamanlarda daha da belirginleşirdi; tıpkı şimdi olduğu gibi. “Nerede kaldınız? Elli kere aradım seni! Üstüne ne oldu?” “Telefonumu kaybettim, arayamadım” dedi Peri elinden geldiğince sakin bir sesle. “Sonra konuşsak olur mu?” “Neden geç kaldık biliyor musun baba?” diyerek araya girdi Deniz. “Annem sokaklarda hırsız kovalamaya kalktı da ondan!” “Ne?” Deniz gözünün önüne düşen bir tutam saçı geriye itti. Hatları babasını andırıyordu; uzun, kemerli burnunu ve özgüvenini ondan almıştı. “Bana inanmazsan kendisine sor” dedi. Yetişkin konukların arasında sıkılmış görünen, aşağı yukarı kendi yaşıtı bir kıza doğru yürüyüp gitti. Adnan Peri’ye baktı merakla, kaygıyla. Ne var ki açıklama yapacak zaman yoktu. Yalının sahibi, meşhur bir gazeteciyle konuşmasını yarıda kesmiş, onlara doğru geliyordu. Geniş omuzlu, tıknaz yapılı, kel bir adamdı; cildi alkole düşkün olanlara mahsus bir pembelikteydi. Her santimi en son yaşlanma karşıtı uygulamalara maruz kalmış yüzünde tek bir kırışık yoktu. Gülümsediğinde hatları milim kıpırdamıyor, sadece dudaklarının köşeleri belli belirsiz seğiriyordu. “Nihayet gelebildin!” dedi ev sahibi işadamı. Muzipçe ışıldayan mavi gözleri Peri’yi şöyle bir süzdü. “Ne oldu eline? Yoksa birileri seni kaçırmaya mı kalktı? Eh, suç senin. Bu kadar güzel olmasaydın!” Şakayı itici bulduğu halde gülümsedi Peri. Hem elinin hem 75 elbisesinin halinden dolayı bir açıklama yapma gereği duydu. “Yolda ufak bir kaza atlattık da.” Adnan’ın kaşları endişeyle çatıldı. “Kaza mı?” “Önemli bir şey değil canım” derken kocasının dirseğine dokundu Peri – daha fazla soru sormaması için bir işaret. İşadamına dönerek, “Ne kadar şahane bir eviniz var” dedi nazikçe. “Ev güzel de maalesef nazara geldik! Bir musibeti atlatamadan, diğeri bastırıyor. Önce borularımız patladı. Zemin katı su bastı ta dizlerimize kadar. Sonra yıldırım düştü, çatımıza ağaç devrildi, düşünebiliyor musun? Hepsi şu birkaç ay içinde!” “Nazar boncuğu asın bir yerlere” dedi Adnan. “Valla hem de kaç nazar boncuğu astık. Bir işe yaramadı. Ama şimdi daha iyisini yaptık. Bu akşam bir medyum davet ettik!” “Aa, sahi mi?” diye sordu Peri; konuyla ilgilendiğinden değil, bir şey söylemesi gerektiğini fark ettiğinden. Son zamanlarda toplumda medyum ve falcı merakı iyice artmış gibi geliyordu Peri’ye. İstikrardan ziyade belirsizliğin kaide olduğu bir ülkede, kehanet ve tahminlere düşkünlük tesadüf değildi belki de. Sadece kadınlar değil, erkekler de ilgiliydi kâhinlerle, her ne kadar belli etmemeye çalışsalar da. Kronik politik gerginlik ortamında ve kurumsal şeffaflık yoksunluğunda, kristal kürelerine bakıp kehanette bulunan bu kişiler –ister gerçek, ister sahte olsunlar– muğlaklığı netliğe çeviriyorlardı, tıpkı simyacılar gibi. Bir nevi sosyal ihtiyacı karşılıyorlardı. “Herif müthişmiş, herkes öyle diyor” diye devam etti işadamı. “Cinlerle sohbet ediyormuş. Sade sohbet değil ha! O ne emrederse yapıyorlarmış keratalar. Cin tayfasından karıları varmış. Koca bir harem, keyfe bak!” Bunu söylerken alaycı bir sesle güldü ama Peri’nin katılmadığını fark edince toparladı kendini. Gözlerini ona dikti. “Ne oldu? Sen de buraya gelirken hayalet görmüş gibi duruyorsun.” “Ben mi?” dedi Peri, sesinde hafif bir titremeyle. Sisin 76 içindeki bebek zihninde dolaştı. Neyse ki işadamının kendi sesinden başka bir şey dinlemeye niyeti yoktu. “Hisse senedi almadan önce bu medyuma danışan borsa simsarları tanıyorum. Delice, değil mi? Medyumlar ve hisse senedi piyasaları.” Kahkaha attı. “Karımın başının altından çıktı bu fikir. Zavallının suçu yok ama, kafayı yedi gemi kazasından sonra!” Bütün gazeteler yazmıştı olayı. Yaklaşık dört hafta önce, yüz iki metre uzunluğunda, Sierra Leone bandıralı bir kuru yük gemisi yalıya çarparak karaya oturmuştu. Deniz duvarını ve güney cephesindeki balkonu yıkmıştı. Oysa nasıl da eskiydi bu balkon, tarihi mirastı! Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından kalmaydı. Kayser İkinci Wilhelm, İstanbul’u meşhur ziyaretinde, işte tam da bu balkonda oturmuş; Alman kültürüne ve askeri gücüne olan hayranlığı ve iktidar hırsıyla bilinen bir Osmanlı paşasıyla karşılıklı çay içmişti. Aynı paşa, daha sonra Kayser’in aslında Müslüman olduğu söylentisini yayacaktı. Hacı Wilhelm! İddiaya göre Kayser doğar doğmaz kulağına Fatiha Suresi okunmuştu. İslam âleminin dostu ve sarsılmaz savunucusuydu. Her gün odasında gizlice namaz kılardı. Tüm bu dedikodular, safsatalar bilerek çıkarılmıştı elbette. Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’nın yanında savaşa girmesi için elverişli bir zemin yaratmak uğruna. Daha neler neler yaşamıştı bu balkon tarih boyunca. Mesela Bolşevik Devrimi’nden sonra İstanbul’a kaçan bir Beyaz Rus dansçıya gönlünü kaptıran genç bir Türk mirasyedi, sevgilisini ailesine kabul ettirme gayretleri sonuç vermeyince, tabancayı başına dayayıp burada intihar etmişti. Adamın beyninden geçip kafatasını parçaladıktan sonra sol kulağının arkasından çıkan kurşun duvardaki bir çatlağın içine saplanmış, onlarca yıl fark edilmeden orada kalmıştı. Uzun geçmişi boyunca kahramanların çıkış ve düşüşlerine, 77 imparatorlukların yükseliş ve çöküşlerine, haritaların genişleyip daralışına, en büyük hırsların toz olup gidişine tanıklık etmişti bu yalı. Ama daha önce hiç gemi çarpmamıştı. Geminin pruvası duvarı yararak evin içine girmiş, orijinal bir Fahrünnisa Zeyd tablosunu delmiş, tam Murano avizeye çarpmak üzereyken mucizevi bir şekilde durmuştu. Şimdi, o günün anısına, avizede bir minyatür oyuncak gemi asılıydı; ev sahiplerine olayı tekrar tekrar anlatma fırsatı vermek için. “Demek geldin şekerim! Bu akşam seni göremeyeceğiz diye korkmaya başlamıştık” diye haykırdı bir ses arkalarından. İşadamının karısıydı bu. Aşçıya emirler yağdırıp mutfaktan çıktığı sırada görmüştü Peri’yi. Tasarımcı elinden çıkmış, yüksek yakalı, sırtı açık, bele sımsıkı oturan, zümrüt yeşili bir elbise vardı üzerinde. Parmağında aynı renk bir yüzük ışıldıyordu, taşı kırlangıç yumurtası büyüklüğünde. Dudakları parlak kırmızıya boyanmıştı; saçıysa öyle sıkı bir topuzla toplanmıştı ki gerilen yüzü darbukaya geçirilmiş keçi derisini hatırlattı Peri’ye. “Trafik...” dedi Peri ev sahibesini iki yanağından öperken. Ne de olsa bir randevuya ne kadar geç kalırsanız kalın, affedilmenizi sağlayan tek sözcüktü bu İstanbul lügatinde. Herkes trafikten mustarip olduğundan kimse böyle bir gerekçeyi sorgulamazdı. Ev sahiplerinin yüzlerine dikkatle bakan Peri mazeretinin işe yaradığını görerek rahatladı. Ancak kocası ikna olmamıştı. Onunla ayrıca konuşması gerekecekti. “Dert etme, bilmez miyiz?” dedi ev sahibesi. Bir yandan da Peri’nin üstünü başını inceledi. Ne giymiş, ne kadar para harcamış, ayakkabısı nasıl, çantası ne marka? Elbisesindeki her bir yırtık ve lekeyi anında tespit etti tabii. “Kusura bakmayın, üzerimi değiştirecek zaman yoktu” dedi Peri. İnceleyici bakışlar altında kendini çırılçıplak hissetti. Ama bir yandan da tuhaf bir özgürlüğün tadına vardı. Bundan sonra bütün davetlere yırtık pırtık kıyafetlerle gelebilirdi. Sırf şıkıdım 78 hatunları şok etmek için! “Boş ver, lafı mı olur, biz bizeyiz şurada” dedi ev sahibesi, her ne kadar yüz ifadesi onu yalanlasa da. “Benim elbiselerimden birini ödünç almak ister misin?” Peri başını iki yana salladı. Olur da, yanlışlıkla bir şey filan dökerdi kadının pahalı kıyafetlerine. “Diken üstünde oturmaktansa, kendi pasaklı halim yeğdir” diye düşündü. “Hiç gerek yok, sağ ol, çok naziksin.” “O halde gel bir şeyler ye; açlıktan ölmüş olmalısın” dedi kadın. “İçecek ne vereyim sana? Kırmızı? Beyaz?” diye sordu işadamı. “Önce lavaboya uğramam gerek” dedi Peri. Nefes almaya ihtiyacı vardı. Bir hizmetçinin peşi sıra yalının derinliklerine doğru ilerlerken kocasının bakışlarını sırtında hissetti. Anlattıklarının hiçbirine inanmamıştı Adnan, merak ve kuşku içindeydi. * * * Tuvalete girip kapıyı kilitledi Peri, klozet kapağını kapatıp üstüne oturdu. Derin bir soluk alarak parmak uçlarıyla şakağını ovaladı; yorgunluğu birden üzerine çökmüştü. Dışarı çıkıp bütün o insanlarla yüz yüze gelmeye ne takati ne niyeti vardı. Keşke şu tuvalet penceresinden sıvışıp kaçabilseydi. Bandajı dikkatle açtı. Bıçak bir uçtan bir uca yarmıştı avucunu; fazla derin bir kesik değildi, dikiş gerekmemişti. Ama yine de en ufak harekette acıyor, yeniden kanamaya başlıyordu. Şimdi, kalbinin her atışıyla yara zonkluyordu. Olanların ciddiyetini ancak kavrayabiliyordu. Ağzı kum gibi kupkuruydu. Elini yeniden sardı. Yüzünü yıkamak için ayağa kalktı. Tam o esnada öyle bir şey gördü ki gözleri hayretle büyüdü. Karşısında devasa bir akvaryum vardı; lavabo ve musluklar bunun üzerine 79 yerleştirilmişti. Camın arkasında düzinelerce egzotik balık yüzüyordu. Hepsi ya sarı ya kırmızıydı – işadamının tuttuğu futbol takımının renkleri. Adamın tutkulu bir Galatasaray taraftarı olduğunu, stadyumda özel locası bulunduğunu, her fırsatta oyuncularla beraber fotoğraf çektirmeyi sevdiğini bilmeyen yoktu. Yakın gelecekte kulübün başkanı olmaya niyetliydi; perde arkasından epeyce manevra yapıyordu bu uğurda. Peri, korunaklı yapay evrenlerinde gezinen balıkları seyretti. Lavabonun her iki yanına konmuş kakmalı gümüşten hamam taslarının içinde kusursuzca kolalanıp gene kusursuzca rulo yapılmış el havluları duruyordu. Yerde, dört bir yanda, yanan mumlar vardı. Tatlı, şerbetsi bir rayiha geldi burnuna. Alttan alta aldığı keskin deterjan kokusu ise nedense berduşu çağrıştırdı. Birdenbire, beklenmedik delice bir şey yapmak geldi içinden. Arasa, bu fiyakalı evin bir yerlerinde bir çekiç bulabilirdi herhalde. Şu akvaryumu paramparça eder, cam parçaları sağa sola dağılırken balıkların mermer zeminde kayıp gitmelerini seyrederdi. Kuyruklarını sallayıp, açık ağızlarıyla soluk almaya çalışarak, kaçmanın heyecanı içinde uzaklaşırlardı balıklar; koridor boyunca ilerleyip, avizeden dökülen ışığı pullarında yansıtarak, konukların ayakları arasından geçerlerdi; arka kapıdan dışarı süzülür, verandanın bir ucundan diğerine geçer ve tam artık ölmek üzere oldukları anda denize ulaşır, maviliklere atlayıverirlerdi. Ve orada, hep aynı sularda kalıp sıkılmış, hiç değişmemiş eski dost ve akrabalarını bulurlardı. Yeni gelenler, diğer balıklara denizin üzerindeki o muhteşem yalıda yaşamanın, akşama ne yiyeceğim kaygısı taşımama karşılığında özgürlükten vazgeçmenin nasıl bir şey olduğunu anlatırlardı. Çok geçmeden, kaçak balıklar büyük balıklara yem olurlardı, zira konforlu ortamda yaşamaya alışmış olanların tehlikeli sularda hayatta kalması zordu. Yine de, özgürlüklerinin bir dakikasını bile akvaryumda geçirdikleri yıllara değişmezlerdi. 80 Ah keşke bir çekiç bulabilseydi... Bulup da yıkabilseydi şu yapay evreni. Bazen kendi zihninden korkuyordu doğrusu. Düşündüklerinden. Yapabileceklerinden... 81 Boşluk İstanbul, 1990’lar Umut’un hapse girmesi, Nalbantoğlu ailesinde karanlığa tutulan bir fener etkisi yarattı; hem kendilerinden hem etraftan sakladıkları tüm zaaf ve kusurları ortaya çıkardı. Hayatlarının orta yerinde devasa bir boşluk açılmıştı. Bu boşluğu her biri başka türlü doldurmaya çalıştı. Mensur daha fazla içmeye başladı; öyle pat diye artırmadı miktarını, damla damla. Şarkılar türküler ya da siyasi tartışmalar eşliğinde arkadaşlarıyla birkaç duble yuvarlayan o çakırkeyif adam gitmişti. Ekseriya masada tek başına olmak istiyordu. Demlenirken tek yoldaşı sessizlikti artık. Öylesine derin ve içtendi ki üzüntüsü, dokunmaya bile kıyamıyordu Peri babasına. Bilemiyordu ki ne yapsın onu neşelendirmek için. Mensur’un bedeni dayanabildiği kadar dayandı bu tempoya, dışa vurmadı yıpranmışlığını; soluk semada beliren hilaller gibi gözlerinin altına çöken yarım daireler hariç. Derken teklemeye başladı sağlığı. Sabahları ter içinde ve her yeri ağrıyarak, sanki uykusunda taş taşımış gibi yorgun kalkmaya başladı yataktan. Bazen kafası karışıyor, sözlerini unutuyordu. Ya herkesten uzak durup sessizliğe gömülerek bedenini işgal eden titremeleri saklamaya çalışıyor ya da haddinden fazla konuşarak sözcükleri savunma aracı olarak kullanıyordu. Artık çalışacak halde olmadığı anlaşılınca bağlı bulunduğu işyeri onu erkenden emekliye ayırdı. Böylece evde daha çok zaman geçirir oldu. Bu değişiklik, karısıyla küçük oğlu Hakan’ın hiç hoşuna gitmedi. Aynı anda iki cephede birden dövüşerek imkânlarını zorlayan eski bir imparatorluğu andırıyordu Mensur: Doğu cephesinde süregiden karısıyla savaşı; Batı cephesinde oğluyla yeni başlayan cenk hali. Her iki sınırda da yeniliyordu. Baba oğul durmaksızın, şiddetle kavga ediyorlardı; evin içinde 82 erkek sesleri birbirine karışıyor, kahvaltı sofrası suçlamalara sahne oluyordu. Kırıcı kelimeler yükseliyordu masadan, dinamit patlamasından sonra yüzeye çıkan ölü balık sürüleri gibi. Dışarıdan bakınca ufacık meselelerdi kavgalara sebep: Sen çayı höpürdettin, vay niye zevksiz bir gömlek giydin... Ne var ki altta yatan sürtüşme çok daha derindi. Selma istisnasız her seferinde oğlundan yana çıkıyordu. Evladı söz konusu olunca, kendisi için savaştığından daha büyük azimle çarpışıyordu. Yavrusunu koruyan bir şahin gibi yırtıcı ve enerjikti. İkiye karşı bir demekti bu. Haksızlıktı. Peri’yi dünyalardan çok sevdiği babasının yardımına koşmaya mecbur eden bir denklem. Pericik ne yapsın, olanca gücüyle katılmaya başladı evdeki meydan muharebelerine. Ama savaşçı değildi o. Yapısı, tabiatı farklıydı. Kazanmak değildi derdi. Onun bütün istediği bir ateşkes anlaşmasıydı. Yeter ki kavga, gerilim olmasın. İyi bir eğitimin kıymetini hiçbir zaman kavramamış olan Hakan çok geçmeden üniversiteyi bıraktığını duyurdu; bir daha o beş paralık sığır damına dönmeye niyeti yoktu. Nuh dedi peygamber demedi, inat etti. Annesiyle babasını hüsrana gark ederek öğrencilik hayatını bir gecede noktaladı. Zihni daha açılmadan kapandı, mühürlendi. Hayatından ne kadar mustarip olduğu gözlerinden okunabiliyordu. Öfkeliydi. Tepkiseldi. Devamlı halinden şikâyet ediyordu. Artık eve sadece karnını doyurmak, üstünü değiştirmek ve uyumak için uğrar olmuştu Hakan. Rüzgâra kapılmış bir balon gibi amaçsız halde bir müddet orda burda şansını denedi – ta ki yeni bir arkadaş çevresi bulana kadar. Birbirlerini şakaklarını tokuşturarak selamlıyor; “şeref”, “namus”, “vatanperver” gibi kelimeleri bol keseden kullanıyorlardı. Bu ahbaplar aracılığıyla Hakan kendine bir dava edindi. Onların kuşkuculuklarını, kötümserliklerini hemen benimsedi. Ardından aşırı milliyetçi yerel bir gazeteden iş teklifi aldı. Dilbilgisi ve yazım kuralları konusunda son derece yetersiz olsa da kelimelerle arası iyiydi; 83 başladı ateşli yazılar kaleme almaya. Müstear isim altında, mesajları her geçen gün biraz daha keskinleşip saldırganlaşan makaleler yazıyordu artık. Her hafta birtakım “vatan hainleri”ni –“içimizdeki alçakları, çürük elmaları”– ifşa ediyordu: Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler, Zazalar, Lazlar... Ona kalsa Türk’ün Türk’ten başka güvenebileceği tek bir etnik kesim yoktu. Milliyetçilik, ısmarlama dikilmiş bir takım elbise gibi tam uydu Hakan’ın ruhuna. Sırtında yeni kimliğiyle kendini güçlü, ilkeli, yenilmez hissediyordu. Amerika, İsrail, Rusya, Ortadoğu hakkında kallavi fikirleri vardı; her baktığı yerde komplo teorileri, saklı lobiler görüyordu. “Sen sanıyor musun ki sadece bir oğlun hapiste? Bu evde ben de mahpus sayılırım” diye bağırdı bir gün Hakan babasına, yine bir kahvaltı tartışmasının ardından. “Umut şanslıymış, her gün attığın nutukları dinlemek zorunda değil.” “Yazıklar olsun sana! Zavallı abine şanslı mı diyorsun sen, sefil herif?” diye karşılık verdi Mensur; sesi ellerinden çok titriyordu. Peri, başı önünde, omuzları kaskatı dinledi onları. Ne zor şeydi aile kavgalarına tanık olmak. “Bırak çocuğu. Delikanlı o” diye mırıldandı Selma kocasına. “Baba parasıyla yaşayan sorumsuz bir delikanlı!” dedi Mensur. “Ha, demek sofrandan yememi istemiyorsun, öyle mi? Peki, elimi sürmem bundan sonra.” Hakan boş ekmek sepetini duvara fırlattı, sepet lastik bir top gibi sekerken kırıntılar etrafa saçıldı. “Bir alkoliğin ekmeğini kim ister zaten?” Bu kelime daha önce hiç telaffuz edilmemişti. Öyle laflar vardır ki telafisi neredeyse olanaksızdır. Evin reisine “alkolik” demek sınırı aşmaktı, ama olmuştu işte. Sonrasında çöken sessizliğin ağırlığını kaldıramayan Hakan bir hışımla çıkıp gitti. Selma ağlamaya başladı. Hıçkırıklar arasında, yükselip 84 alçalıyordu sesi. “Çarpıldık kesin, bütün aile. Günahlarımızın bedeli bunlar.” Selma büyük oğlunun kadersizliğini, Allah’ın ceza ve uyarısı olarak görüyordu. Bu ilahi mesajı dikkate almadıkları için daha çok bela yaşayacaklarından emindi. “Hayatımda duyduğum en aptalca şey!” dedi Mensur. “Koskoca Tanrı neden Nalbantoğullarını ortadan kaldırmaya uğraşsın ki? Başka işi mi yokmuş?” “Çünkü bize... sana... ders vermek istiyor.” “Neymiş peki o ders?” “Hatalarını gör istiyor” dedi Selma. “Sen bunu anlayana kadar hiçbirimiz huzur bulmayacağız.” “Eğer Umut’un başına gelenlerin ilahi bir intikam olduğunu sanıyorsan, O’nun bize ders vermek için hapishaneleri, işkencecileri kullandığını düşünüyorsan, sende bir sorun var demektir kadın; ya sende ya da senin Tanrında.” “Tövbe tövbe...” diye mırıldandı Selma. Allah’ın gazabı olarak algıladığı durumu kendince telafi etmek için Selma günler, bazen haftalarca doğru dürüst bir şey yemiyor; yalnızca ekmek, yoğurt, su ve varsa hurmayla yetiniyordu. Adaklar; Yaradan’la yapılan duygusal pazarlıklar... Geceleri çok az uyuyor, zihnini sakinleştiren iki şeye adıyordu vaktini: dua etmek ve temizlik yapmak. Yattığı yerden, mobilyaların üstünü kaplayan incecik toz tabakaları tahayyül ediyor; ahşap dolapları kemiren tahtakurularını dinliyordu – nasıl oluyordu da ondan başka kimse duymuyordu bunları? Ezilmiş Aspirin, beyaz sirke, limon suyu, karbonattan yaptığı karışımla her yeri ovalıyordu. Ardından duruluyor, fırçalıyor, cilalıyor ve siliyordu. Her sabah keskin deterjan kokularıyla uyanıyordu aile. Selma ellerini o kadar sık yıkıyordu ki, avuçları antiseptik kokar olmuştu. Kuruyan cildi pul pul dökülüyor, kanıyordu; bu 85 da mikrop kapma korkusunu pekiştirip ellerini daha sık yıkamasına neden oluyordu. Bir de siyah eldivenler takmaya başlamıştı. Başörtüsünü ve topuklarına kadar inen lacivert, bol pardösüsünü görenler eldivenleri taassuptan giydiğini sansalar da aslında amacı ellerinin halini saklamaktı. Bir akşam Selma’yla Peri pazardan eve dönerken Peri arkasına baktı ve bir an için o loş ışıkta annesini göremedi – o derece karışmıştı kadın akşamın koyu renklerine. Karısının yeni görünümü karşısında dehşete kapılan Mensur onunla beraber görülmek istemiyordu. Kendi alışverişini kendi yapıyordu artık. Onun nazarında karısının giyimi, Ortadoğu’da ezelden beri sevmediği, benimsemediği, karşı çıktığı ne varsa hepsini simgeliyordu. “Dindarlara has cehalet” diyordu buna. Başka dinler, kültürler hakkında hiçbir şey bilmedikleri halde (basmakalıp öğretiler hariç), kendi yol yordamlarının en iyisi olduğunu varsaymalarını –sırf bu kültürün içine doğup, onlara öğretilenleri sorgulamadan yalayıp yuttular diye– anlayamıyordu. Buna karşılık Selma da Mensur’un hal ve tavırlarında onu bunca zamandır tedirgin ve gıcık eden her şeyin özetini görüyordu: kocasının gözlerindeki küçümseme, sesindeki kesinlik, çenesini kaldırışındaki özgüven. “Laiklere has kibir” diyordu buna. Kendilerini toplumun dışında ve üzerinde tutmalarındaki, yüzlerce yıllık gelenekleri küçümsemelerindeki o kendini beğenmişliği anlayamıyordu. Böylece tek kelime konuşmadan, birbirlerini teğet geçerek dolaşıyorlardı Selma’yla Mensur aynı evde. Aşktan yana yaşayamadıklarını öfkeyle kapatıyorlardı. Peri ise kitaplara vermişti kendini. Mutsuz ailelerde büyüyen gençler için edebiyat zaten en güzel sığınaktı. Öyküler, romanlar, şiirler... okulun kısıtlı kütüphanesinde eline ne geçirirse yalayıp yutuyordu. Okuyacak bir şey bulamadığında ansiklopedilere girişiyordu. Abbasilerden zombilere kadar şu anki hayatına hiçbir faydası olmayan bir sürü şey hakkında 86 tomarla bilgi ediniyor, bunların bir gün işine yarayabileceğini umuyordu. Gerçi hiçbir işlevleri olmasa da, sırf öğrenmeye duyduğu açlığın itkisiyle okumaya devam ederdi. Kitaplar yaratıcı, özgürleştiriciydi. Peri’ye kalsa, onun yuvası, edebiyat âlemiydi. Hafta sonları odasından çıkmaz; gerekirse yemek yemez; elma, çekirdek atıştırarak, ödünç alınmış kitapların birini bitirip diğerine başlardı. Zekânın, tıpkı bir kas gibi geliştirilebileceğini keşfetmişti. Keza hafızanın da. Okuldaki ezberci eğitimden tatmin olmadığı için, bilgileri – Latince bitki isimleri, Osmanlı tarihinde gani gani mevcut savaş- barış tarihleri– aklında tutabilmek için sözel ve görsel teknikler geliştirmişti. Edebiyattan matematiğe, fizikten kimyaya, bütün derslerde iyi olmaya kararlıydı. Azimliydi. Çalışkandı. Kimse bilmiyordu ki okumak, onun için bir nevi kaçıştı. Bu kadar çok okumanın onu akranlarından ayırdığının farkındaydı. Umursamıyordu. Bütün Nalbantoğulları gibi o da yalnızlığa doğuştan meyyal sayılırdı. Diğer çocukların ona “öğretmen kuzusu/yalakası” gibi lakaplar takmasına da aldırmıyordu. Popüler kızların onu doğum günü partilerine çağırmamaları, sinemaya giderken haberdar etmemeleri içini cız ettirse de artık bunları kanıksamıştı. Öte yandan yepyeni arkadaşlar edinmişti: sözlüye kaldırıldığı zaman korkudan altına kaçıran bir kızcağız, annesi kötü yola düştü diye alay ve hakaret konusu olan bir oğlan, kekeme diye dışlanan bir başka kız... Kimsenin beğenmediği bu ayrıkotlarını seviyordu Peri. Ötekilerle ahbaplık ediyordu. Kendisi gibi. Hayatın anlamı çalışmak, çok çalışmaktı. Âşık olmayı, aile kurmayı, iş hayatına atılmayı da anlıyordu – en azından teoride. Ama eğlenmek, miskinlik etmek, yan gelip yatmak... bunlar bildiği şeyler değildi. Kitaplardı onun vatanı ama aynı zamanda daimi sürgün diyarı. 87 Azrail’le tango İstanbul, 1990’lar Peri on bir yaşına girdiğinde, annesi nicedir gönlünde yatan emeli gerçekleştirmek üzere hacca gitti. Büyük abi hâlâ hapiste olduğundan, küçük abi de o günlerde kim bilir kimlerle takıldığından, ev Peri’yle babasına kaldı. Kendi yemeklerini pişiriyor (öğlenleri köfte-patates, akşamları köfte-makarna), bulaşıkları yıkıyor (yalap şalap), televizyonda canları ne isterse onu seyrediyorlardı. Tatil gibiydi bir nevi. Peri bir sabah karın ağrısıyla uyandı. Bunca köftenin buna sebep olduğunu sandı önce, mönüyü değiştirseler iyi olacaktı. Ama banyoya girdiğinde bir sürprizle karşılaştı: iç çamaşırında kan damlaları. Böyle bir şeyin olacağını öğrenmişti hem kitaplardan, hem mahallede yaşça büyük kızlardan. Onları kendi aralarında fısıldaşırken duymuştu. “Ay gene teyzem geldi ziyarete” diye yakınırlardı üstü kapalı. “Arkama baksana” derlerdi birbirlerinin önüne geçerek. Bu kadar erken beklemiyordu ama Peri. On dört yaşında filan olacağını sanmıştı. O zamana kadar bunu annesinden saklamalıydı. Eski bir çarşafı alıp kesti. Yıkayıp kurutarak senelerce tekrar tekrar kullanabilirdi. Böylece bir sır daha edinmişti. Selma iki hafta sonra döndü. Güneşten yanmış, zayıflamıştı. Kendini kanepeye attığı gibi seyahatini anlatmaya başladı. “Geçen sene yaya tünelindeki izdihamdan sonra Suudiler daha dikkatliler artık” dedi Selma. “Ama salgınları önleyemiyorlar. Öyle hasta oldum ki öleceğimi sandım!” “Aman iyi ki ölmedin hanım, yoksa ne yapardım sensiz” dedi Mensur. “Allah’a şükür evimdeyim” dedi Selma iç çekerek. “Gerçi kurtulamasaydım, orada gömülürdüm, mübarek topraklarda.” 88 “İstanbul’da mezarlıklarımızın manzarası daha güzel” dedi Mensur muzipliğe devam ederek. “Taze deniz havamız var hem. Medine’de gömülsen bir hurma ağacına can verecektin. Halbuki İstanbul’da sakız, ıhlamur, akçaağaç... ne istersen var. Yasemin dibine gömülmek en iyisi. Yıl boyu parfüm püfür püfür.” Kocasının ileri geri sözleri ateşten sıçrayan kıvılcımmış gibi irkildi Selma. Onların gene takışmalarından korkan Peri hemen araya girdi: “Bavulunda ne var annecim? Bize bir şey getirdin mi?” “Getirmez olur muyum? Koca Mekke’yi taşıdım” oldu yanıt. Peri ile Mensur heyecanlandılar; hevesli iki çocuk gibi ışıldadı yüzleri. Paketler birer birer açıldı: hurmalar, ballar, misvaklar, kolonyalar, seccadeler, başörtüleri, minik zemzem şişeleri... “Nerden biliyorsun bu sıvının kutsal olduğunu?” diye sordu Mensur şişelerden birini sallayarak. “Birilerine tescil ettirdin mi? Musluk suyu satmış olabilirler.” Selma şişeyi kapıp açtı, bir yudumda içip bitirdi. “Bu saf zemzem ama senin aklın temiz değil efendi! Zemzem sana ne yapsın?” “Aman iyi, peki.” Mensur omuz silkti. Peri kenarda duran koca bir kutuyu işaret ederek sordu: “Bu ne anne?” Kutudan bir sürpriz çıktı: altında sarkacı, iki yanında minareleri olan, cami şeklinde, bronz bir duvar saati. Dünya üstündeki bin şehirde ezan vaktini gösterecek şekilde programlandığını anlattı Selma. Sonra da oturma odasının kıbleye bakan duvarında bir çiviye, Atatürk portresinin tam karşısına astı. “Evimde, çatımın altında cami istemem” dedi Mensur kaşlarını çatarak. “Öyle mi? Ama ben çatımın altında bir imansızla yaşamak zorundayım” diye yapıştırdı cevabı hemen Selma. 89 “Bana bak hanım, şu anda işlediğim ne günah varsa yarısı senin boynuna. O tuhaf nesneyi getirmeseydin ben de bu duruma düşmezdim. Cami taklidi yapan saat mi olur? Daha neler! İndir şunu!” “İndirmiyorum” diye bağırdı Selma. “Beğenmişim, parasını ödemişim, kutsal topraklardan ta buralara taşımışım. Oralarda hastalandım, neredeyse ölüyordum. Hacıyım ben artık, biraz saygı göster!” Peri, annesinin babasına bağırdığını ilk kez işitiyordu. Yıllardır isyan yöntemi ya sabırla susmak ya da alçak sesle iğneli sözler söylemekten ibaret olan bir kadından böyle yüksek perdeden bir protesto duymak onu şaşırtmıştı. Sonunda duvar saati olduğu yerde kaldı ama alarmını hiç açmamak kaydıyla. Bu orta yol kimseyi memnun etmeyecekti. Mensur günün geri kalanında derin bir somurtkanlığa gömüldü. Ona göre mesele din değil, inanç değil, kuşatılmışlıktı. Kendini etrafı kuşatılmış hissediyordu. Yaşam tarzını sürekli savunmak durumundaydı, dört yanı kalabalık ordularla çevrilmiş minicik bir ada devleti gibi. Aynı akşam elektrikler kesiliverdi pat diye. Atatürk portresi ile ezanlı saat arasında, tek başına oturdu Mensur rakı masasında. Solgun yüzüne mum ışığının gölgeleri düşüyordu. Çok geçmeden kendini iyi hissetmediğini söyledi. Sanki görünmez bir varlığı selamlar gibi elini kalbine götürdü, başını yana eğdi ve yığılıp kaldı. Kalp krizi geçiriyordu. Peri, hayatı boyunca o meşum geceyi unutmayacaktı. Her geçen dakika biraz daha karardı hava, çöktü omuzlarına. Babasının alnını masaya çarparak cansız bir manken gibi yere devrilişini, oradan kanepeye taşınışını, sonra bir sedyeye konarak ambulansa götürülüşünü, acil servise yetiştirilişini, her yanı bipleyen makinelerle dolu bir müdahale odasına alınışını izledi korkuyla. Çocuktu daha ve tek düşünebildiği bunun bir 90 ceza olup olmadığıydı. Yoksa duvar saatine laf etti diye kızmış mıydı Tanrı, babasına? Yanı başında gözyaşı döken annesine sormayı düşündüyse de vazgeçti. Kadının verebileceği cevaptan ürktü. Bu muydu yani Yaradan’ın yolu yöntemi? Önce, insanın konuşup şaka yapmasına, kendisi olmasına izin veriyor, sonra da “Vay sen misin uluorta konuşan?” diye bedelini mi ödetiyordu acaba? Ne kadar korkutucu bir şeydi Tanrı’yı böylesine intikamcı, katı, cezalandırıcı bir varlık olarak algılamak. Tanrı’nın dili sevginin dili miydi, yoksa korkunun dili mi? Peri’yle Selma hastanedeki bekleme odasında, yıpranmış bir kanepede saatlerce oturdular o gece. Ay ışığı huzmesi pencereleri delip içeri sızıyor, floresan lambaların nahoş parlaklığına karışıp yok oluyordu. Televizyon açıktı ama sesi kısıktı. Ekranda, kırmızı parlak elbiseli bir kadın çarkıfeleği döndürdü, “iflas”ta durduğunu görünce düş kırıklığına uğradı. Etrafta programı seyreden tek kişi olan posbıyıklı, iriyarı nöbetçi temizlik görevlisi kahkaha attı. Başkalarının kaybedişlerine sevinenlerdendi. “Gidip namaz kılacağım” dedi Selma usulca. “Ben de gelebilir miyim?” Bu soruyu beklercesine Selma gözlerini kızına dikti. “İyi olur. Allah çocukların dualarını kabul eder.” Uysalca başını salladı Peri. Okulda ezberletilen bir iki duadan başkasını bilmiyordu gerçi, daha önce namaz kılmamıştı. Annesi öğretmek istediğinde direnmişti. Babasının kızıydı o. Mensur – karısının aksine– dualarını kısa, kişisel ve törensellikten uzak tutardı. Ama işte şimdi annesinin suyuna gitmeye hazırdı Peri. Çünkü hani olur da sevgili babası Tanrı’yı kızdırdıysa, elinden geldiğince durumu telafi etmek istiyordu. Hastane lavabolarında abdest aldılar. Su soğuktu ama Peri şikâyet etmedi. Bekleme odasının bir köşesini kullandılar. Televizyon hâlâ açıktı ve kırmızı pullu elbiseli kadın hâlâ azimle çeviriyordu çarkıfeleği. 91 Seccadeleri olmadığından hırkalarını yere serdiler. Annesi ne yaparsa, gecikmeli bir yankı gibi tekrarlıyordu Peri. Selma ellerini göğsünün üstünde kavuşturunca o da aynısını yaptı. Selma öne eğildi, doğruldu, secdeye vardı; Peri de aynen. Arada bir fark vardı yalnız. Annesinin dudakları sürekli kıpırdanırken Peri’ninkiler hareketsizdi. Bunun Allah’ın hoşuna gitmeyebileceği geldi birden çocuğun aklına. Sessiz bir dua olmazdı ki! Boş bir mektup gibi. İçinden hiçbir şey çıkmayan bir zarf. Bir şeyler demesi gerektiğine karar verdi. Ve biraz kafa yorduktan sonra şunları söyledi çocuk: “Sevgili Allahım, Annem diyor ki her an gözün üzerimdeymiş. Teşekkür ederim... Bu iyi bir şey, ama biraz huzursuz edici, çünkü bazen odamda yalnız kalmak istiyorum. Neyse. Annem diyor ki her şeyi –kendi kendime konuştuklarımı da– duyuyormuşsun. Kafamın içindeki düşünceleri bile. Bütün olup biteni görüyormuşsun. Düşündüm de, bizim gözlerimiz küçük; göz kırpmamız bir iki saniye sürüyor. Oysa senin gözlerin kocamandır herhalde; göz kırpman en azından bir saat sürer. İyi bir adam benim babam. Hayatta en çok sevdiğim, saydığım insan. Kalbi tertemiz. Eğer herhangi bir günah işlediyse görmesen olmaz mı? Gözlerini kırpabilir misin babama baktığın zaman? Hem ben birilerine kızdığımda babam, ‘Sen bebek değilsin, affedebilirsin’ der hep. Eğer sen de –yani siz de– babama kızgınsan, ne olur onu affedip iyileştirebilir misin? Söz veriyorum her gece dua edeceğim bundan sonra. Amin. Not: Annemin şu anda duasında neler dediğini bilmiyorum, ama şayet babam hakkında kötü şeyler söylüyorsa lütfen onu da duymazdan gelir misin?” Hırkasının üstünde oturan Peri, annesinin başını sağa sola çevirip ellerini yüzüne sürerek namazı bitirdiğini gördü. O da aynısını yaparak mektubunu mühürledi. 92 Ertesi sabah, Mensur yatağında sırtı yastıklarla beslenmiş halde oturuyor, ziyaretçileriyle şakalaşıyordu. Birkaç gün sonra yüklü bir fatura ve kalp piliyle çıktı hastaneden. İçkiyi bırakması, çayı açık içmesi, stresten uzak durması tembihlenmişti; sanki “stres” dediğin eve davet etmekten vazgeçebileceğin sevimsiz bir misafirdi. Her halükârda dinlemedi Mensur. Azrail’le tango yapmış biri olarak korkacak bir şeyi kalmadığını söyledi. Bu imge de girecekti Peri’nin uykularına bundan sonra: Babasının tuhaf, oynak, tüyler ürpertici bir müzik eşliğinde bir iskeletle –kendi iskeletiyle– dans edişini görecekti sık sık rüyalarında. 93 Şiir İstanbul, 2016 Tuvalette kıpırdamadan durmuş, oymalı aynada kendisine bakıyordu Peri. Kızının yanında takındığı o soğukkanlı tavır yok olup gitmiş, yerini adını koyamadığı bir huzursuzluğa bırakmıştı. Balıkların akvaryumda yalnız hallerine bakınca, karikatürlerde, hani ıssız adada mahsur kaldıkları halde yüzerek kaçmayı göze alamayan o bedbaht karakterleri hatırladı. Şu hayatta en köklü alışkanlıklar terk edilebilir, kişilik bozuklukları düzeltilebilir, en sıkı dostluklar tavsayabilir, hatta bağımlılıklar bile aşılabilirdi, ama belki de değiştirmesi en zor şey insanın bir yere duyduğu aidiyetti. Neden ayrılamıyorduk kanıksadığımız sokaklardan, şehirlerden, tekrarlardan? Bizi mutsuz etse bile yaşadığımız mekân, niçin bırakıp gidemiyorduk uzaklara? Bilinmeyene? Kapının diğer tarafından bir kahkaha dalgası yükseldi. İşadamı, o tok sesiyle bir fıkra anlatıyordu. Peri espriyi kaçırmıştı ama tepkilerden açık saçık olduğunu anlıyordu. “Ah, siz erkekler!” diyen bir kadın sesi duyuldu – yarı sitem, yarı flört eden bir ton. Dudaklarını büzdü Peri. Hiçbir zaman, böyle herkesin duyabileceği şekilde, hele de bu kadar işveli bir sesle, “Ah, siz erkekler!” diyebilen hatunlardan olmamıştı. İster kadın, ister erkek olsun, geçmişinde birden fazla yara izi, gözlerinde belli belirsiz bir hüzün ve yalnızlık, ruhunda görünmez kırık çıkıklar olan insanlar ilgisini çekmişti hep. Zamanını cömertçe vakfedebilirdi böyle kişilere. Güzel ve kalıcı dostluklar kurabilirdi onlarla. Ama bu az sayıda insan dışında kimseye açılmazdı. Yabaniydi Peri, kolay kolay kimselere yaklaşmazdı. Sıkılıyordu hep birbirine benzeyen, uzaya uzaya 94 bir yere varmayan sohbetlerden. Kaçası geliyordu. Bu gece, bu fiyakalı burjuva yemeğinde, can sıkıntısının dinmeyeceğine dair bir his vardı içinde. Kendi kendine oyunlar icat etmeliydi belki de, gizlice eğlenmek için. Aceleyle yüzünü yıkadı. Ruju kırılmış, göz farı o ara sokakta kaybolmuş olmasaydı makyajını tazelemek isterdi. Saçlarını parmaklarıyla tarayarak aynada kendisini bir kez daha gözden geçirdi. Hâlâ güzel sayılırdı. Ama kimi kadınlar güzelliğini taşımayı da, yaşamayı da beceremez nedense, o da onlardandı. Kapıyı açtı. Kızını karşısında görünce şaşırdı, bocaladı. “Babam nerde kaldığını soruyor, merak etti adamcağız.” “Yüzümü yıkadım.” Peri duraksadı. “Ne anlattın babana?” Deniz’in gözlerinde anlık bir sempati parıltısı yandı söndü. Ufacık, geçici bir ışık. “Hiçbir şey.” “Peki, sağ ol canım. Hadi içeri gidelim.” “Dur bir dakika, bunu unuttun” dedi Deniz, elinde tuttuğu şeyi uzatarak. Peri’nin sokakta aradığı, arayıp da bulamadığı Polaroid fotoğraftı bu. Deniz yerde bulmuş, çaktırmadan cebine atmış olmalıydı. “Anne ben neden bunu daha önce görmedim?” Fotoğrafta dört kişi vardı. Bir profesör ile üç kız öğrencisi. Yarınların onlar için neler sakladığından bihaber; mutlu, umutlu, dünyayı değiştirmeye hazır ve nazır. Peri fotoğrafı çektirdikleri günü hatırladı. “Oxford Üniversitesi’nin uzun zamandır geçirdiği en çetin kış” demişlerdi. Hepsini hatırlıyordu: insanın kemiklerini donduran sabahları, buz tutan boruları, koca kar yığınlarını ve tüm bedenini kaplayan heyecanı – âşık olmanın heyecanını. “Kim bu insanlar anne?” Kalbinin hızlandığını hissettiyse de sükûnetini korudu Peri. “Eski bir fotoğraf işte” diye mırıldandı. 95 “O yüzden mi cüzdanında taşıyordun? Çocuklarının fotoğraflarının yanında?” dedi Deniz, kuşku yüklü bir sesle. “Anlatsana kim bunlar?” Peri, fotoğraftaki üç genç kadını işaret etti. İçlerinden biri başörtülüydü. Badem gözleri kenarlarda kıvrılan kalın bir çizgiyle sürmelenmişti. “Bu Mona. Mısır asıllı Amerikalı bir öğrenciydi.” Deniz, merakla inceledi geç kızın göz makyajının mükemmelliğini. “Diğer kız Şirin... En yakın arkadaşımdı” dedi Peri. “İran’da doğmuş, İngiltere’de büyümüştü. O kadar çok dolaşmıştı ki tam olarak hiçbir yere ait hissetmezdi kendini.” “Sen nereden tanıyorsun onları?” Peri bir an duraksadı. “Üniversite arkadaşlarım. Aynı evde kalıyorduk. Hepimiz aynı dersi aldık, aynı profesörden. Ama aynı zamanda değil.” “Neyle ilgiliydi ders?” Durgun bir tebessüm belirdi Peri’nin yüzünde. “Dersin konusu... Tanrı’ydı.” “Vay be!” dedi Deniz, ilgilenmediği şeyler karşısında verdiği tepkiyi göstererek. Ortada duran uzun boylu adama vurdu parmağıyla. Zor şekil alan sarı-kahve saçları bukle bukle olacak kadar uzundu adamın; kasketinin altında ışıl ışıl yanan gözleri gri-yeşil, çenesi güçlü ve biçimliydi; ifadesi sakindi ama tamamen de huzurlu görünmüyordu. “Peki bu kim?” Belli belirsiz bir tedirginlik kıpırtısı dolaştı Peri’nin yüz hatlarında. “Hocamızdı o.” “Sahi mi? Asi bir öğrenciye benziyor daha çok.” “Asi bir hocaydı” dedi Peri, sevecen bir tınıyla. “Öyle bir şey var mı ya?” diye sordu Deniz. “Adı neydi?” 96 “Azur!” “Amma tuhaf isimmiş. Neresi ki burası?” “İngiltere... Oxford Üniversitesi.” “Ne? Neden bana söylemedin Oxford’a gittiğini?!” Tereddüt etti Peri, ne diyeceğini bilemedi. Bunu neden kimseyle paylaşmadığını o da bilmiyordu. “Mezun olmadan ayrıldım” dedi, giderek alçalan bir sesle. “Nasıl kabul edildin ki?” Peri, kızının sorusunda yukarıdan bakan bir tavır algıladı. Küçümseyen bir şaşkınlık. Daha önünde yıllar olmasına karşın Deniz daha şimdiden üniversite sınavları için kaygılanmaya başlamıştı. Çok başarılı bir öğrenci değildi. Eğitim sistemi öğrencileri yarıştırmak üstüne kurulmuştu. Peri’nin genç kızlığında olduğu gibi ha bire çalışmaktan gocunmayan, zaten başkaca bir hayatı olmayan öğrencileri yıpratmasa da, Deniz gibi hayat ve yaratıcılık ve enerji dolu gençleri eziyordu bu sistem. “Notlarım yüksekti. Elemeleri geçtim. Babam yardım etti başvurulara. Gidip dünyayı görmem gerektiğini söylerdi sağ olsun rahmetli.” “Dedem mi?” diye sordu Deniz; kafasındaki titrek yaşlı adam imgesiyle bu güçlü dönüştürücü kişiliği bağdaştırmakta zorlanmıştı. Peri gülümsedi. “Evet, benimle hep gurur duyardı babacığım.” “Ya anneannem? O duymaz mıydı?” diye sordu Deniz kurnazca. “Annem endişelenmişti. Yabancı bir ülkede başıma iş gelir diye. Çok gençtim tabii. Evden ilk ayrılışımdı. Bir anne için kolay değil.” Bir soluk aldı Peri; annesine duygudaşlık hissedebilmesine kendisi de şaşırmıştı. Deniz bir an durup düşündü. “Ne zaman oldu bütün bunlar?” “11 Eylül civarıydı. Senin gibi gençlere ne ifade eder 97 bilemem.” “11 Eylül’ün ne olduğunu biliyoruz herhalde” diye çıkıştı Deniz. Sonra yeni farkına vardığı bir şeyin heyecanıyla aydınlandı yüzü. “Yani babamla tanışmadan önce” dedi. “Demek Oxford Üniversitesi’ni bırakıp İstanbul’a döndün, okumaktan vazgeçip evlendin, arka arkaya üç çocuk doğurdun, ev kadını oldun. Aman ne farklı, bravo!” “Farklı olmaya çalışmıyordum ki” dedi Peri. Kızının iğnelemelerini kanıksamıştı artık. Duymazdan gelerek altdudağını kemirdi Deniz. “Niye bıraktın üniversiteyi?” “Zor geldi... dersler, sınavlar...” Peri yutkunarak burada kesti yalanları. Bir şey demeden yan gözle annesine baktı Deniz; duyduklarına inanmadığı aşikârdı. Doğduğu andan beri her gün karşısında gördüğü, her ihtiyacını ve kaprisini karşılamasını beklediği kadının, o ve kardeşleri dünyaya gelmeden önce bambaşka bir hayatı olabileceğini düşünmemişti daha evvel. İnsan annesinin gençliğini –hele o gençlik çılgıncaysa– düşünmek istemiyordu nedense. Rahatsız edici bir fikirdi bu. Anne dediğin, bütün huzurlu vadilerini, durgun göllerini ve yüce dağlarını avucunun içi gibi bildiğin, keşfedilmiş bir toprak parçasıydı. O kıtanın hâlâ haritası çıkarılmamış, bilinmeyen bölümleri olabileceği ihtimali pek hoşuna gitmemişti Deniz’in. “Fotoğrafı alabilir miyim artık?” diye sordu Peri. “Bir dakika.” Tavandaki lambaların ışığı kirpiklerinde dans ederken, fotoğrafı yüzüne yaklaştırdı Deniz; gözlerini kısıp neredeyse şaşı yaptı; bir yerlerde gizli bir mesaj keşfetmeyi umuyordu adeta. Derken aniden fotoğrafın arkasını çevirdi, oradaki yazıyı gördü. “Şirin’den Peri’ye, kız kardeşlikle / Unutma, Farecik artık ne kadın, ne erkek, ne melek, ne de saf bir ruhum ben...” 98 “Farecik de kim oluyor?” dedi Deniz kıkırdayarak. Peri belli belirsiz eğdi başını. “Şirin öyle derdi bana.” “Sen... Farecik?!” Dalga geçiyordu Deniz. “Sana lakap takacak olsam, aklıma gelecek son şey bu olurdu. Yırtıcı Kaplan filan demelilerdi!” “Değiştim; sen de değişeceksin zamanla” dedi Peri. “Hadi artık, gitmemiz gerek.” Deniz’in çatık kaşlarından sorularının tükenmediği anlaşılıyordu. “Bu ‘ne kadın ne erkek ne melek’ muhabbeti ne peki?” “Sadece bir şiir. İranlı şair Hafız’ın bir dizesinden” diye mırıldandı Peri. “Tatlım, hadi ver fotoğrafı bana.” Salondan alkış ve tezahürat sesleri patlak verdi aniden. Birileri birilerini kızdırıyordu. Meraklanan Deniz, kısacık bir tereddüdün ardından fotoğrafı annesine uzattı, telaşlı adımlarla partiye döndü. Koridorda bir başına kalan Peri, fotoğrafı sımsıkı tuttu avucunda. Adeta canlıymış gibi sıcaklık yaydığını hissederek şaşırdı. Düşününce ne tuhaftı aslında; anlar akıp gider, yürekler katılaşır, bedenler yaşlanır, yeminler unutulur ve en güçlü inançlar bile sarsılırken, gerçeği iki boyutlu temsil eden ve dolayısıyla yalandan ibaret olan bir fotoğraf hiç değişmeden kalabiliyordu, sonsuz bir sadakatle. Peri fotoğraftaki yüzlere bakmamaya çalıştı. Geçmişle göz göze gelmek istemiyordu. Şirin, Mona ve sevgili Profesör Azur... Karedeki üçüncü kız kendisiydi. O günkü hali bugünkü halini görse ne derdi acaba? Beğenmezdi muhtemelen. Fotoğrafı cüzdanına koydu. Sırtını dikleştirdi. Dilemediği kadar çok insanla istemediği sohbetler etmeye hazırladı kendini. Ağır ağır içeri yürüdü. 99 Anlaşma İstanbul, 1990’lar Rol yapar insanların çoğu “inanç” söz konusu olunca. Sanki bugünkü fikirlerine her zaman inanmış gibi konuşurlar. Halbuki öyle değildir işin aslı. Nice mevsimlerden geçer insan büyürken; hem inanç, hem inançsızlık mevsimlerinden. Başka türlü nasıl evrilir ki zihin? Lise yılları boyunca Peri “iman” ile “imansızlık” arasında çok gidip geldi. Babasına bunu hiç söylemese de kalp krizi hadisesinden sonra bir müddet Tanrı’ya verdiği söze sadık kaldı. Her gece uyumadan önce, hararetle dua etti babasının sağlığı ve iyiliği için. Tanrı’nın gözünde babasına torpil olabilmek umuduyla “dindarlaşmayı” bile denedi bir ara. Akla mantığa sığmayan bir akitti kuşkusuz, ama Yaradan’la yapılan her akit biraz da öyle olmak durumunda değil miydi? Ne var ki dua etmenin hesaba katmadığı bir zorluğu vardı: Tek seslilik gerektiriyordu. Başından sonuna kadar tek, tutarlı bir çizgi! Oysa Peri ne zaman dua etmeye kalksa zihni katmanlara ayrılıyordu; içinden onlarca ses çıkıyordu, kimi iyi niyetle yakaran, kimi her şeyi sorgulayan, kimi umursamayan. İstenmeyen imgeler yağıyordu zihnine – ölüm, zulüm, soykırım, mezarlık, karanlık, bazen de seks içeren resimler. Öyle utanıyordu ki beynindeki sinemadan. Halbuki herkes ne güzel huşu içinde dua ediyordu; niçin o düşüncelerine mukayyet olamıyordu? Gözünün önünde canlanan nahoş resimlerin dualarını kirlettiği kaygısıyla sil baştan başlıyor, fena fikirler zihnini işgal etmeden evvel bitirebilmek için acele ediyordu. Duaları telaş üstüne kuruluydu. Evde tek başına uğraşmak yerine, başkalarıyla beraber Tanrı’ya yakarırsa içseslerini susturabilirdi belki. Birkaç kafa dengi arkadaşıyla beraber, başladılar civardaki camileri ziyaret 100 etmeye. Yüksek, kemerli pencerelerden giren ışığın letafetine, avizelere, hat sanatı örneklerine, Sinan mimarisine hayrandı. Fakat kadınlara ayrılan bölümün ya en arkada bir yerlere sıkıştırılması ya da yukarıda, perdeler arkasına saklanması, her zaman gözlerden ırak, tecrit edilmiş, küçük, loş olması canını sıkıyordu. Bir keresinde orta yaşlı bir adam peşlerine takıldı, cami avlusunda dikildi karşılarına. “Sizin gibi liseli kızların namazı evde kılması daha uygundur” dedi fikrini soran olmuş gibi. Gözleri Peri’nin vücudunda dolaştı, göğüslerinde. “Burası Yaradan’ın evi değil mi? Kapısı herkese açık” diye itiraz etti Peri. Adam göğsünü şişirerek Peri’ye doğru bir adım attı. Bir hatırlatmaydı adeta bedeni, bir uyarı. “Bu cami erkeklere bile yetmiyor, cemaat sokağa taşıp kaldırımlarda dua ediyor. Okullu kızlara yer yok.” Peri, geçerken konuşmalarına kulak misafiri olan imamın onları savunmak için hiçbir şey dememesine üzüldü. Bir keresinde de Üsküdar’da tarihi bir caminin güzelliğini görebilmek için üst kattaki kadınlar bölümünü ayıran perdeleri açmaya kalktı. Erkekler ta aşağıdaydı, kimsenin onları gördüğü yoktu. Buna rağmen, tepeden tırnağa çarşaf giymiş bir hanım ağzının içinde öfkeyle bir şeyler geveleyerek anında kapattı perdeleri. Demek kadınların gözden ırak olmasını isteyen sadece erkekler değildi. Bazı kadınlar da maalesef aynı zihniyetteydi. Denemişti Peri. Dindarlaşmayı, inançlı olmayı, annesine yakınlaşmayı denemişti bütün kalbiyle. Ama nüfus kâğıdında yazılı dinle arasında kapanmayan bir mesafe vardı. Kimliklere din hanesi koymak hangi akla hizmetti ki zaten? Yeni doğmuş bir bebeğin Müslüman mı, Hıristiyan mı, Yahudi mi, yoksa inançsız mı olduğuna kim karar verebilirdi? Bebeğin kendisi değil herhalde. Bebekken verilmeyen konuşma hakkı, 101 büyüyünce de verilmiyordu aslında. Hep başkaları dolduruyordu bilgilerimizi bizim adımıza. Eğer din hanesini kendisi doldurabilseydi muhtemelen şöyle yazardı Peri: “Arafta.” “Mütereddit.” “Henüz karar vermemiş.” “Halen sorgulamakta.” Eğer kimileri cennete, kimileri cehenneme gidecekse, kendi yerinin “arada” olacağına emindi. Dini bütün insanlarla bu konuları konuşmaktan kaçınıyordu, çünkü onun kuşku ile inanç arasında mekik dokuduğunu anlar anlamaz başlıyorlardı telkinlere. “Filanca kitabı okudun mu? Şu duaları her gün tekrarlarsan bütün şüphelerin kaybolur.” Ne kadar da ısrarcıydılar. Nasıl da kendilerinden emin. Kimileri için egolarını okşayan bir mükâfattı herhalde bir “imansızı” kendi dinlerine kazandırma arzusu. Puan kazanmayı mı umuyorlardı Tanrı katında? Peri anlamıyordu niçin bir yarış gibi algıladıklarını her şeyi. İnanç dediğin bireysel, kişisel, içedönük ve ömür boyu süren bir seyrüsefer değil miydi? Babasının hediye ettiği günceye şöyle yazacaktı: Ben galiba hep araftayım. Belki de aynı anda çok fazla şeyi düşünüyor ama hiçbirini tutkuyla istemiyorum. * * * Peri’nin liseden birincilikle mezun olduğu gün, kahvaltıyı babasıyla ikisi beraber hazırladılar. Domatesleri doğrayıp, maydanozları kıyıp, yumurtaları çırpıp, öyle baharatlı bir menemen yaptılar ki her lokması dillerinde delikler açtı sanki. Mensur’un ellerinin titremesi kötülemişti; soğan doğrarken parmağını kesti. Peri görmezden geldi, tıpkı mutfakta onlarla birlikte gezinen sisin içindeki bebeği görmezden geldiği gibi. Kahvaltı sonrası Mensur ile Peri, yurtdışındaki üniversitelere başvurmak isteyen öğrencilere aracılık eden bir ajansa uğrayacaklardı. Buraya daha önce defalarca gitmiş, ebeveynlerinin eşliğinde heyecanla oturan genç adaylarla birlikte sıraya girmişlerdi. Yabancı üniversitelerin broşürlerine bakmışlardı uzun uzun. Bu broşürlerde Beyaz, Siyah, Asyalı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder